30 Ekim 2008 Perşembe

Kamptaki kediciklerimiz

Kedileri eşim de ben de çok seviyoruz hatta sanırım o benden daha çok seviyor..Hatta onun bir kedisi de var İzmir de adı da Kokoş. Pek de tatlı pufidik tüylü birşey. Onun fotoğraflarını da koyarım bir ara. Kampta bir tane hamile kedi vardı. Sürekli miyavlıyor ve yiyecek birşeyler istiyordu. Böyle başladı herşey. Sonra hanım doğurdu. Mini mini yavrularını ilk başlarda sadece uzaktan izleyebildik. Sonra şirinler büyüdüler. Ortaya çıkmaya badi badi dolaşmaya başladılar. Öyle tatlılar ki görmelisiniz. Habire annelerinden cok cok süt emiyorlar. Bir de patileriyle annelerinin memelerini ittirmeleri var ki canla başla. Hepsi birden birbirlerini ittiriyorlar süte ulaşmak için. Kamptaki mazgalları geçmeye korkuyorlardı ilk başta. Sonra alışınca büyük bir dikkatle ve patileri kayarak geçmeyi denediler. Hatta onlara kolaylık olsun diye köprü niyetine tahta parçası bile koymuştuk. Şimdi maşallah atlayıveriyorlar hemencecik üstlerinden. Oyuncular çok. Sinekleri kovalıyor, kahve içilen plastik boş bardakların rüzgarda bir o yana bir bu yana savrulmasından kendilerine pay çıkartıyorlar. Küçük cüsseleriyle dört bir yanda plastik bardağı kovalıyorlar. Tabi bir de ağaçlardaki kuşları. Fazla söze ne hacet.. Bakın bizim minik kediciklerimize de şirinliklerini görün diye dün fotoğraflarını çektim. Yemeğimizden artanları hep onlarla paylaşıyoruz. Yemez dediğimiz şeyleri bile hapur hüpür götürüyorlar vallahi.

Arkadaki siyah olanın adı Kömür; Ortadaki ve en yumuşak tüylü olanın ve bizim en çok sevdiğimiz olan bu canavarın adı Çamur aynı zamanda da Tucurnu diyoruz Turuncu'nun kedicesi yani:) Onun yanındaki gri kırçıllı olan ise ikiz; mavi gözlü olanın adı hem Mami hem de Çimen; Yeşil gözlü olan ise Çayır.. Annelerinin adı da Çulup..
İşte bu da Tucurnu'nun yakından görünüşü..Koca bıyıktır kendisi ama son derece yumuşak ve uysaldır..Hem diğerlerinden daha uzun olacak sanıyoruz bunun tüyleri..

Şu şebeğin patilerinin güzelliğine baksanıza yahuu..Bu yeşil gözlü olanımız. Diğer mami kadar canayakın değil aslında mami daha sıcak. Çağırınca hemen geliyor. Bebek gibi kucakta uyuyor. Yiğitle de bayağı anlaşıyorlar yaniii kıskanmıyor değilim hani:):)


Melül bakışlı minik kediciğimiz. Pek de güzel değil mi ama?

29 Ekim 2008 Çarşamba

Ne mutlu Türküm diyene!

Bugün 29 Ekim Cumhuriyetimizin 85. yılı. En güzel gün bugün. Keşke şu anda Türkiye'de olabilseydik de biz de o yürüyüşlere katılabilseydik, coşkuyla, sevinçle..Her yer kırmızı beyazdır şimdi. Her evde, her sokakta, her caddede, her dükkanda, her pencerede o güzelim Türk Bayrağı. Nasıl da görmek isterdim şimdi yurdumun bütün her yerini. Kanatlanıp uçmak her bir köşedeki insan yüzlerini görmek isterdim. Ama en çok da Atatürk'ü görmek isterdim. Onunla konuşmak, gözlerinin o kocaman maviliğine bakmak, ellerine dokunmak isterdim.

Çocukken okulda öğretilen marşları ve şiirleri hatırlıyorum. Şimdilerde yine dilimdeler. Yazdığım kompozisyonların bazılarını bile hatırlıyorum. Ezberlediğim şiirlerin. "Atatürk ölmedi yüreğimde yaşıyor diye başlayan o güzel marşı söylüyorum içimden yüksek sesle. Bir de beni en çok etkileyen şiiri okuyorum sayfalardan "Atatürk'ün bir saati vardı" isimli.


Biliyorum ki benimle aynı duyguları paylaşan bir sürü kişi var kimilerine inatla. Özgürce düşünen, özgürce yazan, paylaşan, yaşayan. Bu günler geçecek. Cumhuriyetimize, Atamıza dil uzatan hainler çaresiz, yapayalnız kalacak; düşecekler. Biz Türk Gençleri bu vatanı kimselere vermeyiz vermeyeceğiz. Biz bu vatanın, bayrağımızın yegane bekçileriyiz. İçimizdeki Atatürk şarkılarıyla besleniyoruz, Atatürk sevgisiyle. Gözlerimiz onun gibi bakıyor çakmak çakmak, onun gibi anlıyoruz insanları, dünyayı onun gözüyle görüyoruz. Biz onun parçalarıyız. Bugün hepimizin günü. Vatanında olamayan uzaklardaki bizler için de siz coşkuyla kutlayın bugünü.

Nice 85. yıllara. Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun.


Ne mutlu Türküm diyene!...

28 Ekim 2008 Salı

Etkileyici bir film "Fountain" ve Dramatik olduğu kadar bir o kadar da gerçekçi bir film "Beyaz Melek".

Normalde blog yazıma resimle falan başlamayı pek sevmiyorum ama bugün güzel bir gün ve ben de değişiklik yapabilirim diye düşündüm. Bu afiş dün gece zevkle izlediğimiz filmin afişi. İşte benim en sevdiğim film tipi. İzleyenler anlamıştır. Mistik, romantik, heyecanlı, içinde eski zaman hikayelerini barındıran ve karakterlerin hayat dolu olduğu bir film tabi bir de yazar olması filmde beni en çok sevindiren. Nedense bu beni çok etkiler. Filmlerin için de hep bir tane yazar olsa keşke. Çok şey öğreniyorum ben onlardan.

Bu filmde herşey ilginç. Öykü nerde başladı nerde bitti diyorum kendime. Ama tam da yerinde bence. Biraz aptallaştırır bu tür filmler ama iyi etki yapar. Özellikle filmde Rachel Weisz'in müsvette defterine ve el yazısına bayıldım. (Yukarıda sanırım bir parça da olsa görülüyor, gerisini hayal edebilirsiniz) Sonra Hugh Jackman ın saçsız ve bembeyaz parlak haline, en çok ama en çok da o süper camdan küreye bayıldım. En sevdiğim şeylerden biridir o içinde yapma kar olan küreler. Nasıl da mutlu eder insanı. Hayat ağacı ise zaten harikaydı. Daha fazla anlatmak istemiyorum aslında. İzleyin...


İşte o çok beğendiğim camdan kürecik ve içindeki Yaşam Ağacı. Benim ismim gibi aslında Cennetteki Tuba ağacı gibi. Belki de o yüzden sevdim ben bu filmi. Neden olmasın?


Şimdi gelelim Beyaz Melek filmine. Aslında çok daha evvel izlemem gerekirdi. Bir cd almıştım arkadaşımdan ama bozuk çıkmıştı sonra da sanırım unutuldu. Şimdi iyiki izlemişim diyorum. Daha filmin onbeşinci dakikasında ağlamaya başlamıştım. Mahsun Kırmızıgül'ü gerçekten tebrik ediyorum. Kurguyu çok iyi yapmış. Hiç öyle abuk bir sahne yoktu. Ki bu kadar iyi olabileceğini de beklemiyordum ben. Öyle çok ağladım ki hala gözlerim kurbağa gibi pörtlek. Hayatın zor kısımları, acı gerçekleri ama aynı zamanda yaşama çoşkusu, umut ve sevgi.

Büyükşehirlerde yaşlı insanlarımıza gerçekten ne kadar az kıymet verildiğini bir kez daha öğrendik. Yaşlılar doğudaki kadar saygı görmüyorlar malesef. İnsanlar en önemli şeyi insanlıklarını mı unutuyorlar? Oysa bir evde yaşlı biriyle birlikte yaşamanın ne kadar huzur veren bir şey olduğunu sadece yaşayanlar bilebilir. Babaannem gittiğinden beri bunu daha iyi anlıyorum ve onu. Şimdi çoğu zaman unutan anneannemin kıymetini daha iyi anlıyorum. Onun sevdiğim beyaz başörtüsüyle evimizde kuran okumasının içimi huzur dolduğunu hatırladım bir kez daha. Her zaman yaşlı insanları sevmişimdir. Tanımadığım da olsa bir resimde gördüğüm bir teyzeyi öpmek gittiğimiz bir yerdeki yaşlı bir amcayla uzun uzun konuşmak nasıl da mutluluk verici.

Filmi gerçekten sevdim. Çok ağlatmasına rağmen beni. Bu filmde de sevdiğim çok sahne var tabiki ama ilki adını şu an hatırlayamadığım filmde Mahsun Kırmızıgül'ün babasını oynayan oyuncunun ölmeden evvel söylediği şu sözlerdi; "Unutmayın, gittiğiniz her yerde bir kapınız olsun"..Ne kadar da doğru bir söz. Bir de Tuz Gölü'nün muhteşem görüntüsüne bayıldım. Ben de gidip görmek istiyorum bir gün. Hatta orada kaldıkları otelin gerçekten varolup olmadığını çok merak ediyorum. Umarım öyle bir yer vardır ve gittiğimde kalacağım yer orası olur. Her yer alabildiğine bembeyaz..Ne kadar da huzur dolu.


İnsanın gözünü rahatsız ediyordur elbet bu beyazlık fakat böyle bir güzelliği görmek için az da olsa rahatsız olunabilir sanırım. O bankta oturmak hem ilginç hem tuhaf hem de huzurlu olsa gerek.

Filmdeki herkes muhteşemdi bence. Hepsini gönülden tebrik ediyorum. Özellikle de Mahsun Kırmızıgül'ü..İyiki bu filmi yapmış.

Nihayet güzel haberi aldık

Vallahi nasıl sevindim anlatamam. Babam yazıp haber vermiş ilk. Görünce çok sevindim. Artık seni okuyabiliyoruz dedi babacım..Herhalde haberlerden anladığıma göre yeniden değerlendirme yapılana kadar mı açtılar nedir? Yeniden kapanmaz umarım yaa. Şimdi de bir korku bastı kapanır falan.
Boşu boşuna üzüldük günlerce..Ne kadar saçma bir hadiseydi. Kapanmasaydı da hiç bunları yaşamasaydık. Ama bunlardan da ders almalıyız işte. Büyük bir hareket başlattık sesimizi güzelce duyurduk. Herkesin emeği var bunda. İyiki blogspottayız.
Ben de her ihtimale karşı wordpress den blog almıştım ama aktarmamı yapmamıştım allahtan daha. Ama şimdi hemen kapatmayı düşünmüyorum. Bir müddet beklesin bakalım orda. Mazallah yine bir fikir değiştirirler falan. Yeniden aynı işlemlerle uğraşmak istemiyorum.
Wordpress de güzel bir blog sitesiymiş ama blogspota çok alışmışım. Çok yadırgadım orayı. Ama içinde kendiliğinden etiket bulutu bile varmış çok hoşuma gitti. Burdaki etiket bulutumu oluşturmak için az mı uğraştım. Yine de buna rağmen blogspottan vazgeçemiyorum. Umarım geçmem de gerekmez.
Bu güzel haber hepimize hayırlı olsuuunn.. Bir daha böyle şeyler olmasııınnnn!!!!!

27 Ekim 2008 Pazartesi

Blogger'ın kapanma nedeni ve bloglarımızın görüntülenebileceği yeni adres

Merhaba herkese yeniden;

Bugün Güldem arkadaşımın blogunda gördüm bu yazıyı ve hemen okudum. Siz de okuyun diye linkini buraya koyuyorum. Blogger ın kapanmasının nedeninin Lig Tv nin maç yayınlarının birilerinin blogundan izinsiz olarak yapılmasıymış. Yani aynen dendiği gibi kurunun yanında yaşın da yanması durumundan başka bir şey değil. Madem böyle bir şey var o zaman o blogları bulup kapatın değil mi ama. Umarım bu saçma uygulama düzelir bir an evvel. Hepimiz yeniden bloglarımıza dönmek istiyoruz arada başka sitelere girmek gerekmeden.
Bu arada yeni bir haber benim için şu tunnel denilen siteden başka www.gizlen.net adresinden bloglarımız Türkiye'den de okunabiliyormuş. Özellikle craftwoman bunu belirtmiş ve blogspotu terketmememizi istemiş. Blogspotu seviyorum ben ve burda yazmaya devam ediyorum. Bu adresten de görülebiliyorsak lütfen bizi okumaya devam edin diyorum.

26 Ekim 2008 Pazar

Beni Hala Görebilenler İçin

Herkese Merhabaa;
Bu bloglarımızın kapatılması olayına epeyce üzüldüm. Yurt dışındaki arkadaşlarımla hala haberleşebiliyoruz bloglarımızdan fakat Türkiye deki hiçkimse beni ve benim gibi olanları göremiyor malesef. Zaten amacım da bu değil miydi benim, aileme ,sevdiklerime, arkadaşlarıma 2000 km uzaktaki hayatımdan haberler vermek, içimdekileri onlarla paylaşmak. Şimdi bildiğim kadarıyla çoğu blogger kullanıcısı arkadaşım başka yerlerden adres alıp bloglarını taşıyor. Ben de öyle yapabilirim. Şimdiden wordpress den bir adres alıp blog yaptım ama tabi yazılarımı oraya nasıl taşıyacağım hakkında bir fikrim yok. Benim için yeni bir adres olduğundan daha öğrenemedim. Kurcalıyorum hala neler yapılabiliyor diye. Bu adresim tabiki yine olduğu gibi kalıcak ama türkiyeden okunabilmesi için oradan da bişeyler yazmayı düşünüyorum.
Eğer eski yazılarımı oraya nasıl aktarabileceğim hakkında bilgisi olan varsa ve tabi bu yazımı okuyabilen, bana yardımcı olursa çok sevinirim. Daha henüz oraya bir şey yazmadım ama aklınızda bulunsun diye yeni adresim bu adresimle aynı http://tugbatekeli.wordpress.com/ .Belki sorunlar çözüme ulaşır ümidiyle bekliyorum umarım bloglarımız yakında açılır.
Başka adres alan arkadaşlarımın da bana adreslerini iletmelerini rica ediyorum bağlantımızı kopartmamak adına..
Herkese Sevgilerrrr:)

25 Ekim 2008 Cumartesi

Nedir bu Yasak!

Şu anda acayip sinirliyim. Dün evimizdeyken ailelerimizle konuştuğumuzda msn de bloguma giremediklerini söylemişlerdi. Ben de teknik bir sorun vardır herhalde düzelir diye düşündüm. Çünkü ben girebiliyordum. Sonra akşam babam tekrara aradı. Blog da “Bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir.T.C. Diyarbakır 1. Sulh Ceza Mahkemesi 20.10.2008 tarih ve 2008/2761 [...] yazdığını söyledi. Yazının bu halini Craft arkadaşımdan öğrendim. Aaa resmen şok oldum yaaa.. Acayip de sinirlendim. Nedir bu şimdi? Neden engelleniyor bloglarımız. İçine tuhaf ya da ayıp yada suç teşkil edecek birşeyler mi yazmışız? Kim benim yazdıklarıma bu engel koyan? Anılarıma, hayallerime, hayatıma? Gerçekten anlayamıyorum. Gerçekten Arkadaşım Flame in dediği gibi son zamanlarda olup biten neyi anlayabiliyoruz ki..Saçmalık hem de külliyen saçmalık..Burda blogumda geçirdiğim zamanlarımın artık olmayacağını düşünmek istemiyorum. Türkiyedeki sevdiklerim arkadaşlarım ailem yazdıklarımı okuyamayacaksa ne anlamı kaldı onca yaptığım şeyin, yazıların? Burada en yakın arkadaşım benim blogum. Ve tabi blogumu sevgiyle paylaştığım arkadaşlarım. Bu durumu kınıyorum.En kısa zamanda çare bulunmasını istiyorum.
Bu arada arkadaşlarımın dediğine göre ktunnel.com adresinden okunabiliyormuş sanırım yazılar. Nasıl olduğunu pek bilmiyorum ama isterseniz deneyebilirsiniz.

24 Ekim 2008 Cuma

Sarah ve Ben

Çarşamba günü benim için çok güzel bir gün oldu. Buradaki arkadaşım Sarah ne zamandır kaldığımız kamp'a gelecekti. Bir türlü fırsat olmamıştı. Nihayet çarşamba günü geldi. Birlikte güzel bir gün geçirdik. Sabah 11.00 civarında babasıyla birlikte geldiler. Babası ofise gitti Sarah'yı da benim yanıma bıraktı. Bir müddet tv odasında oturduk sohbet ettik. Sonra öğlen yemeği yedik birlikte. Herkes benim gibi onu gördüğüne pek sevindi. Bana hep aa arkadaşın mı geldi falan dediler. Çok sevindim ben de. Tabi Sarah'yla Türkçe konuşuyoruz. Türkçesi gayet iyi. Yani benim söylediklerimin çoğunu anlıyor. Anlaşamadığımzı yerde ingilizce kullanıyoruz tabi fransızca da birşeyler söylüyor bana. Öğrenmem için. Bu ay sonunda Türk okuluna başlıyor. Türkçe sini daha da geliştirmek için. Şu anda Üniversitede Tercümanlık bölümünde okuyor İngilizce Almanca ve Fransızca. Ama en çok istediği şey Mimar Sinan Üniversitesinde Güzel Sanatlarda ya da Dekorasyon falan okumak istiyor. Bir mail yollamış onlara sanırım nasıl gelebileceğine dair bir şeyler sormak için ama bizi telefonla arayın bilgi için diye bir cevap yazmışlar. O da çok üzülmüş. Ben de ilgilenmedikleri için çok kızdım. Türkiyeye gittiğimde onun için bir araştırma yapacağım. Yurt dışından gelecek öğrenciler için ne gibi formaliteler var diye. Netten de araştıracağım biraz. Bu hususta bilgisi olan arkadaşlar varsa bana geri dönüş yapabilirler çok sevinirim.


Sarah o kadar cana yakın bir kız ki anlatamam. Onunla Türkçe anlaşabilmek de çok güzel. Tabi benim Fransızca öğrenebilmemi engelliyor ama birlikte fransızca da çalışacağız inşallah konuştuk. Keşke daha çok görüşebilme olanağımız olsaydı. Ama şimdilik pek olanak bulamıyoruz. Yeniden yanıma geleceği günü sabırsızlıkla bekliyorum. Geldiğinde ona bizim düğün cd lerimizi falan izlettim çok beğendi. Bir iki sene sonra ablası Asma da evlenecek. Ona da göstereceğiz fikir olması açısından. Asma'yı da çok seviyorum o da Sarah kadar tatlı ve sevecen. Belki bir dahaki gelişte Asma da gelir Sarah ile birlikte. Çok sevinirim.


Bunlarda o gün çektiğimiz fotolar. Allahtan makinamızın uzaktan kumandası var. Biraz zorlansam da çekerken yine de başardık sonunda. O gün gerçekten benim için çok özeldi. Uzun zamandır böyle bir şeye ihtiyacım vardı. Eski günlerde arkadaşlarımla yaptığımız güzel sohbetler gibi tat verdi bana. İlk defa kendimi yalnız hissetmedim. Ne zaman ihtiyacın olursa yanına gelirim dedi bana çok sevindim. Umarım bundan sonra daha çok görüşme fırsatımız olur..

İşte benim güzel arkadaşım Sarah..Son derece güler yüzlü...

Burası da bizim kamptaki minik odamız. Arkadaki sucuğa dikkatinizi çekerim:)

21 Ekim 2008 Salı

O.Çocukları

Dün gece eşimle yine film keyfi yaptık. Akşam yemeğimizi yedikten sonra Tv odasında biraz oturduk çay içtik. Zaten son zamanlarda tv de pek de birşey yok. Maçlar dışında tabi bir de sürüsüne bereket dizi. İçlerinde güzel olanları da var tabi ama. Genelde izleyemiyoruz özellikle maç günlerinde ve erkek nüfus çoğunluklu bir ortamda bulunduğumuz için. Sanırım sadece Asi ve arasıra da Kavak Yelleri izlenebiliyor. Neyse dün gece önce Nicolas Cage in Lord Of War adlı filmini izledik. Fena değildi bence. Çok da beğendiğimi söyleyemiycem. Belki de öyle bir film izlemeye kendimi programlamadığım içindir. Savaşın, silahların, saçma sapan politikaların, katliamların, çocuk savaşçıların bol olduğu bir filmdi. Kötü hissettim. Bunu o adam yapmasa zaten dediği gibi başkaları yapıyor. Ama nasıl bu kadar hissiz olabilmiş bu adam bu filmde anlayamadım doğrusu. Yine süper rol yapmış tabiki. Yüz ifadesindeki ablaklık da cuk oturmuş bence. Nereye ait olduğunu bilmeyen silik karakter bir anda içindeki hırsı ve bir şey olma isteğini keşfedip Savaş Tanrısı oluyor. İsim çok güzel uymuş bence. İzlenebilitesi yüksek bir film. Ayrıca film afişine de bayıldım. Buradan bakabilirsiniz.

Gelelim asıl konum olan filme. O.Çocukları. Ben çok beğendim bu filmi. Herkesin izlemesini tavsiye ediyorum. Keşke Türkiye de olup da şöyle zevkle sinemada izleyebilseydim. Kadro zaten bence süper. Konu da bir o kadar can alıcı. Gözyaşlarıma yine engel olamadım. Zaten olunacak gibi de değildi. Türkiye nin 80'ler deki o hali içler acısı. Ne kadar kötü bir durum. İyiki o zamanlarda yaşamamışım dedim filmi izlerken. Nasıl bir psikolojidir bu. İşkence yapılan filmdeki o adamı görünce o kadar çok şey geçti ki aklımdan. Çemberimde Gül Oya dizisini de düşündüm tabi. O da gelmiş geçmiş en iyi diziydi. Anarşist diye adama yapmadıklarını bırakmadılar. Şimdi insanlar özgürce ben anarşistim diyebiliyorlar.Hayat ne tuhaf.

Filmde bizi en çok güldüren şey Demet Akbağ'nın bütün küfürleri yerli yerinde ve bir o kadar güzel kullanmasıydı. Hatta bir tanesi var ki dklarca güldük sanırım. Ama burdan söyleyemem tabi ayıp:) Bir gecede küfür kültürümüz gelişti. Bazen abuk buluyorum filmlerde falan bolca kullanılmasını küfürlerin ama sonra düşünüyorum bu hayatımızın gerçeği. İnsanların onundan dokuzu dilinde küfürle yatıp kalkıyor. Hiç beklemediğimiz insanlardan bile duyabiliyoruz. Hele -istanbulun varoşlarında demeyeceğim çünkü varoş kelimesinin asıl manası bildiğim kadarıyla şehrin merkezi demek yani eskiden böyle kullanılıyormuş. Şimdiki kullanımı sanırım alışıldığı bir şey olduğu için böyle sürüp gitmiş. Vuslat gibi mesela çoğu kişi vuslat ı ayrılık veya hasret olarak bilir ama vuslat kelimesi aslında kavuşmak anlamı içerir.-İstanbul'un bazı bölgelerinde bu filmdeki gibi örneğin hayatın doğal bir parçasıdır küfür. Bazen sinirlendiğimde ben bile küfür ediveriyorum. Tabi herkesin içinde değil genelde ya yalnızken bağırarak ya da kalabalıktaysak içimden sessizce bağırarak...


Filmdeki çocuklar beni çok etkiledi. Bakışları, konuşmaları, hayatları kısacası herşeyleri. Çok düşünüyorum bu sıralar çocuklar üzerine zaten. Özellikle yoksul çocuklar üzerine. Hani doğuştan kaybetmiş gözüyle bakılanlara. Bu filmi sevmemin nedeni de hayatların değişebileceği umudunu içermesi ve çabalayanları görmek. Demet Akbağ filmde bunu pek kabul etmek istemese de yani çocukların ne olduğu belli daha iyi nasıl hayatları olabilir düşüncesinde olsa da bu düşüncesini çok güzel savunuyor bence. Bazen ona hak vermedim de diyemem. Çok gerçekçiydi. Bir yerde Türkiye de devam edemeyeceklerdi. En doğrusu gitmeleriydi. Sonunu bu sefer söylemiyorum. En harika tarafı da sonu zaten. Lütfen izleyin. Film sayesinde içimde oluşan güzel duygularla gece güzel rüyalar gördüm. Sabahta güne gülümseyerek uyandım. Böyle başarılı Türk Filmlerinin yapılması beni son derece mutlu ediyor ve gururlandırıyor. Daha çok yapılmasını istiyorum.

20 Ekim 2008 Pazartesi

Eski bir film "New York'ta Bir Sonbahar"/ Autumn in New York

Cezayir de yapmayı en çok sevdiğimiz şey bir sürü film izlemek. Oldum olası filmleri çok severdim zaten ve deli gibi izlerdim. İzmitteki film cd si satan Soydan İş Merkezindeki amcamız artık ezberlemişti bizi, sonra meldaların evinin orda çılgın bir cd ci amcamız daha vardı gecenin bir köründe pijamalarla cd almaya gittiğimiz, ama sanırım artık yok, bir de Cumhuriyet Parkı'nın oradaki film kiraladığımız dükkan vardı. Yani orada da yarı ömrümüz film izlemekle geçiyordu. Tabi yanında cipsler, patlamış mısırlar, makarnalar, içecekler vs. Hatta hiç unutamam melda bize geldiğinde bir gece Mulholland Drive ı izlemiştik. Tabi hiç birşey anlamamıştık ilk seferde. Sabah 6 falandı film bittiğinde sanırım. Biriktirdiğim film kutucuklarına renkli yünler sararak ve üzerine de renkli boncuklar yapıştırarak bir rüzgar gülü yapmıştık. Hala durur odamda. Sabahın aydınlık saatlerine kadar hemde.
Dün gece de eşimle New York'ta Bir Sonbahar'ı izledik. İkimiz de daha evvel izlememişiz meğer bu filmi. Nasıl olduysa ben de atlamışım. 2000 yapımı olmasına rağmen. Güzel bir filmdi diyebilirim. Özellikle Winona Ryder ın odasındaki kağıttan kuşu, renkli boncuklardan yaptığı odanın ortasındaki perdemsi şeyi, şapkalarının ve hediye paketinin üzerine kondurduğu küçük kuşu çok sevdim. Son derece hayat dolu bir kişilikti.
Filmde en çok sevdiğim yerlerden biri de şehre ilk kar yağdığında odanın camına yaklaşıp çocukça bir heyecanla kar' ı seyretmesiydi. Hemen kendim düşündüm. Sabah uyanıp kışın o yakıcı soğuğunda sıcacık yorganımın altından çıkıp pencereden yağan minik kar tanelerini görüp sevindirik olduğum zamanlarım geldi aklıma. Hani bilirsin artık kış gelmiştir kar da eninde sonunda yağacaktır ama sanki o anda o kar tanelerini görmek ne mühim ve imkansız birşeymiş gibi sevinirsin. Günün nasıl da güzel başlar etrafı bembeyaz gördüğünde. Çatılar başka bir ruh halindedir artık, ağaçlar daha bir yaşlanmış sanki, beyaz bir bulut vardır yeryüzünde bütün saflığıyla.. Ve ilginçtir ki hava daha bir oksijen doludur sanki.
Annem anlatırdı. İlk ondan duydum. Yılın ikinci karı yağdığında reçel ya da pekmez döküp yerlermiş eskiden. Ben de denedim bir defa enteresan bir duyguydu. Ağzımda eriyen kar taneleri vişne reçelinin mayhoş tadıyla başkalaştı sanki. Sonra ne zaman kar yağarken dışarı çıksam kafamı göğe kaldırıp sevimli bir canavar edasıyla kar taneciklerini yemeğe kalkışmayı çok seviyorum. Yağmur gibi düşmüyor alnıma şıpır şıpır. Daha yumuşak, daha narin, daha bir hüzünlü sanki. Pamuk şekerler gibi hayal kurduran insana. Bir de o yerde çıkarttığı ses yok mu ayakkabılarımızın. Ona bayılıyorum işte. Gırç gırç diyen o boğuk ses belki de hiçbir zaman beni o derece mutlu etmez. İç gıcıklayıcı gelir çoğu zaman. Ama kar onu da başkalaştırır. Yere basmak güzelleşir. Daha bir sağlam olur insan kar yağdığında. Düşmemek için belki kayıp da ama ruhumuz da payını alır sanırım bu durumdan. Kışın daha bir dayanıklı oluyorum gibi geliyor bana. Sonbahar da durgunlaşıp, kendime ve aşka yönelip; yazın da tüm çocuksuluğumla kuşlar gibi cıvıldıyorum deniz kenarlarında. Bu geçişleri seviyorum.
İşte böyle bir filmin ardından yakaladığım tüm güzel duygularım filmin sonunda uçup gitti adeta. İzlemeyenlerden özür diliyorum böyle söylediğim için belki de tüm büyüsünü bozdum filmin ama. Ben de bıraktığı etki yokoldu adeta. O cıvıl cıvıl kız gitti ve filmin hiçbir anlamı kalmadı gözümde. Ne o beyaz kağıttan kuşlar, ne o gülümseyen yüzler, ne pamuktan kar taneleri...Yok oldular. Bu yüzden sevmiyorum mutlu bitmeyen sonları. Kafamda sonlandıramıyorum. Her film mutlu bitmeli gibi geliyor bana. Yönetmen olsam belki de bu yüzden çok para kazanamazdım belki ama bence insanlar da mutlu sonları seviyorlar biraz klişe olsa da.
Yine de bu film bana güzel duygular yaşattı bir müddet de olsa. Sonunda sinirimden ağlayacaktım neredeyse. Ve inanmak istemedim. Yaşadım resmen tüm o sahneleri. Bundan sonra mutlu biten filmler izlemeye karar verdim. Ve daha önce söylediğim korkunç film izlememe durumum halen devam ediyor. Bu sıralar hep umutlu şeyler izliyorum. Herkese de tavsiyem. Yaşamın güzelliklerini keşfetmek gerek. Her gün yeniden!

Uluslararası Arkadaşlık Ödülü / Friendship Around The World Award


Ben bu ödülü çocukça bir sevinçle karşılamak istiyorum. "Yaşasııınnn beni de unutmamışlar ve benim de ödülüm var artııkkk diyerek:)"Çünkü bence süper güzel bir armağan bu ödül bana. Sevgili arkadaşlarım Nazo ve Serrose bana bu ödülü vermişler. Çok teşekkür ediyorum onlara. Blogları tesadüf eseri seçerek koyuyoruz biliyorum. Diğer arkadaşlarım beni seçmedile diye üzülmedim bu yüzden. Beni sevdiklerini ve kalplerinde olduğumu biliyorum çünkü. Ben herkes gibi tesadüfen koymak istemiyorum blog isimlerini severek takip ettiklerimi, bende özel bir yeri olanları yazmak istiyorum. Ben biraz unutkanım ya bu sefer unutmamaya çalışarak yazmaya özen göstericem:) Hepinizi çok seviyorum. Ödül için tekrar teşekkürler.

Burada okumaktan zevk aldığım, kelimelerini sevdiğim, yalnızlığımı kelimeleriyle ve güzel fotoğrafları ile giderebildiğim, bende iz bırakan bloglar var. Ve umarım bunlara yenileri de eklenecek zamanla. Herkese teşekkürler:)

http://bayanbaykus.blogspot.com/
http://gumbegum.blogspot.com/
http://craftwoman.blogspot.com/
http://defneden.blogspot.com/
http://annelerlehayatadair.blogspot.com/
http://guldem.blogspot.com/
http://haydins.blogspot.com/
http://kitchenoclock.blogspot.com/
http://www.lacheen.org/
http://margotto.blogspot.com/
http://www.maviyeyolculuk.org/
http://moonsun11.blogspot.com/
http://www.pigmelerledans.com/
http://pinomino.blogspot.com/
http://www.salincaktaikikisi.com/
http://www.yolunneresindeyim.blogspot.com/
http://www.melekoglum.blogspot.com/
http://www.zeynepinyeri.com/
http://www.nazoyla.blogspot.com/
http://www.sihirliellerankara.blogspot.com/
http://www.niffea.blogspot.com/
http://www.aysesworld.blogspot.com/
http://www.modayadair.blogspot.com/
http://www.derineryilmaz.blogspot.com/
http://www.tanyasecil.blogspot.com/
http://www.beenmaya.blogspot.com/

19 Ekim 2008 Pazar

Güneşli bir günle gelen güzel hediyelerim

Dün hava güneşliydi bugünkü gibi. Türkiye'den gelecek paketimi heyecanla bekledim gün boyunca. Nihayet saat:15.00 gibi geldi. Bu nasıl güzel bir duygu anlatamam herhalde. Canım arkadaşım, dostum Meldam bana çok cici şeyler göndermiş. Ve tabi olmazsa olmazlarımızdan olan sayfalar dolusu mektup. Tam onbir sayfa yazmış canım benim. O kadar da güzel yazmış ki okudum durdum kaç defa. Bana çok iyi geldi. Keşke hep Türkiye den gelecek birileri olsa da yanında böyle güzel paketlerle gelseler. Bir defasında Halam kocaman bir kargo kolisiyle birşeyler yollamıştı. Tanrım aç aç bitmedi. Ama harika bir duyguydu. O zaman içinden çaydanlık, kedili pijamalarım, yiğite ve bana birkaç giyecek, les kitabı, pişmaniye, simit ve hatırlayamadığım birkaç şey daha çıkmıştı. Süperdi. Keşke buraya kargo o kadar pahalı olmasa da her zaman birşeyler alıp yollayabilsek. Ama malesef kargocular delirmiş durumdalar. Bir zarf içinde evrak bile yollamaya kalksan nerdeyse ikiyüz milyon para istiyorlar bir de koli yollamaya kalkacaksın olacak iş mi?



Neyse allahtan gelen gidenimiz epeyce oluyor bu sıralar. Gelenlerden peynir, zeytin, kaşar peyniri, sucuk ve pastırma istedik. Nihayet dün kavuştuk yiyeceklerimize. Odamıza daha bir mutlu gidiyoruz şimdi. Duvara tablo mahiyetinde astığım sucuklarım odamızı öyle bir kokutuyor ki mutluluktan geceleri güzel rüyalar görüyorsunuz. Tabi bol yemek içerikli oluyorlar:) Ama mecburum onları asmaya yoksa küfleniyor bozuluyorlar.



Şimdi lafı fazla uzatmadan hediyelerimi göstermek istiyoruuummm..Dün gelenleri. Bir de burda tanışıp arkadaş olduğumuz Sevda Hanım bana geçmiş doğum günüm için çok tatlı bir hediye yollamış. Çok beğendim. Güzel bir panço. Renkleri çok soft ve yumuşacık. Ama onun fotosunu çekmeyi unuttum bugün. Artım onu da yarın gösteririm size.

Kitaplarımın çoğunu okuyup bitirdiğim için pek kitabım kalmadığını söylemiştim meldaya. O da sağolsun bu kitabı okumak istediğimi unutmamış ve bana güzel bir sürpriz yapmış. İzmite gittiğimde görmüştüm kitabı hatta birlikteydik o gün ama almamıştım nasıl olduğunu bilmediğimden. Sonra hakkında güzel şeyler duydukça okuyasım gelmişti. Süper oldu. Bugün hemen başlayacağım okumaya. Burada en çok ihtiyaç duyduğum şey kitaplar sanırım. Tabi dergileri, kalemleri ve defterleri falan da saymazsam:)


Buna kelimenin tam anlamıyla bayıldım. Silikon kek kalıbı. Yumuşacık sevimli birşey. Hem de kıpkırmızı. Harika bir hediye valla. Zaten takıktım bunlara biliyordu melda. Bakmadan duramıyordum çeşit çeşit renklerine. Gidince birkaç silikon bir şey daha alacağım sanırım. Gittikçe daha çok seviyorum bunları ben. İlk iş eve gidince güzel bir kek yapmak olacak. Eminim annem de bayılmıştır şimdi bu kek kalıbına. Zuzuma da alırım gelince ben bunlardan.


Bu da yine heyecanla beklediğim 700 küsür sayfalık Elle dergim. Aslında bu tip moda dergilerine bakmak benim için her zaman iyi olmuyor herşeyden alasım geliyor. Bir anda alışveriş canavarı olan ben daha büyük bir alışveriş canavarına dönüşüveriyorum. Yine de vazgeçemiyorum. Şimdi türkiyeye gidene kadar her yerini incik cincik etmiş olurum. Yanında da bir sürü ekstra dergi vermişler yine süper olmuş sanki bir dergi değil 4 tane almış gibi oldum. Gittikçe kokoşlaşıyorum sanırım:)



Bunları da göstermeden edemedim. Bu renkli kalemler Türkiyeden gelmedi. Eşim bana Carrefour dan aldı bunları iki hafta evvel. Dün Serrose kalemlerini gösterince ben de istedim görün diye. Türkiyedeki gibi güzel kalemler falan pek yok burda ve tabi öyle harika kırtasiyeler de yok ama yine de idare ediyoruz. NT kırtasiyeyi ve daha birçoğunu çok özlüyorum. Kendimi kaybedercesine herşeye dokunmak ve bir sürü kırtasiye malzemesi özellikle de Morning Glory nin yumuşak sayfalı defterlerinden almak istiyorum.

İşte beni mutlu eden güzel mi güzel hediyelerim bunlar. İnsan küçük şeylerden mutlu olmayı bilmeli değil mi?

18 Ekim 2008 Cumartesi

Balık Hikayesi

Öğretmenlik günlerimle ilgili yazdığım bir önceki yazımda bazı detayları yeterince anlatamadığımı düşündüm ve aklımda olduğu kadarıyla yaşadıklarımı yeniden yazmak istedim.
Bunlardan beni en çok etkileyeni son satırda değindiğim öğretmenler günü aldığım balıklarım. Şimdi o günümü detaylarıyla tekrar yazıyorum;
İzmitteki evimiz okuluma yakın bir yerde bulunuyordu. Bu yüzden öğrencilerimle okul çıkışlarında, tatillerde veya herhangi bir sebeple yolda karşılaşabiliyorduk. Bazen kardeşleri veya ablalarıyla birlikte gezerlerken bazen de sebepsizce sokaklarda dolaşırlarken beni görüyorlar ve çığlık çığlığa yanıma geliyorlardı. Müdüre hanım beni; öğrencilerime nerede oturduğumu söylemem konusunda tembihlemişti. Aksi halde rahat bırakmazlar demişti. Ben de öğrencilerime elimden geldiğince nerede oturduğum konusunda bir şey anlatmamaya çalıştım. Ama tabi onlardan kaçar mı. Her sabah babam beni arabamızla okula bırakıyordu. Babamı da tanıdılar tabi bu vesileyle. Evimizin alt katında da babamın dükkanı olduğundan arabayı ve kendisini de gördüklerinden benim de orada oturduğumu tahmin etmişlerdi. Hatta bir gün babama sormuşlar babam da o bizimle oturmuyor demiş yazık:) Neyse. Ben bir gün yine kendi halimde evde vakit geçirirken, dükkandan babam evi aradı ve burda seni görmek isteyen bir öğrencin var dedi. Sanırım Aralık ayı falandı. Çünkü öğretmenler günü geçeli epeyce olmuştu. Giyinip aşağıya indim. Bir de ne göreyim en sevimli öğrencilerimden biri olan pembiş yanaklı utangaç öğrencim Kamil babamın yanında oturuyor. Elinde de kocaman bir fanus..Onu öptüm ve hoşgeldin dedim. Hemen ayağa kalkıp hazırola geçti. Çok saygılı bir çocuktu kamil. Anneannesi ve dedesiyle yaşıyordu.
-"Örtmenim sizi görmeye geldim"dedi.
-Hayırdır Kamil dedim beni yarın zaten göreceksin.
-"Yok örtmenim" dedi. Size bir süpriz getirdim. Öğretmenler gününüz kutlu olsun dedi. Önce şaşırdım. Sonra başladı anlatmaya..
-"Örtmenler günü geçti biliyorum. Size balık tutmak istedim. Dereye gittim. Bekledim bekledim ama hiç balık gelmedi. Nereye gitmiş bütün balıklar bilmiyorum. Sonra harçlığımı biriktirdim size bunları aldım" dedi. "Ama yem almaya param yetmedi balıkçı amca da biraz gasteye koydu yemden" dedi ve külah şekli verilen içi yem dolu gazete kağıdını bana uzattı. O kadar duygulandım ki anlatamam. Son parasıyla da benim için böyle harika bir hediye almak içinden gelmişti. "Ama balıkların adını Prenses ve Nemo koyun olur mu örtmenim dedi. Babamın elini öptü beni de öptü ve yanımızdan ayrıldı.
Kamil çalışkan bir öğrencimdi. Sadece hepsinin olduğu kadar çekingendi. Sonraları alıştı derslere katılmaya. Yazılılarda bile soruları kırmızı kalemle cevaplarını kurşun kalemle yazardı çiçek gibi. Tabi birkaç yavaş yazan öğrencimle birlikte sınav sonrası tenefüslerde kağıtlarını vermeleri için onu beklerdim ben de.
Yılbaşı çekilişi yapmak istedi öğrenciler. Sınıf öğretmeni olduğum yedinci sınıfta bir de başka bir yedinci sınıfta çekiliş yaptık. Kamilin sınıf öğretmeni olan arkadaşım Cenk bir gün bana geldi. Öğretmenler odasının kapısında da Kamil. Bir derdi var seninkinin dedi bana Cenk. Sana bir şey söyleyecekmiş dedi. Yanına gittim ben de. Örtmenim dedi. Yılbaşı çekilişi yaptık biz de. Bir kız arkadaşım bana çıktı dedi. Ama son paramla size balık almıştım ona hediye alacak hiç param yok dedi. İçim cııızzz etti adeta. Biz de elimizden geleni yaptık tabiki ve kız arkadaşına sevimli bir yılbaşı hediyesi aldık. Her gün bana balıkların nasıl olduğunu sordu Kamil. Birinin öldüğünü söylediğimde ise başınız sağolsun örtmenim dedi. Güleyim mi yoksa ağlayayım mı bilemedim. Çok duygulu bir çocuktu. Şimdi ne yapıyor çok merak ediyorum.Çok da güzel resim yapıyordu görmeliydiniz. Doğuştan yetenekli olmalı. Anneannesi ve dedesi çok yaşlı oldukları için onunla pek ilgilenemiyorlardı sanırım. Bu yüzden hep biraz hüzünlü, sessiz ve çekingen bir çocuktu. Bir keresinde evde yemeği kendisinin yaptığını, ananesiyle dedesinin ona pek bakmadığını ve neden annesiyle babasının onu bıraktığını anlamadığını anlatmıştı. Keşke ona daha fazla yardım edip yanında olabilseydim.
Bir anne ve baba çocuğunu nasıl da bırakıp gidebilir böyle ben bile anlam veremezken o nasıl versin şu küçücük yaşında ki. Şimdiden hayat onun için ne kadar ağır ve sancılı. Oysa mutluluk içinde sokaklarda üstünü başını kirletmesi gerekirken. Neden herkes için hayat aynı derecede adil değildir ki. Keşke bütün çocuklar sadece ama sadece mutlu olsalar. Doya doya çocukluklarını yaşasalar kaygı duymadan. Bu yüzden tüm ebeveynlere sesleniyorum burdan ve beni anlayabilen herkese çocuklarınızın ne kadar şanslı olduğunu unutmayın. Ve çocuklarınıza yarattığınız dünya gibi bir dünyaya sahip olamayan çocuklara da bu şansı vermeyi deneyin. Onları severek, onlarla konuşarak, ihtiyaçlarını düşünerek, destek olarak. Kampanyalara katılın. Onları ziyarete gidin. Hayatınızın anlamlandığını göreceksiniz!!!

16 Ekim 2008 Perşembe

Öğretmenlik Günlerim

Doğum günümden beri yazmadım bloguma. Aslında hemen hemen her gün nete girebildim, diğer blogları okudum, yorumlar yazdım ama kendi bloguma yazmadım. Neden bilmem. Sanırım canım istemedi. Dün msn de annemle konuşurken öğretmenlik yaptığım okulun önünden babamla geçerlerken beni andıklarını söylediler. Ben de o günlerimle ilgil bir yazı yazmaya karar verdim. O zamanları özlediğimi farkettim.


Üniversiteden mezun olduktan sonra kısa bir süre Honda Plaza da çalışmıştım İzmitte. İnsan kaynakları departmanlarını oluşturmak maksadıyla, tabi satış da öğrendim bu arada. Sonra bu işin bana göre olmadığını düşünerek vazgeçtim; büyük bir kararlılıkla. Tabi yine de güzel bir deneyim oldu benim için. Ayrıldıktan sonra bir sabah annem beni elinde gazeteyle uyandırmıştı. Milli Eğitim Bakanlığı Üniversite mezunlarına öğretmen açığı bulunan okullarda ücretli öğretmenlik yapma hakkı veriyormuş. Ben de hemen başvurumu yaptım. Açıkçası pek de ümitli değildim. Çünkü bilirsiniz böyle durumlarda işler biraz yavaş yürür. Ama büyük bir sürprizle tam bir hafta sonra beni aradılar. Bir İlköğretim Okulunda Türkçe öğretmeni açığı varmış. Büyük bir heyecanla okulu görmeye gittim. Daha önce görmüştüm aslında okulu ve müdürle de tanışıklığım vardı. Genç Kocaelililer Derneğinde Genel Sekreter Yardımcısıydım o zaman. Bir projemiz vardı. Kırsal kesimdeki daha önce hiç tiyatroya gitmeyen 12000 çocuğu tiyatroyla tanıştırma projesi. Benim görevli olduğum okul da tesadüfen bu okuldu. O zaman görmüştüm minik talebeleri. Tabi bizim tiyatroya götürdüğümüz çocuklar ilkokul da okuyanlardı. Bense 6-7 ve 8. sınıflara Türkçe öğretmeni olarak atandım. Ve o projede 12000 tane çocuk tiyatroyla tanıştı. En zevk aldığım projelerden biriydi. Diğerlerini de daha sonra sizinle paylaşırım.


İlk günlerim oldukça zordu. Zaten bu haberi aldığımın ertesi günü konuları gözden geçirip çalışmak amacıyla hemen bir iki Türkçe kitabı edindim. Sonra okul kitaplarımı aldım ve göz attım. İlk günlerimde oldukça zorlandığımı itiraf etmeliyim. Genç ve duygusal bir öğretmen olarak beni pek takmadılar çocuklar. Ama sonra ben onlara nasıl davranmam gerektiğini öğrendim, onlar da beni sevmeyi ve saygı göstermeyi öğrendiler. Günlük ve yıllık planları yapmayı öğrendim. Sağolsun öğretmen arkadaşlarım çok yardımcı oldular. Bana okulda sevgi kelebeği diyorlardı. İsim takmıştı öğretmen arkadaşlarım:) Günden güne gelişmeler oldu öğrencilerimle aramda. Herşeye hee dememeyi öğrendim. Onların isteklerini anlamayı ve çıkarları doğrultusunda kullanabilmeyi öğrendim. Yani hem eğlendirerek hem öğreterek eğitebilmek. Onların yanında olduğumu hissettirebilmek. En önemlisi de buydu. Tenefüslerde onlarla sek sek oynadım, istop oynadım, mendil kapmaca oynadım; okul bitişlerinde onlara zaman ayırıp bilmedikleri konularını yeniden anlattım. Tabi bunlar oluşana kadar zor zamanlar da geçirdim. Çoğu çocuğum ailesinden istediğim tarzda yardım alamıyordu, maddi sıkıntıları vardı, hayatları istedikleri gibi gitmiyordu, yiyecek ekmekleri, giyecek fazladan elbiseleri yoktu. Böyle bir ortamda da olsa; "Yaşamın" aslında güzel bir şey olduğunu onlara anlatmaya çalıştım. Koşullar ne kadar zor olursa olsun. Türkçe öğretmenleri olmanın dışında onlara anne, abla, arkadaş, aynı zamanda bir tarih öğretmeni ve rehberlik öğretmeni de oldum. Zaten rehberlik derslerine de ben giriyordum. Altılar daha o kadar çocuktular ki; annelerinden ayrılırken ağlayan sevimli, öğrenmeye açık ama cesaretsiz. Ama ne mutlu bana ki hepsine ulaşabildim içimdeki kocaman sevgiyle. Bunları yaşamadan önce ilkokul öğretmeni olan amcam ve yengem benimle uzun uzun konuşmuşlardı. Çok faydasını gördüm inanın. Çocuklara asla bağırma dediler, onları küçük görme, aşağılama. Ben bunların hiçbirini yapmadım. Ama bir çok öğretmen hala kendini alamıyor sanırım çocukları üzmekten.


Bir gün 7, sınıflardan arka sıradaki bir öğrenci ve tabi haylaz bir öğrenci:) ateş yakmaya çalışırken gizli gizli; ceketini yaktı. Deliye dönmüştüm. Okulun en problemli çocuğuydu. Ne yapacağımı bilemedim. Bir yandan gülüyorlar bir yandan da yanma tehlikesinden korkmuş bir şekilde yüzüme bakıyorlardı. İlk defa kendimi çaresiz hissetmiştim. Okula başladığımın ilk haftalarıydı sanırım. Bağırışlar yükseliyordu sınıfımdan, ortalardaki öğrencileri yerlerine bile oturtamıyordum. Sonunda dayanamadım ve ağlayarak sınıfı terk ettim. Öğretmenler odasının kapısında takım elbiseli bir beye rastladım ve ona olanca hızımla çarpıp içeri girdim hırsla. Ve tabiri caizse böğürerek ağlamaya başladım. Meğer o takım elbiseli bey Milli Eğitim den gönderilen müfettişmiş. Yanıma geldi ve başımı okşayarak ağlamamamı söyledi. Bu çocuklardan birşey beklememem gerektiğini, alışmam gerektiğini, bunlardan adam olmayacağını söyledi. İşte ben o günden sonra bir daha ne olursa olsun hiç ağlamadım ve öğrencilerimi tüm kalbimle sevdim. Onlara severek çalışmayı, ileride güzel bir hayat kurabilceklerini öğrettim. İnandılar bana ve çalıştılar. Parmak kaldırdılar derslerde, ödevlerini yaptılar, gelip bana sorunlarını anlattılar. Şimdi onları çok özlüyorum. Çok sıkıntılı zamanlar yaşamış olsam da ilk başlarda- ki size anlatmadığım öyle olaylar yaşadık ki okulda inanamazsınız-sonra herşey bir su kadar berrak göründü gözüme. Önemsenmek onlar için çok önemliydi, adam yerine koyulmak. O zaman herşey yoluna girdi bağırmadan dayak atmadan başardık biz bunu. Canavar öğretmen olmaya hiç de gerek yokmuş!!! Hayattan kopmuş da olsalar öğrencilerim sadece çocuktu.


Atatürk'ü bilmeyen, Cumhuriyetin ne zaman kurulduğundan haberi olmayan öğrenciler vardı. Verdiğimiz ödevleri yapmak isteyen ama kütüphaneye gitmekten korkan, internette sadece oyun oynayabilen ama araştırma yapamayan öğrencilerdi bunlar. Sonradan hepsi değişti, gelişti. Umarım hala bıraktığım gibilerdir. Umarım yerime gelen öğretmen onları sevgiyle besliyor ve onlara Türkçe nin yanında hayatı da öğretiyordur. Bu gidişimde yanlarına uğrayacağım. Sizin için bol bol fotoğraf çekerim. Sekizinci sınıflar mezun oldular tabi ama altı ve yedinci sınıfdaki öğrencilerim hala oradadırlar. Hepsini ne kadar özlemişim meğer. Öğretmenlik gerçekten çok güzel bir meslek. Ve anne baba olmak kadar önemli. Ama en önemlisi yüzü kir pas içinde ama zihni pırıl pırıl çocuklara iyi bir geleceğin kapılarını açmak. İmkanı olan herkes ufak da olsa çocuklarımız için birşeyler yapmalı. Gönül dolusu sevgiyle ama. İçindeki herşeyden arınarak ve onlarla birlikte yeniden insan olmayı öğrenmeyi isteyerek.


O günler bana çok şey öğretti. Anne olmak gibi olmalı öğretmen olmak da. Bir sürü çocuğu herşeye rağmen sevebilmek.


Onların bana öğretmenler gününde aldıkları sevimli ve güzel hediyeleri özenle saklıyorum. 6. sınıftan bir öğrencim fanusta iki tane balık getirmişti bana. Elindeki son harçlığıyla almış. Adlarını prenses ve nemo koymamı istedi. (Bir ders sonrasında onlara Kayıp Balık Nemo yu izletmiştim bilgisayarımda. O gün beni hiç üzmedikleri için. )Balıklarım erkenden öldüler ama öğrencimin bana balığı verdiği andaki yüz ifadesi gözümün önünden hiç bir zaman gitmedi.

11 Ekim 2008 Cumartesi

Bugün benim doğum günüm...

Eveeeett nihayet beklediğim gün geldi. Ekim ayına girdiğimiz zaman bir heyecan bir telaş alıyor beni çocuk gibi. Doğum günü heyecanıyla her sabah daha uzun günler olduğunu bile bile takvime bakıp dururum gözümü açar açmaz. İşte şimdi o gündeyim. Bugün doğdum sonunda. Çok da mutluyum. Şu an diğer günlerimden çok farklı bir gün yaşamıyorum ama bu günün o gün olduğunu bilmek bile beni heyecanlandırmaya ve kocaman gülümsetmeye yetiyor.


Dün gece yarısından beri mesaj bekliyorum bugün de telefon bekliyorum. Uzaklardayız ya daha bir hatırlanmak istiyor insan. Çocukluğumdan beri sevmişimdir doğum günlerimi. Bir sürü arkadaş çağırmayı teyzemin kocaman pasta yapmasını annemin de yanına güzel şeyler hazırlamasını çok sevmişimdir. Keşke yine eskisi gibi bütün sevdiklerim bir arada olabilseydik bugün.



Eşimle iki gün evvelden kutladık doğum günümü. Cuma günleri her yer kapalı olduğundan bugün de kamptan çıkamayacağımızdan ötürü perşembe akşamı birlikte güzel bir yemek yedik. Dün gece de saat gece yarısını bulduğunda eşim elinde krem şantili dondurma kasesi ve dilinde iyiki doğdun şarkısıyla kutladı bu mutlu günümü. Yani aslında 3 gündür kutluyoruz bir bakıma:) Valla bana kalsa her gün kutların sanırım. Ayrıca hediyeler işin en sevdiğim kısmıdır. Eşim çook güzel bir kalp kolye hediye etti bana. O kadar mutlu oldum kiii ifade etmek güç. Kalp kolyemin kalbimdeki yeri çok büyük hatta kalbimin her yerini kaplarcasına.



Bugün cumartesi. Doğum günü kutlamaları için süper bir gün. Türkiye de olduğum zamanlarda hep doğumgünümün hafta sonuna denk gelmesini isterdim. Tabi diğer arkadaşlarım da öyle. Biraz evvel bunu düşündüm. Türkiye de olsak ne de güzel olurdu şimdi sevdiklerimizle kocaman masaların etrafında mutlulukla. Zaman geçtikçe insanın çevresinde daha azalıyor insanlar. Şimdi yanımda olanlar bir elimin parmaklarını geçmez sanırım. Gözden uzak olan gönülden de oluyormuş anladım. Yine de hatırlayanlarla mutlu olmayı da biliyorum artık. Ben mutluyum ya sevdiğimin yanında gerisi de vıızzz geliyor valla..



İyiki doğurmuşsun annecim beni. Babacım tabi seni de unuttuğumu sanma. İyiki böyle güzel bir insan olmuşum sizin sayenizde. Çok seviyorum ikinizi de. Siz benim herşeyimsiniz.



Sevdiğim, tarçınım, pufum, canım seni de çok ama çok seviyorum şekerim. Daha nice doğumgünlerinde birlikte ,yanyana, dizdize ,kalp kalbe olmak dileğiyle.



Yaşasıııııınn bugün yeniden doğdum beeeeennnn!!!!!!!!!




Perşembe günkü kutlama yemeğimizde portakallı ve rokforlu ördeklerimizi yerken. Nihayet portakallı ördek yiyebildim. Tavsiye ederim herkese ama dikkat edin portakallar acı olmasın. Masamızın da boş göründüğüne bakmayın ortadaki herşeyi süpürdük de ondan:)

Keşke her gün doğumuyla yeniden doğsa insan hayata...

8 Ekim 2008 Çarşamba

Yasemin Pastanesi 48 Numara ve 209 Nolu Otobüs Durağı

Şimbi bu da nesi diyorsunuz sanırım. Bu dün gece sabaha karşı gördüğümü düşündüğüm rüyamın ana konusu. Çocukluğumdan beri ilginç ötesi rüyalar görmüşümdür her. Ya upuzundur rüyalarım sanki günlerdir uykudaymışım gibi, ya ertesi gün uyuduğumda devamını pembe dizi gibi görebiliyorumdur, ya da bir nevi uzay mahsülü maceralarım, film senaryoları karışık görüntüleri içerirler. Annem hep der hala daha;" yine meşhur rüyaların devam ediyor mu "diye. Ve evet hala aynı devam ediyor. Tuğba'nın enteresan maceraları.
Dün rüyamda eşimle birlikte adını yukarıda yazdığım Yasemin Pastanesindeydik. Kapı numarası da 48 di. Ama pastane, pastane olmaktan çok uzaktı. Sanki kocaman bir pansiyon gibiydi. Bir sürü odası vardı. Son derece mistik bir hava ve biraz da sisliydi sanki içerisi. Bir sürü de insan vardı. Aslında biz orada sanırım tutsak gibi bişeydik. Çıkamıyorduk bir türlü dışarı. Bu arada sanırım yeri İzmitteydi. Siyah bir arabamız vardı bizim ve o da içeride bizimle birlikteydi. Dönerli bir rampa vardı pastanenin içinde ve bu rampada yer yer küçük kapılar vardı. İşte o kapıların birinin ardında arabamız park halinde duruyordu. Çıkmak için hep planlar yaptık. Bizi yöneten insanlar vardı içerde. Sanırım bir patron. İçerisi son derece konforluydu aslında yemekler, televizyon, kütphane falan. Yani pek de terkedilmek istenecek bir yer değildi. Biz her planı gizlice yapıyorduk eşimle. Ama planlarımız hep o dönerli rampanın bir yerinde son buluyordu nihayete ermeksizin. Kapıyı açtığımızda karşılaştığımız şey arabamızın olduğu oda değil de tuvalet çıkıyordu limon küfü renginde biraz pis. Pastanenin için de bir iki akrabamı da gördüm çıkmak için bize yardım etmeye çalışıyorlardı sözüm, ona çünkü gerçekten çabaladılar mı bilemiyorum. Bu arada pastanede olduğumuz zamanın birinde üzerimde gelinlik olduğunu gördüm. Pastaneden çıktığımda ise İzmit lisesinin karşısında bir yerlerde kalabalığın tam da ortasında buluverdim kendimi. Ama yiğit hala içerideydi. Ve ben onu da oradan çıkartmak zorundaydım. Telefon ediyordum fakan bir türlü açılmıyordu o aptal alet. Bu arada içerdeki patron camın içinden bana gülümsüyordu hani şunu söyler gibi "çıktın ama bir gün yeniden buraya geri döneceksin, herşey burada bitti sanma.." Eşimi kurtarma planları yapıyordum devamlı hatırladığım kadarıyla. Pastaneye ise durmadan birileri girip çıkıyordu ama ne yazıkki o çıkamıyordu. Sonra kendimi Ankara da buluverdim birden. Çook uzak bir yerdeymişim ama hani eskiden Eryaman ya Batıkent falan insanlara çok uzak geliyordu ya. Sanki Allahın terkettiği yer gibiydi oralar gidip gelmek çok zordu. İşte o zamanlarda olduğu haliyle uzakmış benim bulunduğum yer. Ve bir sürü yeni konut yapılıyormuş. Hepsini gördüm tüm ihtişamlarıyla karşımda duruyorlardı. Evler beyaz renkte balkonlar ve panjurlar kahverengiydi. Sonra bir otobüs durağında bekledim. Numarası 209 du. Bir iki tanesine almadılar beni binemedim. Bu arada gelen otobüs değil aksine dış görünüşü dolmuş olup da içi kocaman olan bir şeydi. Tanımlayamıyorum. Henüz bulunmadı sanırım. Koltukları Ankaradaki otobüslerin koltukları gibi grimsi mavimsi bir renkti. Yanımda teyzem ve ananem de vardı gördüm onları. Şoför de dedemdi. Ben yine elimde telefon ulaşmaya çalışıyorum sevdiğim adama. Sonra bir yerde durdu dolmuşumsu araç ve ben indim. Bir yere gitmem gerekiyormuş sanırım. Sonra yeniden bir otobüse bindim. Rüya olduğu için parça parça hatırlıyorum bazı şeyleri. Birinin cenazesine gidiyorum normal bir kılıkla. Ve tanımadığım birinin. Ve kendim de bilmiyorum aslında onun kim olduğunu ve neden gittiğimi. Orada bana kim olduğumu soruyorlar ama yalan söylüyorum. Nasılsa beni tanımıyorlar diye. Otobüste hafif bir ruj sürüyorum kendimi anlatmaya çalışırken diğerlerine. Sonra da cenaze evine geliyoruz. Bir sürü insan sarılıp ağlaşıyor. Benim tanımadık biri olduğumu anlıyorlar ve bağırıp çağırıyorlar. Sonra yeniden elimde bir anda beliren fotoğraf makinamla otobüse yollanıyorum. Bu sefer dedemin şoför olduğu otobüsü bekliyorum dakikalarca. Sonunda geliyor ve biniyorum. O sırada eşim arıyor beni oradan çıktığını söylüyor. Ardı ardına defalarca gülümsüyorum. Ve kavuşma anı. Otobüs duruyor. Bordo renkli bir araba yanımıza geliyor ve içinden eşim iniyor. Yanımızda da alabildiğine deniz var masmavi.
Valla ne anlama geliyor bilmiyorum ama değişik bir rüyaydı uyanmak istemediğim ve devamını görmekte ısrar ettiğim. Ama işte bazen böyle ısrarcı olup görmek isteyince göremiyor insan. O kadar zorladım yeniden uykuya dalmak için kendimi. Olmadı da olmadı. Odanın içi sıcak geldi, yorgan cılız geldi ki ben yorganın pufidik olmasını severim, içerisi aydınlık geldi, içimden kalkmak ve hayata yollanmak geldi. Ben de en sonunda öyle yaptım. Yüzüme buz gibi suyu çarptım ve renkli yünlerimden minik atkımı örmeye koyuldum. Sonra da yemeğe gittik zaten. Böyle değişik bir uyanış yaşadım. Ama rüyanın sonunda o tedirgin dakikalardan kurtulup eşime kavuşmak iyi geldi. Belki sonra rüyanın devamını görebilirim.
Not: Bu arada Ayşe Arman ın Hürriyet gazetesindeki bugünkü yazısını çok beğendim. Adı Türküm ve Evliyim. Tıklayıp okuyabilirsiniz. Okumanızı tavsiye ederim. Ben de bir tavsiye üzerine okudum. Sevdim.
Herkese böyle bitmek bilmeyen macera dolu rüyalar diliyorum.

4 Ekim 2008 Cumartesi

Ekim ayına "Casbah" ile başladık

Nihayet ekim ayı geldi. Sonbahar en sevdiğim mevsimdir benim. Sanırım binbir rengi içinde barındırmasından, hüzünle kaplı olmasından, müziğin sonbahar da bambaşka hisler yaratmasından, yapraklardan ve huzurundan ötürü seviyorum sonbaharı. Bir de doğum günüm olduğu için daha da çok seviyorum tabiki. Doğum günlerini çok önemserim hem kendi adıma hemde sevdiklerim adına. Hediyeleri her zaman çok sevdiğimden dolayı olsa gerek ve hatırlanmayı sevdiğimden dolayı. Ekim ayının tadi ben de hep bir başkadır. Tam burcumun insanıyım inanın. Başka bir ayda doğsaymışım herhalde böyle olmazdım. Tipik bir terazi kadınıyım. Burca yönelik tanımlamaları içinde bol bol yaşayan ve üzerinde taşıyan. İyiki geldin ekim. Keşke hiç gitmesen!

Bayram tatilimiz artık bitti. Zaten 4 gündü göz açıp kapatıncaya kadar bitti. Evimizdeydik tatil boyunda. Bir yerlere gidemedik. Aslında güzel bir program yapabilirdik ama yine geciktik. Umarım bir dahaki sefere. Evimizde bol bol dinlendik. Gece sabahlara kadar film izledik. Öğlenleri upuzun kahvaltılar yaptık. Zaten günden geriye elimize de pek birşey kalmadı. Biraz internette ailemizle sohbet ettik, bayram telefonları ettik. Sevdiklerimizden uzak bayram da pek bayram gibi olmuyor zaten. Burada ne şeker istemeye gelen çocuklar ne de bayram havası var. Her yer kapalı bir kere. Tek bir tane açık dükkan görmedim sanırım. Şehrin hayaletleri her yerde. İnsanlar bayram edasıyla süslenmişlerdi ama haklarını yemeyelim. Şık şık dolaşıyorlardı.
Bayramın son günü biraz dışarı çıkmaya karar verdik. Bir şehir turu attık arabayla ve sonra nicedir görmeyi arzuladığım Casbah adlı yere gitmeye karar verdik. Orayı bulmamız epey meşakkatli oldu. Şehrin merkezinde denilecek kadar yakın aslında ama biraz karışıktı yollar. Jandarmanın da yardımıyla bulduk nihayet. Bol bol gezebilelim diye ayağıma spor ayakkabılarımı giymiştim. Ne yazıkki bir işe yaramadı. Daha arabadan adımımı atar atmaz ayakkabı topuğumu vurmaya başladı. Ama günün heyecanıyla inat edip bütün sokakları yürüdüm bütün merdivenleri tırmandım. Her yer o kadar güzeldi ki. Tam bir kültür mirası. Yalnız hiç de iyi bakılmıyor. Çöpler etrafta. Pislik dolu yollar. Belediyeye bir yazı falan yazmak gerek neden böyle güzelim şehri çöplerle mahvediyorsunuz diye. Mutlak görülmesi gereken bir yer bu Casbah. Osmanlı döneminden kalma çok güzel yerler camiler ve binalar var. Bir de kale vardı ama restorasyon çalışmaları olduğu için giremedik. Şimdi gelelim fotolarımıza. İşte Casbah:

Burası Casbah ın ara sokakları. Daracık daracıklar. O kadar güzel kapılar vardı ki anlatamam. Bu şehir de en çok sevdiğim şey kapılar zaten.

Burası sanırım ufak bir mescitti. İçeride kuran okuyan bir genç gördüm. Tabi ben içeri baktığımda kapıyı kapattığı için fotosunu çekemedim.

Mini mini bir kız çocuğunu öyle güzel giydirmişler ki bu kadar olur. Şeker kız candy gibi olmuş adeta. Şunu şekerliğine bir bakın hele. Keşke yakından da bir kare çekseydim ama heyecandan ancak bunu çekebildim:)



Yine başka bir ara sokak ve güzel bir kapı. Etraftaki çöpleri görüyorsunuz sanırım. Onlardan her yerde var.


Barbaros Hayrettin Paşa'nın heykeli ve ben. Bu fotoğrafı çekmek epey zor oldu. Sol taraftan çektik önce fotoyu bir baktık her yerimizi jandarmalar sarmış. Kibarca uyardılar burdan foto çekemezsiniz diye. Meğer sağ tarafta jandarma binası varmış. Çektiğimiz fotoları da sildirdiler tek tek. Sonra insafa gelip, bizi turist ve Türk görüp acıyıp bir tanesinin eşliğinde heykelin tam karşısına geçirdiler ve trafiğin orta yerinde fotoğraf çekmemize izin verdiler. Ben de fırsattan istifade biraz da şirince heykelin önünde duruverdim. Ehh biraz adrenalin de fena olmadı hani. Jandarmalar korkunç görünüyorlar ama yabancılara özellikle de Türk'lere gayet sıcaklar. İnşallah hep böyleleri denk gelir bize.

Casbah da bir cami. Sanırım Osmanlılardan kalmadır. Bildiğim kadarıyla Türklerin ilk camisi var buralarda bir yerlerde ama bu mu bilemiyorum çünkü bunun da çevresini restorasyon için kapatmışlardı. Üzerinde bir yazı falan da göremedim. İsminin de ne olduğunu bilmiyorum. Bir dahaki sefere restorasyon çalışmaları bitmiş olursa içine de girer gezeriz. Hikayesini de öğrenir anlatırım sizlere.
Casbah meydanı burası da.



Casbah liman. Gerçekten yukardan bakıldığında inanılmaz güzel görünüyor.


Ne binası olduğuna dair bir fikrim yok ama oldukça heybetli bir görüntüsü vardı. Sokağın köşesini koruyordu adeta.



Limandan Makam-ı Şehit'in görüntüsü. Bu kadar yakın değil tabi makinanın zoom u ile yakınlaştırdım:) Epey mesafe var arada.

İşte Casbah böyle güzel ve tarihi bir yer. Birkaç tane daha fotoğraf var ama onları buraya eklemedim diğerlerini de görmek isterseniz blog ana sayfamdaki Flickr dan bakabilirsiniz. Hepinize sevgiler..