31 Mart 2008 Pazartesi

Çemberimde Gül Oya

Bir zamanlar Çağan Irmak'ın hayranı olduğum bir dizisi vardı. Sanırım herkes bilir. Çemberimde gül oya. Nasıl deliler gibi televizyonun dibinde büyük bir heyecanla izlerdim. Dışarıdaysam eğer herşeyi bırakır onu izlemek için evin yolunu tutardım. Her bölümde hem ağlar, hem güler, hem de eski zamanlardaki memleketin halini düşünürdüm. Annemler hep anlatırlardı seksenlerde yaşadıklarını. Bazen bana masal gibi gelirdi. Bu filmle kafamdaki masallar gerçeğe dönüştü. bir bir yaşadım sanki her anı. Sonraları daha çok dinler oldum annemle babamın anlattıkları eski zaman hikayelerini. Daha bir anlamlandı sanki benim için. Şerif Sezer "Sultan" karakterini canlandırıyordu orda. Beni en çok etkileyen karakterlerden bir tanesiydi. Şimdi onun dizide ölürken kendi sesiyle okuduğu dizeleri yazıyorum. Her bir kelimesinin içinde dünya kadar yaşam gizli.
"Sanki
Bir ben var benden içeri
O davranıp kalkmakta sanki yükselmekte göğe..
Böyle mi olurmuş ölmek dedikleri
Ah sultan hancıların sultan!
Böyle boylu boyunca uzanıp yatmakta varmış kaderde..
Şu karıncaya can veren rabbim bağışlar mı ki seni?
Hey mübarek şunun çalımına bak hele…
Yaz geliyor zaar..
Yaz gelmekte sen gitmektesin..
Ah sultan.. hancıların sultan!
Hele dön de bir halına bak şimdi
Hele dön de bir bak şimdi…"

Geleneksel

Tam tamına yedi aydır Cezayirdeyim. Eşimle birlikte. Zaman geçtikçe buraya daha çok alıştım. İlk günler hep zordur derler ya bence öyle değil. İlk günler daha kolaydı aslında. Çünkü yeni bir yere gelmenin heyecanı, merakı vardı. Yaşayacağım yeri delice merak ediyordum. Evimizi tuttuk, eşyalarımızı aldık. Buradaki hayatımız her geçen gün daha da şekillendi. Şimdi artık oturduğum yeri, gezdiğim sokakları, gidip geldiğim yolları tanıyorum. Tabi aslında hayat akmaya devam eden bir nehir gibi. Ve aynı nehir de iki defa yıkanamazsın. Herşey her saniye başkalaşır, değişir, dönüşür. Hayatın kanunu bu. Yeterince bildiğimi sandığım yerler bile bazen beni şaşırtabiliyor. Ama ben bu duyguyu tanıyorum ve tanıdıkça daha da çok seviyorum. Demek istediğim ilk zamanların heyecanı yavaş yavaş yerini farklı duygulara bırakıyor. Alışıyor insan. Yabancılığına, insanlardan farklı olan yüzüne, yalnızlığın içindeki diğer kişiyi ortaya çıkartmasına ve yerli yersiz düşüncelere dalmaya alışıyor. Kendine alışıyor. Alışmak her zaman kötü algılanmamalı bence. Bu bir nevi tanıma bilinci gibi. Alıştığımız şeyler bizi ele geçirmediği müddetçe bir yerlerde yaşamayı öğrenmeli, kendimizle başa çıkmayı başarmalı, içimizdeki çapraşık duyguları yoluna sokmayı denemeliyiz. Kendimize yenilmemeliyiz. Alıştığımız kendimize. Neyse kafanızı daha fazla karıştırmadan yazıma berraklıkla devam edeyim. Cezayir e artık alıştım. Kendimi yurduma, doğup büyüdüğüm yere iki bin km uzakta hissetmiyorum artık. Sanki Türkiyedeyim ama doğduğum yere oldukça uzakta yaşıyor gibiyim. Bazen inzivaya çekilmiş gibi, bazen kalabalıklardaki yalnızlık olmuş gibiyim. Bazen de ki bu son zamanlarda çok sık oluyor herşeyin tam da ortasında yer aldığımı hissediyorum. Bu gelgitler içerisinde hayatımda her zaman zevk aldığım şeyleri yapmaya çalışıyorum elimden geldiğince. Değişik yerler görmek, bilmediğim hayatların içine sızmak, yolculuklar yapmak, yaşamın yüzlerini fotoğraf makinama insanca bir duyguyla hapsetmeye çalışmak gibi. Bu yazı buradaki olağan bir günüm de yazılıyor. Bir önceki güne ithafen. Aşağıda eklediğim resimler cezayirin renkli yüzü. Geleneksel kıyafetler, arap ve kabil işi kaseler, tabaklar, çömlekler, vazolar ve daha neler neler. Her birinin üzerindeki çizikler, işler, emekler tarihin aynasından yansıyor ve bugüne geliyor bizim için. Yazılarımı severek okuyanlara, daha beni tanımayanlara, hatta burada yazılarımla çoğaldığımı bilmeyenlere, sevdiklerime; yazmayı, okumayı, düşünmeyi, eskiyi, geçmişi seven herkese bir armağan olsun...

Efsane

Bir zamanlar birbirlerine aşık iki genç vardı. Kızın adı Tispe, delikanlının ki ise Piremus idi. Bunlar yanyana evlerde otururlardı. Birlikte büyüdüler ve çocukluklarından beri birbirlerine karşı aşk beslerlerdi.Fakat aileleri görüşmelerini istemezler birbirlerine uygun olmadıklarını düşünürlerdi. Oysa onlar birbirlerini ölesiye seviyorlardı. İki evin arasında gizli bir çatlak vardı, aileleri bunu bilmezler onlarda geceleri burda buluşur o aradan birbirlerine seslerini duyurur aşklarını dile getirirlerdi. Bir gece ormandaki ağacın altında buluşmaya karar verdiler. Tispe ağaca Piremus'dan önce varmıştı. Gittiğinde avını yeni yemiş ağzından kanlar akan kocaman bir aslanla karşı karşıya geldi. Korkarak bir mağaraya doğru koşmaya başladı. Farkında olmadan yolda boynundaki eşarpını düşürmüştü. O sırada Piremus geldi gördükleri karşısında donup kalmıştı. Kocaman aslan ağzında kanlarla birlikte biricik sevgilisi Tispe'nin eşarpını parçalıyordu. O an aklına gelen ilk ve tek şey aslanın Tispe'yi öldürerek yediğiydi. Tispesiz yaşayamazdı. Aklından geçen sadece aşkı uğruna canına kıymaktı. Belinden hançerini çıkardı ve göğsüne sapladı. Kanlar içinde cansız bedeni yere düştü. Tispe ise korkusunu bir kenara atıp bir an önce aşkını görmek için mağaradan çıkmaya karar vermişti. Ağacınaltına geldiğinde o korkunç sahneyle yüzleşti. Piremus'un cansız vücudu yerdeydi ve elinde Tispe'nin düşürdüğü eşarpını tutuyordu. İlk once genc kız olanlar karşısında ağlamaktan hiçbir seyi anlayamamıştı. Ama eşarpı ve uzaklaşan aslanı görünce anladı. Bir an mağarada düşündüğü o korkunç şey başına gelmişti.Ve onun öldüğünü düşünen Piremus aşkı uğruna canına kıymıştı. Tispe bir an bile düşünmeden hancerı aldı ve göğsüne götürdü. Onların aşkı ölesiye bir aşktı ve ölüm bile onları ayıramazdı. Eğer Piremus aşkı uğruna ölümü göze aldıysa o da hiç çekinmeden canına kıyabilirdi ve hançeri sapladı. Birden vücudu Piremus'un bendeninin üstüne yiğildi. O anda tanrılar bu yüce aşkı ölümsüzleştirmek istediler ve bu çiftin üstünde duran ağacı bunların aşkına adadılar. Piremusun kanını bu ağacın meyvelerine, Tispenin gözyaşlarını ise ağacın yapraklarına verdiler. O günden beri kara dut ağacının meyvesinin çıkmayan lekesini,(Piremusun kan lekesini), dut ağacının yaprakları, (Tispenin gözyaşları) temizler.. Bilir misiniz dut ağacının meyvesinin lekesi çıkmaz ama elinize ağacın yaprağını alır ovuşturursanız lekenin gittigini göreceksiniz)

28 Mart 2008 Cuma

Kına

Dün gece bizim için epey eğlenceli geçti. Birkaç gün evvel burada çalışan Cezayirli sekreter Sadia’nın eline kına yaktığını görmüştüm. Bana da yapar mısın aynısından diye sordum ama yapmayı bilmediğini, onunkini de bir başkasının yaptığını söyledi. Tabi biz bu yanıttan tatmin olmadık iki deli insan olarak; karı koca. Ertesi gün ondan bize kına almasını istedik. O da bize küçük bir paket kına getirdi.

Eşim maşallah pek marifetlidir. Güzel resim yapar, çizimi iyidir, heykel yapar, minik kibrit çöplerinden gitar bile yapmış zamanında bana hediye etmişti daha nişanlı değildik. Güzel gitar çalar. Ben de çalıyorum ama onun kadar iyi sayılmam. Ben şarkı söyleme konusunda iyiyim. Aynı zamanda iyi de fotoğraf çeker. Yani bu adama sahip olduğum için epey şanslıyım. Nazar değmesin! Tüm bunları bildiğimden dedim yiğit bana güzel bir model çizer. Netten biraz araştırma yaptım. Sonra bulduğum resimleri daha basit hale getirmek için parçalar halinde yeniden çizdim. Yemekten sonra odamıza geldik. Önce kalemle çizimleri elime yaptıktan sonra kınayla üzerinden geçtik. Malzememiz yeterli olmadığı için epey uğraştık. Bu iş için normalde aletler var. Kınayı ince bir tüpün ucundan sıkmak suretiyle deriye daha kolay temas etmesini sağlıyorsun. Daha evvel Ankara’da okurken Hintli bir bayana yaptırmıştım. O bakımdan biraz tecrübeli sayılırım. Eksik malzemeden dolayı likit eye-liner’ımın fırçasını feda etmeye karar verdim. Başarılı da olduk bu sayede. Yiğit süper bir iş çıkarttı her zamanki gibi. Resimlerimiz eğlencemizin ve başarımızın kanıtıdır.

26 Mart 2008 Çarşamba

Yumuşak bir hava ve güzel bir melodi

Bugün günün cıvıltısıyla uykumdan uyandım yine. Bildik bir koku vardı havada. Alıştığım bir tat. Ne de olsa her şey gibi yabancı bir şehrin havasına da alışıyor insan. Yaşayarak öğreniyor. Bugün kocaman bir tembellik var üzerimde. Belki de devamlı olarak yaptığım bir şey olmamasından kaynaklanıyor bu tembellik durumlarım. Her gün gidilecek bir iş yada her gün verilecek günlük raporlar falan gibi. Ama böyle olmasından memnunum. Kendime ayıracak tonla zamanım var. Şimdiye kadar okuyamadığım kitaplarımı okuyor. Çocukluğumdan beri yazmayı hayal ettiğim romanıma yeni satırlar ekliyorum. Bolca çay ve kahve de cabası. Tabi arada çikolatalar, bonibonlar, çilekli puflar da var. Zamanımı parçalara bölmeye alıştırdım kendimi. Ama hayali olarak. Kağıtlarımı ve kalemlerimi sadece bunun için kullanmıyorum sanırım. Beynimde neler yapacağımı tasarlamak en büyük zevklerim arasında birinci sırada yer alıyor. Hatıra yumaklarından oluşan fotoğraflarıma bakmak, renkli kalemlerimle resimler yapmak, çocukça bir iç burukluğuyla dakikalarca sevdiklerimin özlemini duymak da sıradaki diğer şeyler. Bugün yemeğimi dışarıda yedim. Eşim ve ofisteki birkaç kişiyle. Cezayir’e özgü ilginç bir restoranda ve aynı zamanda da biraz baştan sağma. Buranın o çok tatlı naneli çayını da özlemişim onun farkına vardım bugün. Resimde de bunu paylaşmak istedim.
Yapımı son derece basit. Çayı bizim gibi demlemiyorlar. Haşlama tarzında yapılıyor. Genelde poşet çayla. İçine bolca şeker. Bal kıvamında olana kadar. Sonra da taze nane yaprağı atıyorlar. Ve işte naneli çay. Ev de kolaylıkla yapılacak bir şey. Sahra çölünde ise Tuaregler çayı bir bardaktan başka bardağa defalarca boşaltarak, bir nevi ritüel den geçirerek aynı yapım üslubuyla içiyorlar. Daha çöle gitme fırsatımız olmadı ama edindiğim bilgiler doğrultusunda yazıyorum. Tabi bir de güzel havalarda deniz kıyısında gittiğimizde orda toplanıp minik iskemlelerine oturmuş sohbet eden tuaregler den gördüğüm kadarıyla. Daha yazılacak çok kelimem var. Ve kelimelerim her gün benimle birlikte çoğalıyorlar. Bilgisayarımdaki Merlin –Hepinizin aslında yakından tanıdığı word yardımcısı- sıkıntılı sıkıntılı bana bakıyor. Ama ben yazmaya devam ediyorum. Birazdan fotoğraf çekmek için bahçeye çıkacağım. Ve güzel karelerle geri döneceğim…

25 Mart 2008 Salı

Maske

Bazen ne olduğumuzu, nasıl yaşadığımızı anlamadan geçiyor zaman..Bir de bakıyoruz ki olmayı istediğimiz yerde; hem de her şeyin tam ortasında bir başımıza kalıvermişiz..Nasıl olduğunu bilmek o kadar kolay ki aslında.. Ama hiçbirimiz kolay yolu seçmeyiz. İnsanoğlunun doğası bunu gerektiriyor sanırım..Başlangıçtan sona kadar kolayca olup biten ne var ki?
Zamanla kavradığımızı sandığımız o engin hayat derslerinin, uygulamaya konmadıktan sonra.. Yıllarca raflarda saklanan ve müthiş önemli tarih belgelerinden ne farkı kalıyor..Peki onları uzanamayacağımız kadar uzağa kim koymuş olabilir? Ya da onları bu denli erişilmez kılan nedir? Gözle görünen kısmının çekiciliği mi yoksa içeriğinin anlamı mı.. Öyle ya biz aslında her şeyi yargılamacı bir zihne sahip insanlar olup çıkıyoruz günden güne..İlk izlenimlerle kararlarımızı yönlendiriyoruz.. Sonra sonbahar yaprakları gibi bir o yana bir bu yana savrulup duruyoruz.. "Arada kalmış benlikler kulübüne hoş geldiniz!"
Pencerenin ardında ne var.. Bir kent.. Kentin içinde gizli kalan ne var.. Milyonlarca hayat.. Pencereden bakmayı denediğimizde öylesine; yüzeysel geçip gideriz tüm o hayatları. gördüğümüz sadece beton binalardır veya anlamlandırmaya gayret gösterdiğimiz kent ışıkları.. Keşke daha derine bakabilme yetisine sahip olabilseydik! Ama günümüzde çoğunlukla sahip olamadıklarımız üzerine konuşmayı tercih ediyoruz sanırım. Öyle ki yaşamdan elimize kalan ne varsa unutuyoruz.geçmişimizle yüzleşemiyoruz. Günlük telaşlarda sürüklenirken kendimizi unutuveriyoruz. Asıl yapmamız, yaşamamız gerekeni en sona saklıyoruz yıllar geçtikten sonra tekrar yaşamak üzere. Bu da bizi solgun kişiliklere dönüştürüveriyor.
Bazen hayattan ve yaşadıklarımızdan kaçmaya çalışıyoruz. belki de bunu zamanla bir savunma mekanizması haline getirdiğimizden giderek daha da alışıyoruz aslında normalde hiç de hoşnut olmadığımız şeylere.. Alışkanlıklar da zamanla elden bırakılamayacak kadar güçlü bir yapışkana dönüşüyor. Ve aslında olmak istemediğimiz kimliklere bürünüp istemediğimiz hayatlar yaşıyoruz. Kendimizi kandırıyoruz: bile bile yanlışlık; bile bile yalnızlık. Her şeyi aslında bilerek yapıyoruz. Sadece sığındığımız limanlarımız var. Onlardan biri de aslında öyle olmadığımız. Yani kendimizi kabullenemeyişimiz. Eleştiriye açık insanlar olamayışımız. kaç defa insan kendine yenilebilir acaba hayatta...Acaba insan kaç defa düşüp de kalkabilir, ardına bakmaksızın asla..Hayat bir oyunsa eğer, biz oyuncularsak hiç bir oyunda bu kadar yenilmemiştik biz ..Hiç bir oyun bu kadar acıtmamıştı canımızı..Ama hiçbir oyunu da bu kadar çok severek oynamamıştık..Milyarlarca yüz var bu hayatta.. Ve milyarlarca kişiye uygun milyon tane maske; herkesin payına düşen onlarcası.. Her şeyi yapmacık yaşıyoruz..Ve o her şeyi yapmacıklaştırmak için elimizden geleni yapıyoruz..Çünkü insanız, o doymak bilmeyen varlık.. Belki de en büyük zaafımız bu, gerçekliğimiz.
İnsanoğlu ne zamandan beri bu kadar kör ve bu kadar savunmasız kendine karşı...İnsanoğlu ne zamandır bu kadar zalim..

21 Mart 2008 Cuma

Cezayir

Cezayir son derece büyük bir şehir aslında. Hatta olabildiğince büyük ve heybetli. Bazen de biraz korkutucu. Binalar ilk dikkati çeken şey. Fransızlardan kalma yüksek yapılar ve balkonlarındaki süslü demirlerle son derece ilginç. İlk geldiğimde bu kadar büyük olduğunu fark etmemiştim aslında. Zamanla daha iyi görmeye başladım etrafımdakileri.
Eski yüzlü bir şehir burası. Etraf düzenli değil yerler genelde pis. İnsanlarının bazıları ürkek bazıları son derece cesur bakışlara sahip. İlk görüşte beni en korkutan şey yollarda her daim hazır bulunan jandarmalar oldu. Koyu tenleri sert bakışları ve üniformalarıyla yolları tutuyorlardı. Birkaç tanesiyle konuştuk bir şeyler sormak amaçlı. Sevimli olanları vardı içlerinde ama tabi genelleme yapmak mümkün değil. Belki de sadece sert görünmeleri gerektiği için öyleler. Kadınları gördüğüm kadarıyla sıcak kanlı. Göz temasından kaçınmıyorlar. Tanıştığım birkaç bayan daha ilk olmasına rağmen beni öptüklerinde çok şaşırdım. Ama hoşuma gitti.
Camiler dikkatimi çeken ikinci şey oldu. Minareleri bizim bildiğimiz gibi yuvarlak biçimli değil kare bir yapıdan oluşuyor. Aslında daha çok ilk bakışta kilise izlenimi veriyor. Binaların işlemeleri ve mozaikleri çok güzel ve rengarenk. Etraftaki normal binaların ise çoğu aynı renkte. Hatta uzun zamandır boyanmamışlar sanırım.
En çok sevdiğim şeylerden biri kapılar bu şehirde. Öyle değişik ve öyle güzel kapılar gördüm ki o an neden yanımda bir makinem yok da çekemiyorum diye üzüldüğüm çok zaman oldu. Buradaki kapılardan koca bir arşiv yapıp sergi bile açılabilir.
Çocuklar çok sevimliler. Genelde bakışlarında hep bir hüzün var yada bana öyle geliyor bilmiyorum. Yabancı olduğum için ürkmeme rağmen beni buraya yakınlaştıran bir dolu şey var. Genelde şehirde erken saatlerde tüm kepenkler kapanıyor ve benim buraları açık görebildiğim zamanlar çok nadir. Ama birkaç tanesine denk geldiğimde şaşkınlığımı görmenizi isterdim. Dışarıdan bakıldığında köhne bir hava veren kepenkli dükkanlar içlerinde dehşet güzellikler barındırabiliyorlar. Sanki küçük bir Paris burası. Son derece modern eşyalar, antikacılar, giysi dükkanları, her çeşit yabancı markayı barındıran küçük marketler var. Manavlar çok tuhaf sadece meyve satıyorlar. Sebze alabilmek için bazı yerleri tercih etmek gerekiyor. Kasap dükkanlarına her yerde rastlıyoruz. O da değişik bir durum benim için.
Genelde insanların kıyafetleri vasat. Annemin yada benim örgülerimizi veya ananemin gezmeye giderken pabuçlarını koymak için aldığı hasır torbaları buradaki bayanlar sokak çantası olarak kullanıyorlar. Kadınların bazıları ve hatta büyük bir kısmı bakımlı. İşli ve parlak baş örtüleri, şalları var. Gözlerinde sürmeleri var. Bazıları erkekler de dahil soğuk kış günlerin de bile çıplak ayaklarında terlikleriyle geziyorlar. Ama paraları olmadığından mı bilmiyorum. Sonuçta üzerlerinde giyecekleri var. Halk genelde fakir. Çok az maaşa çalışıyorlar ve kadınlar genelde evlerindeler. Kadınlarını çalıştırmayı istemiyor Cezayirli erkekler.
Yaşlılar çok sevimli görünüyorlar. Genelde erkekler kahverengi keçeden yapılma kapüşonlu pardösü giyiyorlar. Karanlıkta pek korkunç görünüyor. Ama daha korkunç olanı beyaz bir entari giymeleri. Arap ülkelerinde çoğunlukla giyilen tarzdaki elbiselerden. Yaşlıların genelde kocaman sakalları ve kafalarına sardıkları örtüleri var. Duyduğuma göre bazılarını uzunluğu 15-20 metreyi buluyormuş. Yaşanmışlıkların izleri yüzlerinde daima. Gizlileri saklıları yok.
Burada her an elinde fotoğraf makinesi olması gerekiyor bence. Bazen öyle ilginç kareler oluyor ki çekilecek. Kaçırmak çok büyük dezavantaj benim için. Kim bilir bir daha ne zaman görebilirim benzer şeyleri. Bir antropolog veya bir araştırmacı yada değişik kültürlere meraklı birisi için burası gerçekten çok fazla şey barındırıyor. Şu ana kadar kötü bir şeyle karşılaşmadık. Patladığını duyduğumuz bombalar hariç. Aslında pek de fırsatımız olmadı bunun için. Çoğu yeri görmedik henüz.
Yemek yenilecek restoranlar bolca. Değişik yemek anlayışları var. Kendilerine özgü. Şarapları gerçekten güzel. Hamud diye bizim çamlıca gazoz tarzında bir içecekleri var. Mergez dedikleri sucuk benzeri bir yiyecekleri var. Pizza yapıyorlar çoğu yerde. Yalnız buradaki pizzalar pideye daha çok benziyor veya lahmacuna. Ama gerçek pizza tadında yapan bir yer var adı Lunch. Son derece lezzetli somonlu pizza yapıyorlar. Somon demişken burada bulabildiğimiz şeyler pek de sınırlı değil başka ülkeler gibi. Bizim için fazla pahalı da değil. Ama halktan insanların somon alabildiklerini sanmıyorum. Yada tadını bilmedikleri için yemiyorlardır. Tabi ilk olasılık daha yüksek. Değişik yemeklere karşı pek açık değiller. Kendi tarzlarına düşkünler. Sanırım biz de bazen böyle oluyoruz. Cezayir çorbası içmek örneğin benim için pek hoş değildi. Sanki içinde sabun var gibiydi. Bazen ellerimizi yıkadığımızda hatayla elimizde kalan sabunun tadını aldığınızda nasıl genzinizi yakar hatırlayın. Bu çorbada da öyle bir tat var işte. Ama yine de içimizi ısıtmaya yetiyor.
Fransızca dan daha çok Arapça konuşuyor halk. Ama Fransızca konuştuğunda da anlıyorlar. Etrafta bilmediğin bir dili konuşan insanların olması bana daima yabancı olduğumu hatırlatıyor. Yada burada senelerce de kalsam yine de onlardan olamayacağımı. Bir aitlik duygusu hissedemiyor insan. En azından şu anda ben hissedemiyorum. Ama tabi benim için daha erken. Zamanla her şeyin daha iyi ve kolay olacağına inanıyorum. Burada ilgimi çeken bir başka şey ise insanların sürekli yol kenarlarından yürümeleri. Bizim otoban olarak bildiğimiz yollar bahsettiğim. Ama burada otobanlar sanki şehir içi yollar gibi kullanılıyor. Ve genelde gece veya gündüz kadın erkek veya çocuk herkes bu yollardan yürüyor. Ayrıca çocuklar da okula gidebilmek için uzun yollar kat ediyorlar. Bazıları annelerinin ellerinden tutmuş bazılarıysa yalnız başına sırtlarında kocaman çantalarıyla. Bazen onlara bakıyorum da yürürlerken; yakınlarda hiç yerleşim göremiyorum işte o zaman anlıyorum yollarının ne kadar uzun olduğunu. Üzülüyorum ama aynı zamanda da okula gitmelerine seviniyorum.
Çocuklar için pek bir şey yok aslında oyalanacak. Oyun parkı hiç görmedim daha. Olsa da oynanmayacak kadar kötüdür sanırım. Oyuncakçı desen var ama içinde pek bir şey yok. Bizim eskiden oynadığımız oyuncaklara benziyor. Modern bir şey yok. Ama yine de çocuklar bunlarla oynamaktan mutlular. Çocuk zihinleri algılamıyor böyle şeyleri.
Sokak köşelerinde İstanbul da sıkça rastladığımız sigara satıcıları var. Genç erkekler gördüm genelde tezgahların başında. Pek bir şey kazanmıyorlardır ama yine de çabalamaları güzel. Evde oturup kadınlarına sarmıyorlar en azındanJ
Burada kullandıkları arabalar son derece eski. Hatta çoğunu Türkiye de görmemiştim bile. 46 model bir araba gördük. Ama benim en çok sevdiğim 65 model Citröen C2 ler. Bambaşka bir hava veriyorlar yollara. Eskiden sokak başlarında park edilen renkli chevroletler gibi. Çoğu da bakımsız arabaların. Sanki her an yolda kaldı kalacak gibi. Yine de böyle olması şehre daha mistik bir hava katıyor bana kalırsa.
Hava öyle enteresan ki burada. Güneşli bir sabah uyanıyorsun her yer alabildiğine parlak. Birkaç adım atıyorsun ve anında gökyüzünde delice bir sağanak geliyor. Sanki sana bugünlük bu kadarı yeter gibi. Bazen de hava kapkara bir örtü gibi kapalıyken üzerimizde, daha kafanı pencereden uzaklaştırmana kalmadan anında kocaman bir ışık huzmesi dalıveriyor odadan içeri. Neye uğradığını şaşırıyorsun. O da “hadi bakalım tembellik etme de güne katıl” diyor gibi aynı. Ne de olsa Afrika da yaşıyoruz. Demek burası da ben gibi ne zaman ne yapacağı pek de kestirilemiyor.
Bazen hiç Afrika’daymışım gibi hissetmiyorum. Etrafı görmediğim zamanlarda. Sadece bir tek alanda sınırlı kaldığımda. O an sanki kendi şehrime sadece biraz uzaktaymışım gibi geliyor. Genelde yolda olma halinden başka bir de başkente gidince anlıyorum burasının farklı bir kıta olduğunu. Evde bile çok hissetmiyorum bu duyguyu. Ama genelde evde olduğum da kendimi yalnız hissediyorum. Yalnız kaldığında insanın bolca zamanı oluyor düşünmek için. Düşündükçe içinden çıkılmaz bir hal alıyor insan. Koca bir topak yumak gibi oluyorum. Çöz çözebilirsen.
İnsan bazen olmadık anda kendine sinirlenecek bir şey yaratabiliyormuş bu özelliğimi keşfettim burada. Sadece küçük bir iplik parçası bile sinir sebebi olabiliyor. Ve uzadıkça uzuyor iplik gibi sinirlenilen şeylerin listesi. Lap topun sıcaklığı, elimi koyduğum yerlerde iz bırakmam, gürültülü çalışan klimalar, ateş olsa cürümü kadar yer yakacak kuşların tiz sesleri, iyi kaynamamış sular, hemen kirlenen halılar, pilav olmakla zerre kadar ilgisi olmayan pilavlar, çoğu kısmı silikon görüntüsündeki kocaman kesilmiş etler, ışığı içeri sokmayan koyu renkli perdeler, aksine rüzgarın gürültüsünü zorla kulağına getiren odalar ve daha bir çok sinir durumu yaratacak etmen var. Ama zamanla bunlar birikip rahatsızlık verdiği için ister istemez kendinize komik savunma mekanizmaları yaratıyorsunuz. Örneğin “lap topumu seviyorum çünkü o olmasa sevdiklerimle haberleşemem, klimalar olmasa üşürüm, kuşlar olmasa belki yaşamın akışını fark edemem, pilavlar kötü olabilir ama bunu bulamayanlar da var, etler için daha bir şey yaratamadım sadece para yokluğunda sürekli nasıl bu kadar çok et yiyebiliyoruz diye düşünüyorum, perdeler en azından uyku için iyi oluyor erken kalkmak günü ikiye katlıyor çünkü, ve odalarımıza gelince en azından başımızı sokacağımız bir yerimiz var” gibi.
Hayatın farklı bir kesitini görmek güzel bir duygu. Uzak da olsa yine de başka bir yeri tanımak insanı mutlu hissettiriyor en azından benim için böyle. Şu an evimde oturan buradaki güzelliklerden habersiz, burada yazdığımın çoğunu bilmeyen bir insan olabilirdim. Ama keşfetmeyi her zaman sevdim yada yeni maceralar katmayı hayatıma. Yolda olmayı sevmek gibi. Bavul hazırlamayı her zaman sevdim çünkü titizlikle hazırladığım bavullarım her zaman yepyeni hayatlara açılan kapılar oldu benim için..
Bu yolculuğumla çok şey fark ettim. Örneğin bir yer hakkında başkasından ne kadar çok şey duyarsanız duyun orda yaşamak gibi, orayı tanımak gibi kendi deneyimlerinle hareket etmek gibi olmuyor. Herkesin fikri yada bakış açısı farklı olabiliyor. Hayatı deneme yanılma yoluyla kavramak en güzeli tabi nasihatleri ve yol göstericileri atlamadan. Önyargılardan uzak olmak her şeyi daha rahat kavramaya olanak veriyor. Birini yada bir şeyi sevmemek çok kolay en zoru anlamaya çalışmak. İnsanlar genelde hayatlarının her dönemi zorluklarla karşılaştıkları için kolay olanı tercih ediyorlar. Kendilerince haklı olduklarını düşünerek. Ama kaçırdıkları fırsatları bilmeden ölmek gibi bir detay var oysa hesaba katmadıkları. Örneğin hani ne kadar çok kitap okursan o kadar çok şey öğrenirsin, yeni yerler görür yeni insanlar tanırsan vizyonun genişler, kendini geliştirir zaman ayak uydurursan genel kültürü olan saygın biri olursun gibi. Bir lisan bir insan gibi aynı. Ne kadar çok hayat alanı görürsem o kadar çok şey kazanacağıma inanıyorum. İnsanları tanımayı, onları dinlemeyi, bir süre de olsa onlardan biri gibi hissetmeyi ve geçici aitlik duyguları yaşamayı seviyorum. Ruhumu doyuruyorum ve yazacak bir sürü şey buluyorum böylelikle.
Kilometreler arttıkça uzayan sadece yollar değil kavuşmalar da oluyor. Ama azalan bir şey de var hissiyatlar. Kavuşursun adı mutluluk olur kavuşamazsın aşk diyor bir şair. Belki de doğru. Aşk mutluluktan hep daha tutkuyla anılan bir şey olmuştur. Belki de uzaklara duyulan özlem aşk gibidir. Yakıcı ve bir o kadar da kendine özgü. O yüzden en güzel romanlar şiirler özlemler hep ayrılık yıllarında, uzak diyarların getirdiği özlem zamanlarında, içini kabartan aşk doluluklarında yazılır. Belki de dünyada yalnızlığı seçen mutsuz insanlar sandığımız kadar yararsız değillerdir. Çoğu zaman onlara mikrop gözüyle bakar hayatın tadına varamayan, kendini güzelliklerden mahrum etmiş vasıfsız yaratıklar olarak görürüz çünkü.
Artık biliyorum ki uzaklaştıkça kelimeler çoğalıyor, sevgiler değerleniyor, gözyaşları sürekli kullanıldığından önemsizleşiyor. Geride bıraktığın her dakika adına yazacak saatler bulabiliyorsun. Özlediğin her insan için kendi içinde ayrı bir yer oluşturabiliyorsun anılarından. Hafızan güçleniyor. Hatırlamak için çaba sarf ediyorsun. Daha güçlü biri yapıyor seni uğraşların. Resimlerin en değer verdiklerin kategorisinde ön sıralarda yerini alıyor. Seni anlayan ve seven bir kocan varsa mutlu ama tam tersiyse filozof olursun diyorlar. İki türlü de kazançlısın sanırım. Filozoflar prim yapıyor günümüzde. Yada filozof geçinenler. Her türlü bildiğini satman gerekiyor birilerine. Yoksa tutunamıyorsun. Kendini saklama devri geçti çoktan. Bildiklerin seni güçlendiriyor. Bilmediklerinse öğrenmenin yaşı yoktur a değil, ateş olsan cürümün kadar yer yakarsına getiriyor seni. Değerler azaldıkça azalıyor. Değer verilenlerde öyle. Ama bazı şeylerin de değeri gün geçtikçe artıyor. Belki de eskiden insanlar hayatın içlerine girmesine izin veriyorlardı. Hayatın içinde devinmeye. Şimdilerdeyse yaşamak onlara çok uzak…

20 Mart 2008 Perşembe

Ayna

Aynadayım,
Korktuklarımla oynamayalı çok zaman olmuş meğer
Şimdi onları
Odalarından çıkardım
Ne olduklarını ve ne olmadıklarını biliyorum artık
Keşke duygularımı eksiltebilseydim..
Kim bilecekti ki?
Hala yaşıyor olmam işlediğim günahlardan daha belirleyici değil..
Kahverenginin bir tonu olmam
Neyi değiştirecekti ki?
Ve aklımın ermişliğinde
Yeni üzümler düşlemek kırmızı kırmızı
Karalığımı silecek miydi?
Üzümlerin çürüdüğünü gördüğümde
Yaşadığımın gümüşten özüyle
Atmayacak mıydım elimi serin sulara?
Delmeyecek miydim günleri.?.
Ölüm olmak güzel şey!
Hele aynalarda..
O kadar da ben olmuştum oysa!!!

14 Mart 2008 Cuma

Yolculuk

Ne gezgin bir yalnızlıkmış sensizlik!
tutkular arasında boy atmış çığlık
acıların mızrağı hüznün namlusu
hangi yoldan, nasıl buldun ruhumu?soğuk yaprakları arasında yolumun
neyle yaktın ansızın hüznünün ateşini?kim eğitti seni bana getiren adımları?
hırçın ve aralıksız kuşattığında sevda
yırtıp dikenleriyle beni
aslında yüreğimde yanık bir yol açıyordu.ne olduysa işte o zaman oldu..çok uzaktan bir şey göründü bana ağırlığına gömülmüş, toprakla kaplı büyük güzlerin ve yapraklarla nemli gecenin sağırlaştırdığı bir çığlıkla uyandırdı beni..bitkisel rüyamdan!
ve o masum, dingin çocukluğum sanki yıllardır beni arıyormuşçasına bir özlemle bana geri döndü..sanki her mevsim yaz
gölgen tapteze erik kokusu gözlerinin pınarı sanki güneyde gizlenmiş , sıcacık gövden suda taşlar gibi cilalı
salkım dudaklarında çiy taneleri toprağı yaşıyorum senin yanında.
eyy sarı bir taşın yüreği gibi ağır ve denizin dalgasıyla yuvarlanan parlak günler
eyy ateşin susuzluğu, yazın alev yığını
eyy maviye dalmak tutkusu.
eyy yaprakların yarattığı cennet!kimsede yok sendeki yürek vuruşu,bütünsün , kesinsin, teksin..seninle olduğumda aşkla arşınlıyorum yeri göğü..madem ki herşey çifte biçimlidir yaşamda,madem ki sessizliğin kanadı sözdür,
seni seviyorum öyleyse..
seni seviyorum ben,sana yeniden başlamak için,sonsuza yeniden başlamak için,..

Yaşamın Rengi

"...Yaşamın nasıl renklendiğini görmek için kaleydoskopa ne gerek var ki? Bir kişinin gözlerine bakmak yeter de artar bile o binbir çeşit rengi görmek için..Gözler ; sancılı bir gecede geliyorsa eğer aklına ve o an hiç çıkarmamacasına kazıyorsan beynine onları adım adım, işte o zaman kendin; yaşamın renklerine tuttuğun kaleydoskop oluverirsin bilmeden..Bilmeden yeni bir şey yaratmışsındır varlığınla..Bir köprü oluvermişsindir yaşamla , yaşanılanların arasında..."İşte bazen sen bilmeden giriverir bir ikinci kişi hayatına, hemde sen kale kapılarını sonuna dek kapattığını sandığında. O gelince kelimelerde gelir ardından, yaşamın binlerce rengi de..Kocaman kızıl bir harita oluverir yaşam..Eline alırsın haritanı ve o kızıllıkta aramaya koyulursun yeşil gözlerini sevdiğinin. Yeşille kırmızının uyumunu hep sevmişimdir ben..Sonsuz bir aşka teslimiyet vardır kırmızı da; yeşilse her zaman doğal olanı simgeler. beyaz kadar duru bir güzelliği yoktur onun ama, daha az kir tutar bilirsiniz..Ne de olsa insanız..Her zaman korumak isteriz kendimizi, hayatın paslanmış taraflarından..Şimdi yaşamın bütün renkleri yüzümde, hissedebiliyorum bunu..Fakat onlara rağmen içimdeki küflenmiş taraflarımı görüyorum da , atamıyorum..Kibirli bir gölge oluveriyorum geceleri birden..Ve o an sanki herşey tek kişilik gibi geliyor..Yatağıma uzandığımda yıllardır sakladığım eski bir fotoğrafı bulmuşcasına katıksız bir sevinç kaplıyor içimi..Gözleri geliyor aklıma.. O zaman hayatımdaki tüm virgüller kayboluyor..Küskün yanım, sağ omzumda güvenle oturan bir meleğe dönüşüyor..Sonra penceresini açıveriyorum hayatımın ve uzun soluklar alıyorum..Gecenin tekliğinde bir el uzanıyor omzuma..Silahımı bırakıp o an; şeker kokulu sokaklarına dalıveriyorum bilmediğim bir bedenin. Ve tıpkı istanbul gibi bendeki tüm suçları kadere atıyorum..Hergün aynaya baktığımda gördüğüm yüz; o bilmediğim ifade kayıp gidiyor sessizce yeşilliğin dinginliğinde..bütün renklere inatla..Ve hayatı; vazgeçilmezim oluyor!