28 Ocak 2009 Çarşamba

Yemek istiyorum,seviyorum,canım çekiyor,özlüyorum,burnuma kokuları geliyor,dayanamıyorum bazen ama kilo da alıyorum sinir oluyorum..

Şunların güzelliğini görüyor musunuz yaa? Herkes sanırım fotoğrafların nelere ait olduğunu anladı. Yine de seçilememe ihtimaline karşı ben sıralayayım sizin için. Soldan başlayarak sırayla:
-son zamanlarda epey revaçta olan bardakta haşlama mısır özellikle de permesan peynirlisinden
-kırmızı kırmızı ve kızarınca çıtır çıtır olan tekir balığı,
-kaşarlı pide
-domates turşusu ki ooff kokusu geldi burnuma şimdi;
-kırmızı tatlı biber, ne yazıkki buradaki tüm kırmızı biberler acı
-tabiki mantı
-simit,
-döneeerrrr,
-kurabiye, ama izmitteki Aynalı Fırın'ın, Çınar pastanesinin bir de Kadıköydeki Komşu Fırın'ın kurabiyelerinden olmalııı
-mis gibi kokan ve dolu dolu bir ekmek tombik ekmek. Bizim bakkal da satılıyor pardon artık market oldu orası tabi. Nasıl özledim bu ekmeği bilemezsiniz. Buradakiler hep baget ekmek genelde içleri de kof kofffff
-galete istiyorum taze taze fırından çıkmış, izmit çarşı garajlardaki minik fırının galeteleri pek güzel olur,
-tulumbaaaa tatlısıııı
Şimdi yazımı okuyanlar artık senin Türkiye vaktin gelmiş diyeceklerdir. Pınaroo okuyorsa o kesin söyler zaten. Ciciyi de çok özledim valla yaa.. Künefe yeriz belki onunla yine. Bak onun fotosunu koymayı unutmuşum tüh. Siz var farzedin!Dediğim üzere evet benim Türkiyem geldi..
Böyle durumları hemen algılıyorum artık. Duygularım böyle salıncakta sallanır gibi iç gıcıklayıcı bir hal alıyor, burnuma yerli yersi kokular geliyor, rüyalarım değişiyor, eski fotoğraflara bakasım geliyor, biraz sinir yapıyorum ve tabi hüzün geliyor yerleşiyor.
Belki size bu hallerim tuhaf geliyordur. İnsan içinde yaşayınca bazı şeyleri farketmiyor. Kıymetini anlamıyor, olağan buluyor. Orada sizin için bunları bulmak, edinmek her zaman oldukça kolay. Rahatlıkla yemeklerinize roka veya semiz otu salatasını ekleyebiliyor, canınız börek istediğinde evinizde mis gibi yapabiliyor, yapmaya üşendiğinizde en kötüsü bir vasıtayla pastaneye gidip can çekilen şeyleri alabiliyorsunuz. Burası tabi böyle söylediğime bakmayın çoğu şeyi bulabildiğimiz bir memleket. Halimize şükrediyoruz yatıp kalkıp. Taa Amerikalarda bir patlıcanı onlarca dolara almak da vardı. Oradaki çocukluk arkadaşım canım Serra'm anlatır arada. Bu yüzden yiyemediğim şeyler için bana acıyabilirsiniz elbet ama mahrumiyette de değilim yani söyliym de sonra anneciğim çocuğum aç kalıyor oralarda zannetmesin. O beni bilir zaten. Kızının her zaman olur olmadık istekleri vardı. Durup durup ayy şimdi şundan olsa da yesek durumları tavan yapardı. Hala daha bende değişiklik olmadı. Ruh hallerime göre isteklerim boyuna değişiyor. Ama böyle olmak mutlu ediyor beni. Düşünmeyi düşlemeyi seviyorum. Az kaldı memleketimle kavuşmaya, sokaklarında özgür kuş olmaya, mis havasını solumaya az kaldı. Hiç birşey yapmam gerekmiyor aslında orada olayım yeter.Durup sesleri ve sessizliği dinlemek istiyorum.
İzmitten sonra izmir'i de özlüyorum artık .Orası da başka ve güzel bir memleketim artık. Ne de olsa kütük izmir oldu:):) İzmitin yanında bir de izmir özlemim var artık. İzmir'in kızları şarkısından da böylelikle kendime pay çıkartmış oluyorum ve kıskançlığımı bir nebze de olsa azaltıyorum. Kokoş zaten onların hepsi önemli olan ruh güzelliği dimi ama yaaa??? Ben 34 beden olayım da görsün onlar beni..izmirde nasıl da hava atıyorum süslenip püslenip..
Zaten bu yazının sonunun hayra alamet olmadığını anlamıştım daha yazmaya başlamadan. Yemekleri yemek güzel de sonrası fena. Aldığımız kilolar faizliyle yerleşiyor üzerimize. Bunun bir hal çaresi olmalı diyorum. Yemeli ama kilo almamalı. Neyse çareler üretmeye çoktan başladım. Burada kalırsak daha bir müddet; ya bir spor salonuna yazılmalı ya da o da olmazsa (çünkü düzgün bir yer bulmak gerek ve vasıta sorunu da var tabi,) eve artık yürüyüş bandı vs. almak allahın emri oldu. Yürümek en önemli şey çünkü. Annem de yürüyüşlere başladı yine. Düğün zamanı pek güzel kilo vermişti zuzum bizim için. Şimdi yine sağlıklı yaşama geri döndü. Pek de iyi yaptı. Belki izmitteyken sabahları ben de ona takılır bir hafta da olsa yürürüm..Ne yakarsam kar dimi ama? Önerileri olan arkadaşlarımı bekliyorum yorumlarda. Şu kilo işi için çözüm zamanı kızlaaarr hadi sıvayalım kollarıııı:):)



P.S: Şunu söylemek istiyorum beni mimleyen arkadaşlarım var yalnız ben mim durumunu unutmuşum bugün yine kitabımı yanıma almadım yarın söz yazacağım lütfen kızmasınlar banaa:)

26 Ocak 2009 Pazartesi

Sakal Hikayesi

Ankarada her zamanki günlerimden birini yaşadığıma kanaat getirmiştim o gün.. Ama içimde bir şeyler bangır bangır bağırıyordu hatırladığım kadarıyla. İçimde yine olası sıkıntı köprüleri kuruluyordu bense titrek titrek adımlar atıyordum oraya doğru. Tam olarak ne olduğunu hatırlamıyorum aslında. Gerçekten. Ama hiç unutmadığım gibi iç sıkıntılarımı; yine unutmamışım işte. Sokaklarda yürüdüğümü hatırlıyorum ama yürüyen ben miydim yoksa isimsiz bir gölge mi hala bilmiyorum. Şimdilerde adımı seviyorum. Eskiden hiç bakmazdım yüzüne. Herkeste vardı ya bende olmamalıydı sanki. Başka isimler yakıştırırdım kendime. Ama şimdi ismim gibi olduğumu biliyorum ve seviyorum onu. Ankara sokaklarında dolaşmak iyi geliyordu o zamanlar. Çünkü geçiciydi yaşadığım yalnızlık hissi biliyordum. Arkadaşlarım vardı, orada bir hayatım, bir evim vardı. Elimi telefona götürsem o an yanıma gelecek birileri elbetteki vardı. Sıhhiyeden Olgunlar'a kadar yürüdüm. Oradaki kitaplara bakındım. Sonra o zamanlarda sıkça gittiğim Sakal Cafe'ye uğrama isteği baskın geldi. İlk ne zaman gitmiştim hatırlamıyorum ama sonraları orası ikinci evim olmuştu. Ortam huzurluydu. Kedicikler camdan tavanda pıtır pıtır gezerlerdi. Lezzetli kekleri, börekleri vardı. Ve güne kafayı takmayan güler yüzlü insanları. Sahipleri de o zamanlar bir o kadar iyiydi. Şimdi de onlar varsa eğer bilemiyorum umarım yine öyle güzel bir mekandır. Pencereleri kocamandı kapatılmış bahçenin; yine de içerideki kitap kokusu geliyordu insanın burnuna zaman zaman. Duvarda mütemadiyen birşeyler astığım dilek ağacı vardı. Duvardan çıkan bir köktü sanırım bozulmayan. Benden ona çeşitli zamanlarda tokalar, lastikler, renkli ipler asıldı hep.

O gün de işte ayaklarım oraya gitti. Yalnızdım. Somurtuyordum. İçimden neler neler düşünüyordum. Sanırım çay ve çin böreği söyledim yanında verilen çıtır salatalıklarla önce. Not defterimi ve kalemimi çıkartıp yazmaya başladım olacaklardan habersiz. O zamanlar her tür insan gelirdi oraya ama öyle saçma tipler değil, kitap severler, kitap kokusu severler, aşıklar, gençler, yaşı ileri ama ruhu çocuk insanlar v.s. O gün çaprazımda orta yaşlı biri oturuyordu elinde gazetesiyle. Masaya oturduğumda görmüştüm göz ucuyla. Yazmaya başladım deli gibi aklıma ne geliyorsa. Bir yandan da düşünüyorum elbet. O çapraz masadaki bey bir şey söylemek için izin istedi bir ara. Şaşırdım. Ama öyle iyi görünüyordu ki söylemesine izin verdim. Babacan bir tavırla "öyle hüzünlü görünüyorsunuz ki kendimi tutamadım; nedir sizi böylesine yaralayan şey sorabilir miyim?" dedi. Ben yine şaşkın şaşkın "önemli değil sadece düşünüyordum günlük şeyler işte" deyiverdim. "Peki rahatsız ettiysem bağışlayın" dedi ve yerine gitti. Tabi bu olay ben oraya gittiğimden herhalde yarım saat sonra falan oldu. Pek takmadım açıkçası. (O zamanlar tv de bu kadar çok kötü haber yoktu zaten ve bilmediğim insanlara sapık muamelesi yapmıyordum.) Nasıl göründüğümü de bilmiyordum hiç. Sonra adam yemeğini bitirdi kalktı ve gitti. Görevli arkadaşlardan biri - ki o zaman hepsini tanırdım konuşurdum- elinde en sevdiğim çikolatalı kekle masama doğru geldi. "Ben sipariş vermedim ki" dedim. "Bu bizden" dedi. "Neden" dedim. "Siz buraya her geldiğinizde kocaman gülümsemeniz bizi de mutlu ediyordu ama bugün hüzün kaplısınız. Bu sevdiğiniz çikolatalı kekin iyi geleceğini düşündük arkadaşlarla dedi." Gülümsedim tabi. O da sevindi. Dedim ben de ne var ki böyle insanları apaçık gördüğü. Bazı zamanlarda olduğu gibi yine üzgün ve düşünceliydim hepsi bu. Yazımı bitirdim kekimi şapır şupur yedim hazırlandım çıkmak üzere. O gün oradaki herkesin gerçekten ne kadar iyi olduklarını yeniden anladım. Mutsuzum diye hesap almadılar benden o gün. Giderken de güzel peçetelere iki tane kek dilimi sarmışlar elime tutuşturdular. Mutsuzluğum bitsin diye. Teşekkür ettim. Merdivenlerden çıkmak için yöneldim. Duvarda asılı aynaya baktım bir an ; kendimi hiç öyle görmemiştim. Ben gitmiştim sanki o yüz başkasınındı. O zaman anladım o adamın bana neden öyle dediğini. Yüzüme hiç yakışmamıştı o hüzün çünkü. Pis bir tarafı vardı. Gözlerimin maviliği simsiyahtı öylece bakıyordu anlamını kaybetmiş. Sonra keke baktım. Peçeteyi kıvırdım kemirmeye başladım. Gülmeliyim dedim. Ne istiyordum ki ben daha? Yolda küçük bir kız gibi sıçraya sıçraya yürüdüm. O kek bana çok iyi geldi. Sakal'a gitmeye devam ettim tabi. Şimdi orayı özlediğimi hissettim. Acaba hala eskisi gibi güzelmidir yemekleri, mis gibi kitap kokuyor mudur?



Bakanlıklardaki otobüs durağına geldiğimde yanıma bir teyze oturdu. Daha gelmesine zaman vardı mavibüs'ün. En sevdiğim kısmıydı ankara'nın; otobüslerinde cinnah yokuşunu tırmanmak ve inmek..Bazen kendini alamayıp kuğulu da inmek kıtır da kokoreç bira ziyafeti vermek. Teyze bana "kızım ne güzelsin maşallah güleryüzlüsün sen kesin ankara'nın dışından gelmişsindir" dedi. Yine şaşırdım tabi. Bu kadar mı değiştirmişti beni iki dilim kek ve güzel sözler. "Teyzecim aynan var mı" dedim bu sefer şaşkınlığım ona geçti. Var kızım dur çıkartayım dedi. Aldım bol gümüş işlemeli aynasını baktım ki ben geri gelmişim. Hem de sanki çocukluğumdan fırlamışım. O pis hüzün nereye gitmişti hemencik. Teşekkür ettim. Otobüse bindik birlikte ve sonra birlikte indik yürüdük. Birlikte alışveriş yaptık gülümsedik birbirimize. Hüznüm uçtu gitti. Dünyada hala iyilik var mutluluk var dedim durdum kendime. Teyze de sevdi durdu sözleriyle beni torunlarını anlattı, hayatını anlattı. Hüznün bana sadece fotoğraflarda yakıştığını ilk o gün anladım işte. Şimdi sebepsiz yere gülüp duruyorum. Ve gülümsemem yüzünden sevdiğim adamla güzel bir hayatım var şimdi. Beni çocukça ve umarsızca güldüğüm için sevdi çünkü..Şimdi bu şehirde, bu saatte, bu kadar acıkmış olmama rağmen, hüzünlere istemeden bulaşsam da zaman zaman gülebilmemin tadını çıkartıyorum..Hayatımı seviyorum..

P.s: Fotoğraf google http://www.sirden.net/ den.

25 Ocak 2009 Pazar

4'lük Mim


Sevgili arkadaşım Meripoint beni mimlemiş. Ben de büyük bir sevinç içerisinde geç de olsa cevaplıyorum bu mimi. Evdeyken okumuştum ama internetimizin gıcıklığı yüzünden cevaplayamadım ancak bugün fırsat oldu. Gecikme için özür diliyorum.

Mim konusu bilgisayarımızdaki 4.resim dosyamızın 4.cü resmi. Ben de hemen bakıyorum. Önce hard diske mi baksam diyorum çünkü bilgisayarım yavaşladığı için tüm belgelerimi ve resimlerimi taşınabilir minik diskimde saklıyorum. Ama bilgisayardaki blogum için açtığım resim dosyasını görünce hemen oraya girdim ben de. Sonuç bu:


En sevdiğim, çocukluğumu geçirdiğim Kefken de Deniz fenerinin önünde düşünceli ben. Aslında hikayenin ana fikri eşimle çocukluğumu geçirdiğim kefken'e anılarıma gidiş. Orada günlerimi sevdiğimle birlikte geçirmenin verdiği huzur. Ama o sırada da dalıp gitmişim işte. Kimbilir neler düşünüyorum. Oralarda o kadar çok anım var ki. Bilenler bilir ama yaşayan daha çok bilir. Hele çocukluğu orada geçmiş olanların beyinleri de farklı çalışır bence, istekleri daha bir tutku doludur, gözleri deniz gibi bakar, hayalleri çalkantılı ve farklıdır. Oradaki ekmek kokusunu, tırstığım için asla midye toplamaya gidemeyişimdeki üzüntülerimi, bahçeye evcilik oynamak için gelecek arkadaşlarım için oyuncaklarımı hazırlayışımı, salıncak kavgalarını, öğlen uykularını, sabah akşam veya gece farketmeyen tuuğğbaaa diye sokağa çağırılışlarımı, balkondan sallanarak yenilen sulu meyveleri, bahçe kapısının gıcırtısını, evin kapısının devasa anahtarını, hüsranla biten ev partimizin hala daha hatırlanmasını, toplanıp bir sürü arkadaş arabalara doluşup yanımıza aldığımız nevalelerle denize girmek için yolları aşmamız v.s anlat anlat bitmez ki bu fotoğrafın getirdiği hikayeler. Şimdilik bunları yazmak istedim. Saçlarımın bu rengini de yine özledim bakınca...

Şarkı da eskiye dair o günlerden sevdiğim bir şarkı, hafızamı tazeleyen..

24 Ocak 2009 Cumartesi

Bu kadar olur = Lost

Ayy ne zaman başlayacak diye deliriyorduk nihayet başladı. Biz de bugün hemen ilk iş indirdik netten ağzımız bir karış izledikk..Bu diziye akıl sır ermiyor valla yaa gene karman çorman yapmışlar işin içinden çıkamadık kala kaldık yaaa. Her dakikası mı güzel olur yaa.. Ama tabi güzel olmasının en önemli nedeni de beklenmedik olması..Süperler valla yaa. Sonucunu düşünmeden edemiyorum. Hele ikinci bölümün sonundaki düşündürücü lafı sevdim..Konuyu söylemiyorum ama Ben'in sorusu üzerine teyzenin yanıtı güzeldi.."Tanrı yardımcımız olsun.."

Hiç durmayı hemen hemen hemen izleyiiinnnn..İyi seyirler..Yeni bölümleri heyecanla bekliyoruz..

Not: İlkaycım 4*4 mim ini unutmadım yazıyorum şu anda ama yayınlayamadım daha haber vereyim dedim...Öpücükleeeerr

21 Ocak 2009 Çarşamba

Özlenen mekan değil zamanmış meğer


"Bu yazı dün yazıldı ama internetten ötürü yayınlanamadı. O yüzden şimdi okumanın tam zamanı.."


Bugünlerde hava yine kış soğuğuna büründü. Güneşsiz, suratsız, asabi sanki. Zaten arada yağıp duruyor da bu haline üzülür ağlar gibi. Benim gibi. Bir kitap okuyorum günlerdir. Kadından Kentler; Murathan Mungan’ın. Önceleri Elif Şafak’a başlamıştım Araf’a bitiremedim ilk defa.Yani ilk defa bu kadının kitabını bitirmek gelmedi içimden, aldığım yerine koyuverdim 50-60 sayfa sonunda. Kadından kentleri ise bitirmek istemiyorum ağırdan alıyorum epeyce. Bir sürü hayat bir süsü yaşanmışlık, anı var içinde. Ama hüzün kapladı içimi kitap. Evet kitap yaptı bunu. Okumaya başladığımdan beri hava sessiz, okumaya başladığımdan beri içim ıssız, gözlerim yağışlı. Okuyorum, düşünüyorum, düşlüyorum ama hava gibiyim aynı; kara. Hep geçmişi düşündürüyor bana kitap. Kaybettiğim sevdiklerimi, geride bıraktığım arkadaşlarımı, geçtiğim sokakları, seçtiğim şehirleri bir bir hatırlatıyor bana.Yaşamımı en baştan ele aldı da film gibi sahne sahne izletiyor sanki. Hayatımdaki önemlileri veya zamanında önemli olduklarını bilmediklerimi öğreniyor, en değer verdiklerimin gereksizliğini gösteriyor bana. Kafamdakilerin fotoğrafını çekmek istiyorum. Aynı bir makina gibi. Kendimi kurmak, o anı gözümün önüne getirmek ve sabitlemek hiç unutmamak için. Sanırım yaşlanmaktan en çok bu yüzden korkuyorum; anılarımı unutacağım için, kokuları, sesleri unutacağım için. Ses kayıt cihazımı daha çok kullanmalıyım diyorum kendime. Anneme babama onları ne kadar çok sevdiği daha sık söylemeliyim. Elimdekilere tüm gücümle sahip çıkmalıyım.

Bu aralar çok çabuk sinirleniyorum. İçimdeki bu sinirlilik halini iyi bilirim. Çok zaman ziyaret etmiştir beni ve zaten bildim bileli bu halim sabittir bir yerlerde. Asabiyimdir bazen olaylar, durumlar yada birşey olmadıysa da hayat karşısında asabiyimdir. Şimdilerde zaman geçtiği için asabiyim. Onu tutamadığım, kendime yerleştiremediğim için.

Yapmak istediklerimi sıralıyorum ardı ardına günlerdir içimden. Evime gidince eski fotoğraflara bakmak hatta en eskilerini poşetlerinden çıkartıp albümlere koymak istedim önceleri. Sonra o eski torbaya takıldı aklım. Dedim o torbada kalmalılar.Şimdi onları yepyeni albümlere koymak olmaz. Ama bolca bakmak istedim. Sonra en çok istanbul’u gezme isteği var içimde. Ama hep gezdiğim gibi ortaköyü, taksimi değil. Eminönünü, tahtakaleyi, kapalı çarşıyı..Sonra laptopumdaki fotoğraflarımı düşünüyorum. Şöyle onlara dokunup bakamamak üzüyor beni. Hepsini bir çırpıda gerçek dünyaya taşımak içinde bulundukları bu sanallıktan kurtarmak istiyorum. Annem de der hep “kızım böyle cdlerde bilgisayarda olmuyor bakmak. Gelen birilerine göstericem gösteremiyorum.Şunları bir çıkartıver de bakalım” diye. Şimdi ona çoook hak veriyorum. Zaman bolken basılacakları ayırayım diyorum. Çünkü yapmadığım şeyler sonraları çok yük oluyor omuzlarıma, canımı acıtıyor. Hani derler ya çok şey isteyen hiçbişey yapamaz diye çok doğruymuş bu. Ben hep biraz aç gözlü oldum hayata karşı. Bir sürü şeyi istedim ki hala istiyorum, onu da yapayım bunu da yapayım diye. Ama hep iyi niyetimden istedim, hep öyle hayaller kurardım çünkü şunu ve şunu ve şunu da aynı anda yapan ben diye hayaller. Gene öyleyim tabi. Ama ne az şey var elimde diyorum bazen. Zamanında nasıl da atlamışım bunları diyorum.
Hani Ankarayı özlüyorum ya durup durup. Bu gidişimde yine anladım asıl özlediğimin aslında Ankara olmadığını, oradaki zamanlarımı özlüyorum ben. Şimdi sokaklarda yalnız başına yürümek, etrafı izleyip eskiyi düşünmek kar etmiyor. Olmuyor, o tadı vermiyor. İşte biliyorum artık mekanlar değil zamanlar özleniyor. Mesela teyzemlerin oturduğu bulvar apartmanını özlüyorum oradaki zamanları, kırmızı yemek masasını, girişteki matador resmini, yatak odasının aynasındaki yapışkan alfi; sonra babannemin gri yumuşak koltuklarını, mutfaktaki kahverengi davlumbazı bana börek pişirdiği, onun kocaman şekerli kurabiyelerini, üzerine kabartmalı siyah vazoyu ve onlardaki balkona açılan soğuk ardiye odasını; eski evimizdeki soğuk odayı da özlüyorum nasıl heyecanla arardım birşeyler bulabilmek için üzeri örtülmüş eşyaları,sokağa bakmak da daha bir güzel olurdu o pencereden; duvardaki boydan boya kaplanmış sonbahar resminin içindeymiş gibi yediğimiz yemekleri; sobayı..sonra sokakta oynadığım zamanları özlüyorum,ip atlamayı, terlemeyi, arkadaki yıkıntı evden korkmayı, bir üst mahalleye gitmeye çekinmeyi özlüyorum. Tabi bir de susayınca bakkaldan su içmeyi: Faik amca su içebilir miiiyiiizz çok susadık?

İşte bu kitap yaşadığım her şeyi tekrar tekrar yaşatıyor bana, güldürüyor, düşündürüyor, ağlatıyor bir daha geri gidemeyeceğim için o zamanlara. Sanki hala oradayım gibi hissediyorum. Bedenim burada ama ruhum aklım hep orada. O yüzden bu çocukça hallerim belki de. Ben belki de bu zamana ait olamadım hiç. Bir çoğumuzun olduğu gibi hala. Yine de küçük mutluluklarımıza sahip çıkmaya çalışalım ve anılarımızı hep hatırlamaya devam edelim değil mi? Sıkıldığımız zamanlarda da şarkı söyleyelim bağıra bağıra:)





Not: Yukarıdaki çizim T.S Spookytooth'a aittir..Ve bu yazı da geçen zamana, geçmişte kalan arkadaşlara, dostlara, oyunlara, kişilere ve kaybettiğim sevdiklerime adanmıştır.

18 Ocak 2009 Pazar

Resimlendim, huzur doldum, devamını getireceğimi umuyorum...

Birkaç zamandır demeliyim çünkü tam olarak kestiremiyorum ne zaman olduğunu, düşünüyordum şöyle kendimi resime versem diye. Eşimle izmir den aldığımız renkli defterlerimize bakıp bakıp iç geçiriyordum ama hiç içimden gelmiyordu bir çizik atmak bile. Böyle bir tuhaf haller içerisinde debelenip duruyordum. Nihayet birkaç gün evvel odamdan çıkmak istemediğim bir gün tam da yatağın üzerinde uykuya dalmaya niyetlenirken kafamda bir şimşek çaktı. Önceki gece eşimden benim için baykuş resmi çizmesini istemiştim. O da çok güzel karakalem bir baykuş yapmıştı bana. Kıskanmıştım çok güzel olduğu için ben de yapmalıyım demiştim. Onun yaptığı resmin fotosunu çekmeyi unutmuşum bu arada eve gidince onu da paylaşacağım sizinle. Hatta belki kendi paylaşır bloguna yazmaya vakti olursa. Ben de kafamda yanan o ışıkla elime aldık defterimi ve kalemlerimi başladım çizecek resim aramaya. Uzunca bir zamandır netten bulduğum ve sevdiğim illüstrasyonları dosya halinde istifliyordum. Bakıp bakıp iç geçiriyordum. Özellikle de Pino'nun güzel çizimleri beni gaza getirmeye yetiyordu. Ben de o dosyayı açtım ve beğendiklerimden ve tabi çizebilceklerimden birkaçını çizdim. Bakalım beğenecek misiniz?

Baştan başlarsak;

Benim Mamii vosvosum. Çizimlerin asıl sahiplerinin isimlerini dosyama kaydederken yazmamışım o yüzden bilemiyorum. Ben baka baka çizdim sonra da sulu boyalarımla boyadım. İçine binip gidesim geldi..tabi acemice boyadım uzun zamandır elime sulu boya almamıştım en son ortaokulda falandım herhalde. Fırçam da biraz kalın geldi ama idare ettim işte. İçimi rahatlattı çizmek de boyamak da..

İkinci çizdiğim resim. Şıkıdık ayakkabılar. Eşim en çok bunu sevdim. Sanırım ben de. Çizimin aslı Sarah Beetson a aittir. Bu arada vosvosun da çizerinin adını buldum Willie Ryan..

Diğer papilerin içine çizgili çorap giyilmesi fikrini sevdim ben. Zira bu kadar topuk beni aşsa da yine de çizmesi zevkliydi. Bu da ilk ayakkabı çizme deneyimim oldu. Hayatta her şeyden tatmak da gerekiyor tabi dimi ama..
Diğer mini süslü papiler. Bu resmin asıl çizeri de Victoria Ball. En sevdiğim illustrasyon çizerlerinden biridir. Sıkça takip ederim ve çizdikleriyle bambaşka dünyalara giderim. Buradaki ayakkabılar daha kullanışlılar. Renklerini ben değiştirdim. Giymek istediğim şekilleriyle. Minik olduğu için çizimleri sulu boya beni biraz yordu. Bazı yerlerde de batırdım ama yine de seviyorum..


Şirin baykuş diğer resimlere başlama nedenim işte. Belki de bunu ilk göstermeliydim size ama biraz bekleyin istedim:):) Eşimin çizdiği karakalemin kuruboyalı versiyonu. Bunu sulu boya ile boyamak aklıma gelmedi. Sulu boya fikri sonradan aklıma girdi. Tombik olması da ayrıca beni çekti. Ama bu fotonun orjinali kime ait bilemiyorum. Ben google dan buldum sanırım bunu..

Sevimli kuşun adı ise Mavi kuş. Çizeri de bu ismi vermiş zaten ama ben yine onun ismini kaydetmemişim. Özür diliyorum. Bana çok masum göründü kendisi nedense. Kuşları pek sevmem ben. Daha çok karga,bülbül ve baykuş severim ilginçtir. Diğerleri kafamı şişiriyor cik cik. Hiç olmazsa karganın bir karakteri var bence. Ayy cik cik cik ötekiler sevimsiz geliyorlar. Ama muhabbet kuşum varken anlaşıyorduk onunla. Çok hızlı uçmadığı ve çok ses çıkartmadığı zamanlarda. Bülbülün de güzel hikayeleri olduğu için severim dilden dile dolaşan..

Mesela şu sözü severim ben: Gül; dedi bülbül Gül'e;Gül gülmedi gitti; Gül Bülbül'e Bülbül Gül'e yar olmadı gitti...

Bu kadın çiziminin de aslı Montana Forbes'e ait. Kendisini de çok severim. Böyle daha pek çok kadın çizmiştir. Biraz Pink'i andırdı eşime. Sonra düşününce bana da öyle geldi. Yine de duruşunu seviyorum. Açıkken düşündüğüm kocaman gözlerini de..

İşte hepsi şimdilik bu kadar. Daha çizmeyi istediğim pek çok resim var. Yeni bir taneye başladım bile. Ama ne zaman devam eder ve renklendiririm bilmiyorum. Zaman burda en bol şey sanırım. Bir yerlerde başlar bu çizim macerası yeniden. Ayrıca bu defterleri iyiki almışız yaa her sayfa başka renktee. Çizmesi güzel oluyor. Ama küçük. Keşke bir boy daha büyüğünü alsaydık .O zaman gözüme kocaman gelmişlerdi ama çizerken biraz zorlanıyorum bunda.

Herkese kocaman sevgiler. Mutlu günler diliyorum. İnsanın kendini iyi hissettiren şeyleri bulup çıkartması ve sonra onlara sıkıca sarılması iç gıcıklayıcı, güzel bir duygu. Bir süre beni idare eder herhalde. Sonra yeni uğraşlar aramaya başlarım yeniden..Belki yağlı boya yapmayı denerim kimbilir. Ona da pek hevesim var..

16 Ocak 2009 Cuma

Flame'den bana yeni bir mim: Makyaj malzemeleri

Bu konu aslında tam benim konum. Zira kokoş olmayı iyice sevdim hatta benimsedim. Kıyafetler konusunda burada pek rahat olamasam da yani Türkiye deki gibi çok gezemediğimizden öyle çok çeşitli şeyler giyemiyorum çok da süslü olamıyorum tabi. Ama her gün düzenli makyaj yapıyorum diyebilirim. Cildim yağlı bir cilt aslında karma demek daha doğru. O yüzden kaliteli ürünler kullanmaya özen gösteriyorum artık. Eskiden pek önemsemezdim. Fakat cildimde küçük pembe lekeler oluyor arada. Neden bilmiyorum. Yediklerimden de olabilir. Belki Türkiye tatilinde bir cildiyeciye gidebilirim .Kullandığım makyaj ürünlerinden de kaynaklanıyor olabilir tabi. En sevdiğim renk tonu allıkta, rujda ve far da şeftali rengi. Bana da yakıştığını düşünüyorum. Önceden hiç kullanmazdım bu rengi sonra bir alıştım bırakamıyorum. Hatta burada bulamayacağım ürünleri bitmesin diye kıyamadığımdan gıdım gıdım sürüyorum. Rengaren ve çoklu farlara bayılıyorum. Yani en sevdiğim şey makyaj malzemeleri edinmek. Canım arkadaşım Melda'nın bana hediye aldığı çanta da makyaj malzemelerimi taşımak için birebir. Her seferinde iyiki almış diyorum. Ancak ona sığabiliyorum zaten bir sürü makyaj çantam olmasına rağmen. Hem desenini de seviyorum içimi açıyor..Bakalım siz de beğenecek misiniz?

İşte benim meşhur çantam bu. İçi kocamaann. Assortie den almıştı eğer almak isteyen varsa diye söyleyeyim dedim belki vardır hala..

Bunlar da benim farlarım. En çok bir sürü renk olan çoklu farları seviyorum. Bu yüzden genelde onlardan almayı tercih ediyorum. Markası Estee Lauder . Yeşil olan simli farımı pek kullanmasam da seviyorum onun markası da Verita. Ama en çok sevdiğim yeşilin yanındaki şeftali far. O biraz parçalandığı için içini açmadım. Markası onun da Verita.Ruj en sevdiğim makyaj malzemesidir benim. Kokularına da bayılıyorum. En güzel kokan Flame'in de çok sevdiği Loreal'in Glam Shine olanı. Çoklu rujumun da renk seçeneklerini seviyorum onun da markası Estee Lauder. Yanında de aynı markanın şeffar parlatıcısı var. O da pek güzel kokuyor. Clinique 'İn bir tarafı parfum bir tarafı ruj olan ikilisini de çok seviyorum. Onun da rengi şeftali. Parfüm ine Happy. Yanında taşımak çok kolay; hem de çok kullanışlı..
Fondöten kullanmayı çok sevmesem de yine de tercihim Max Factor 'un Age Renew'u. Rengi biraz pembe geliyor bana ama bu gidişimde belki değiştiririm. Önerisi olan arkadaşım varsa bu fondöten konusunda bana yazabilir. Tabi bir de pudra ya da fondöten olmayan ikisinin karışımı olan türler var sanırım. Onlardan kullanmadım. Nasıl sonuç verdiğini bilemiyorum. Aşağıdaki kalemlerin ise çoğu göz kalemi. Sadece siyahın sağındaki şeftali rengi olan kalem dudak kalemi. Çok da memnunum ondan markası Flor Mar. Diğerlerinin de aynı. Ama onlar normal kalem gibi değil de ucu çıkmalı olanlardan. Bence onlar daha etkili normal kalemden. Oldukça da yumuşak..Göz altı kapatıcısı olarak Loreal kullanıyorum. Bembeyaz olmasını seviyorum. Rimellerim ise biri kahve biri de siyah. En çok kullandığım renk genelde kehverengi. Yine Loreal'in Lash Architecth'i.

12 Ocak 2009 Pazartesi

Böcek Hikayesi

Dün bloga yazacak bir şey bulamamıştım. Bugün ise yazacağım şey hemencecik önüme geliverdi bir flashdisk ile. Geçen hafta yediğimiz yemeğin görüntüleri. Ben de tabi durmadan dinlenmeden başladım önce fotoğrafların boyutlarını küçülttüm sonra da yazmaya giriştim.

Geçen hafta cuma günüydü. Yeni keşfettiğimiz markete alışverişe gitmek için çılgın trafiği yenmeye çalışıyorduk. Görmeniz gerek bir saat süren yolu tam üç saatte geldiğimiz bile oldu. Ki sorun trafikte değil yolların üzerine kurulan jandarma kontrol noktalarında. O kadar çoklar ki. Adım başı durmak gerekiyor. Tabi trafik allak bullak oluyor ve arabanın içinde sinirden kuduruyorsunuz. Yeni keşfettiğimiz süper marketin adı "Uno". Ama bu bizim bildiğimiz Uno değil sanırım. Çünkü uno'ya dair pek bir ürün göremedim. Yalnız burada şimdiye kadar gördüğüm en düzgün, en güzel ve en bol çeşiti olan market. Aynı Türkiye'dekiler gibi. İçinde manav reyonu bile var. Normalde marketlerde ya da büyük alışveriş yerlerinde sebze meyve satılmıyordu oradan oraya koşturmak zorunda kalıyorduk. Hatta içinde elektronik eşyalar-tv, mutfak eşyaları vb- züccaciye ürünleri-tabak, bardak, tencere- güzellik malzemeleri- Flormar ve Golden Rose var sadece- ve hazır yemek-Pizza, tavuk, makarna- bölümü bile var. Biz otopark için sıra beklerken Semih Abi aradı. Hadi çocuklar birlikte yemek yiyelim dedi. Balıkçılarda buluştuk. Yani La Madrak'da. Restoranımızın adı Le Cercle Nautique. Manasını bilemiyorum üzgünüm. Daha önce bahçesinde yemek yemiştik. Yazdı. Şimdi şirin ve küçük iç kısmında oturduk hava muhalefeti sebebiyle. Bayağı da kalabalıktı. Yemek çeşitleri beni pek açmasa da sohbet gayet güzeldi. Tabi bir de içtiğimiz Pembe şarap çok güzeldi.

Fotoğrafta gördüğünüz gibi yani geriye kalanlar görünüyor sanırım sadece ama böceğin envayi çeşitini yedi eşim ve semih abi. Karides ve daha bir jumbo olanı Kerevit. Ayy ben ise binbir güçlükle orasından mı tutsam burasından mı tutsam diye diye ancak üç beş tane yiyebildim. Tabi eşim yardıma koştu bana ayıklayıp verdi. Bu işten nefret ediyorum. Resmen böcek yiyoruz yahu. Öyle pörtlemiş gözleriyle bana bön bön bakıyorlar kocaman bıyıklarıyla. Nasıl yerim ben o hayvanı. Ayy düşündükçe içim dışıma çıkıyor. Sosları pek bir lezzetli tabi ama kabukları ve tipleri için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.

Bu da nihayet beklenilen balığımız. Yanında patatesler de vardı ve tadı da pek güzeldi. Resmen tavuk eti gibiydi yalnız biraz yağlıydı. Balığımızın adı da Loup. Maşallah öyle büyük ki tamamını bitiremedik bile. Patatesleri ve sosu da yine pek güzeldi.

Bu fotoğrafta masamız biraz boş kalmış ama o anda balığı beklemekle meşguldük. Özellikle de ben. Şarabı götürüp durdum. Bir de fotosunu çekmeyi unuttuğumuz Cezayir e özgü çok güzel bir yemek öncesi mezesi var közlenmiş biber. Ona ekmek bandım. Eşimin yanındaki tabakta bitmiş halini görebilirsiniz:)

Burada da şebelek insan ben. Çilekli turtayı yiyecek olmanın sevinciyle şımarmışım biraz. Ama bu turta önceki yediklerim kadar güzel değildi çünkü dibi sert milföyden yapılmıştı sanırım. Halbuki öncekiler sanırım turta hamurundan yapılmıştı ve beyaz muhallebi kısmı daha çoktu. Yine de yemek sonrası bunlardan attırmak harika oluyor. Arkasından da naneli çay. Herkese tavsiye edilir. Türkiye'de olsa off balık sonrası mis gibi helva gelirdi sıcak sıcak. Tabi bu süper balığın yanında rakı da içerdik. Neyse artık Türkiye'ye gidince kısmetse:)

11 Ocak 2009 Pazar

Bugünlerde hep belki...

Bugün bir de baktım ki dört gün olmuş bile yazmayalı bloguma. Aslında hergün onlarca yazı yazmak istiyorum. Aklımda da o kadar çok şey var ki biriken yazılmak için..Ama bazen böyle olur ya insan işte. Ben de öyleyim. Böyle biraz sıkkın, azıcık huysuz, elinden oyuncağı alınmış ve onu hiç unutmamış bu yüzden içi hep buruk bir kız çocuğu gibi. Bilmem neden. Belki havalardan, belki bulutlardan, belki belki belki...Hem internetin de ruh hali pek iyi değil, belki gelir diye bir umutla bekliyorum her gittiğinde. Sandalye tepesinde beklemekten belim tuttu.
Dün yine odamdan çıkmadım bu yüzden. Biraz uzandım tavandaki yıldızlara bakıp hayaller kurdum. Sonra Miyazaki'nin en çok izlemek istediğim filmlerinden Ponyo'yu eşim netten indirmişti onu izledim. Tabi onun dünyasına daldım daha sonra. Dayanamadım bir de Laputa'yı izledim. Şu Miyazaki amcayı içtenlikle tebrik ediyorum. Böyle ona sıkıca sarılıp bana her filmiyde verdiği kocaman renkli dünyam ve hayal gücü için teşekkür ediyorum. Bütün filmleri mi güzel olur insanın yaaa..Şimdi tek isteğim sevdiğim filmlerinin karakterlerinin oyuncaklarını edinebilmek. Özellikle de Ponyo'ya bayıldım. Tabi bir de Spirited Away deki minik kara böcükleri çok sevmiştim. İsimlerini hatırlayamadım şimdi. Dün odada böyle geçti işte. Biraz da çikolatalı kek kemirerek.
Evimi özledim yine bu aralar. Odamı özledim. Odamın dağınıklığını, o canhıraş aradığım şeyleri bulamamanın sıkıntısını ama bir yerde olduklarını bilmenin sevincini, o evdeki herşey de bir hatıram olmasını, annemin kullandığı deterjanın kokusunu, sabah mis yemek kokularıyla uyanmayı özledim. Sonra çıtır çıtır simit yemeyi özledim. İlkokuldayken bir osman amcamız vardı kantinde. Simitin yanında yemek için o etrafa dağılan milyon tane susam tanelerini toplayıp vermesi için bize yalvarırdık ona. Onları yemekten çok hoşlanırdık. Bir de hatırlıyorum annem yüz lira verirdi bir simit ve gazoz alırdım kendime..Üniversitedeyken de kantinden karışık tost ve çay alma seramonisi olurdu. Hep sevdim okul bahçelerindeki kantin alışverişlerini. Şimdi keşke o zamanlara dönebilsem ve yapamadığım herşeyi yapsam diyorum seksenlik bir kadın edasında. Biraz da havanın pusundan sanırım bu eda.
Birazdan odama gideceğim yeniden. Ayaklarımı uzatıp günlük tembelliğime kaldığım yerden devam edeceğim. Belki yine Ponyo'yu izlerim. Beni şimdilik hiç sarmayan Elif Şafağın Araf'ını okumaya devam ederim belki..Yani bugünlerde hep belkiiii...

7 Ocak 2009 Çarşamba

Yine geciktirdiğim bir yazı:Yılbaşı gecemiz

Birkaç gündür bu yazıyı yazmayı istiyordum ama bir türlü fırsat olmadı. İnternetin ve bilgisayarımın azizliğine uğradım yine. Her zamanki gibi git gel'li bir ruh hali içerisindeydi internetimiz; beni çileden çıkarttı. Bilgisayarımsa ne kadar fazlalıklarını yok etmiş olsam da kaplumbağa yavaşlığında çalışıyordu günlerdir. Bugün format yeme günüydü aslında ama bilgisayarcımız olmadığından kurtardı bakalım şimdilik. Ben de daha fazla gecikmeden yazayım dedim.


Yeniyıla evimizde girdik. Geçen sene kampta girmiştik pek de haz vermemişti bize. Ne de olsa her zaman kamptayız. Bu sefer bari evde başbaşa olalım dedik. Gidilecek fazla bir yer alternatifi yoktu zaten. Yemeğimizi dışarıda yedikten sonra çerezlerimiz, cipsimiz, meyvelerimiz, ve tabi sofranın olmazsa olmazı beyaz peynir ve rakımız vardı. Ahh keşke kavunda olsaydı. Burada hala kavun bulabiliyoruz. Nasıl Türkiye de Kırkağaç kavunu meşhursa burada da Tiziouzu Kavunu meşhur ve hala satılıyor yollarda. Bu memleketin de bu özelliğini seviyorum işte meyve çok bol ve her zaman çoğu şey bulunabiliyor.



Yeni aldığım elbisemi giydim hemen eve gelir gelmez. Yeni yılda yeni şeyler almayı ve giymeyi çok seviyorum. Kocaman ailemle geçirdiğim yeni yılları özlüyorum. O zaman da herkes süslü püslü giyinir onlarca yemek hazırlanır. Kocaman hindi ve iç pilav ve çeşitli mezeler eşliğinde sohbetler edilir, bazen tombala oynanır, yeri gelir kalkılır göbek atılır..Biz pek kalkıp göbek falan atmadık tabi. Ama yine de güzel geçti gecemiz. Çok istedim aslında bir yere gitsek de şöyle eğlensek diye ama malum burası Cezayir. Pek tarzlarımız da uymuyor sanırım. Büyük otellerde eminim güzel programlar vardı ama çoğu için rezervasyonda gecikmiştik. En son sorduğumuz yerin fiyatı da dudağımızı uçuklatmaya yetti. Neredeyse milyarlar.. İki kişi için. Parayı kolay kazanılıyor zannediyor onlar herhalde. Güzelim memleketim dururken ben neden kalkayım da buralara geleyim o zaman değil mi yani kolay kazansaydım?



Eski yeniyıl akşamlarımızdan bahsetmişken onlardan da birkaç kareyi paylaşmak istiyorum sizinle, ben de yeniden hatırlamış olayım böylelikle o günleri. Zaten durup durup bakıyorum ama:)

Soldan ilk fotoğrafta Ankaradaki yılbaşı akşamı sofrasını görüyorsunuz. Çeşit süperr..En sevdiklerim. Ayrıca o kocaman şarap kadehlerine de bayılıyorum. Çok büyük keyif alıyorum onlarla şarap içerken.

Onun yanındaki benim cicikom annem. Tabi o zaman azıcık tombili. Bu fotoğraf bayağı eski. Devamında göreceğimiz gibi babannem de fotoğrafta. (Babannemi 2006 da kaybettik.) Annem düğünümüz için tam 9 kilo verdi. Maşallah tığ gibi oldu zuzum benim. Hindimizi getirirken görüyorsunuz annemi.

Altta solda İzmitteki eski fotoğrafın devamı. Soldaki kırmızılı ben. O zaman saçlarım sarıydı. Fotoda pek belli olmasa da. Yanımda ananem, babannem, sofra başında babam, amcam, yeğenim elif, yengem ve annem. Fotoyu çekende halam:) ama onu göremediniz. Onun da fotosunu koyacağım bu foto grubunda hep o çekmiş hiç çıkmamış.

Alt sağda ise Ankara akşamının devamı. Herkesi ayrı ayrı çook seviyorum. Hepsini çook özledim. Umuyorum ki bir dahaki yeniyıl da bu fotolarda eşimle biz de olacağız ve tabi Funda annem, tuna babam ve can'ın da olmasını istiyorum. Komple bir kalabalık:):)En eğlenceli kısmı da bu zaten..




Canım sevgilim bu da senin için..En sevdiğin şarkı. Senin sayende ben de çok seviyorum artık bu şarkıyı:) hadi birlikte sevmeye devam o zaman...

4 Ocak 2009 Pazar

Magnetlerimle çook mutluyummm

Bu magnet çılgınlığı bende epeydir devam etmekte. Annemden bana geçen ve zamanla ritüel haline gelen bir durum. Annem böyle şeyleri çok severdi oldum olası. Bir de renkli plastikleri çok sever. Ben de aynı "o " oldum büyüdükçe zaten. Bundan da çok memnunum. Bana böyle güzel ve küçük mutluluklar kazandırdı annegülüm. İlk başlarda biraz ıvır zıvır gibi algılıyordum magnetleri ama sonra o renkli dünyanın içine girdim şimdi çıkamıyorum. Çıkmak da istemiyorum işin doğrusu. Daha çok almak ve magnetlerden bir ordu kurmak istiyorum delice. Şimdilerde de aklım fikrim bu sevimli şeylerde. Buzdolabımda olması ayrıca sevindiriyor beni. Mutfak evde en çok sevdiğim yer zaten. Böyle cıvıl cıvıl bir dünya da olunca içinde gözüm gönlüm açılıyor. Daha neler neler alsam diye düşünüp duruyorum.

Geçenlerde Türkiye'den gelen gazetelerin birinde -ki eskimiş de olsalar atmaya kıyamıyorum hiçbirini malum burada yaşayamıyorum o zevki- magnet koleksiyonu yapan insanlara dair bir yazı gördüm. Hayran kaldım. Tanrım dedim ne çok çılgın varmış ben meğer daha yolun başındaymışım bu çılgınlığın. Topladıkları magnetleri buzdolaplarına sığdıramayıp çıkma buzdolabı kapağı alıp eve süs niyetine koyanlar hatta sırf magnetlerine özel metal pano yaptıranlar bile var. Sanırım ben de onlardan olmak yolunda hızla ilerliyorum. Ama hırs yaptım tabi bu bildiğimiz çirkin hırslardan değil ben de artık kendimi iyice vereceğim bu magnet olayına. Zaten içim içimi yiyiyor gördüğüm her yerde onları. Al beni al beni diye ardımdan çığlık atıyorlar sanki. Kimilerinin de son derece güzel ve küçük olmalarına karşın fiyatlarının uçuk olmasına akıl sır erdiremiyorum. Ayy diyorum nedir bu yahuu alt tarafı magnet. Şimdi bir de bunların edinmenin yanı sıra kendim yapmayı da aklıma koydum artık. İzmit'e gittiğim ilk gün sevdiğim şeyleri magnet olarak kullanabilmek ve değişik tarzlar yaratabilmek adına bir sürü magnet altlığı almak istiyorum. Yani mıknatısından işte anlatamadım:):) Craft'tan görmüştüm taşlardan bile magnet yapmıştı. Benim de böyle bir sürü planım var bakalım inşallah gerçekleştirebilirsem buradan gösteririm sizlere.

Eşimin İstanbuldaki kuzeni Tolga abilerin evinde, eşi Yaprak ablanın da çok sevdiği ve çılgınca topladığı onlarca magneti var. İlk gördüğümde hayran kalmıştım hala hayranlığım devam ediyor. Bir gittiğimizde izin alıp fotosunu çeker gösteririm onu da. Yaprak abla buzdolabına değil de mutfaklarındaki davlumbaza takmışlar magnetleri. Pek de şeker olmuş. Gittikleri ülkelerden, gezdikleri yerlerden bir sürü harika magnet var. Hatta yaprak ablalara gittiğimizde annemin de böyle çılgın olduğunu söylediğimde ona bir tane hediye etmişti sağolsun. Annem de ben de çok mutlu olduk. Şimdi bakıp bakıp kulaklarını çınlatıyoruz. Zaten magnet deyince ilk yaprak abla geliyor aklıma. Bu seferki Türkiye tatilinde Ankara'ya gittiğimde Tuay ablamında buzdolabının epeyce dolduğunu gördüm. Onda da çeşit çeşit magnet var. O da çok seviyor benim gibi. Bundan sonra yurt dışına gittiklerinde birşey istermisin diye sorduklarında direk bana magnet alııınn noooluuur diyeceğim..Tuay ablamın minik zuzuları da magnetleri pek seviyorlar. Daha önce fotosunu gösterdiğim Nilcik magnetlerle oynarken yemek yemeyi pek seviyor.

Herkese çok çeşitli, güzel, renkli magnetli günler diliyorum. Tabi sevenlere. Sevmeyen de kalmasın benceee..

YAŞASIN MAGNET ÇILGINLIĞIII!!!!!

Yeni yılda cevapladığım ilk mim

Sevgili Arkadaşım Nazo beni mimlemiş. Ben de uzun zamandır mimlenmeyen biri olarak bu duruma çok sevindim. Nedense çocukluğumdan beri böyle soru cevap olaylarına bayılırım. Bana bir sürü mim yollayabilirsiniz çekinmeden:):)büyük bir keyifle cevaplayabilirim.Şimdi gelelim cevaplarıma. Bu arada soruları beğendim. Aslında hepsine sayfalarca cevap yazabilirdim ama okuyanları da sıkmak istemedim. Çok yazasım var bugünlerde nedense. Ama toparlamakta zorluk çekiyorum. İçimden çıkartamıyorum saklanmış kelimelerimi..
1.En sevdiğiniz kelime nedir? Kelimeleri o kadar çok seviyorum ki şimdi onları birbirinden ayırt etmek çok güç.Sevdiklerim tarafından söylenen her güzel kelime benim için en güzel kelime. Ama mızıkçılık yapmayayım söyleyeyim bari. "Güzel surat(annem söyler), kadınım, prensesim, tül tenlim..
2.En nefret ettiğiniz kelime nedir?Kıskanç, fesat, çirkin kelimelerinden nefret ederim.
3.Sizi ne heyecanlandırır? Beni en çok bir yolculuğa çıkacak olma fikri, uzun zamandır görmediğim birini görmek ve süprizler heyecanlandırır.
4.Heyecanınızı ne öldürür? Heyecanıma karşılık alamamak, umursamazlık ve asık bir surat.
5.En sevdiğiniz ses nedir?Keman sesi
6.Nefret ettiğiniz ses nedir? Kornalar, horoz sesi, sinirli insan sesleri
7.Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?Matematik öğretmenliği, sayısal ağırlıklı meslekleri yapmak istemem..
8.Hangi doğal yeteneğe sahip olmak istersiniz? El becerisine sahip olmak isterim örneğin güzel resim yapabilmek, heykel yapabilmek, müzik aleti çalabilmek ama her türlüsünü:)
9.Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz? Kedi olurdum sanırım
10.Nerede yaşamak isterdiniz?Birçok yer sayabilirim. Ama en çok istediklerim Ankara, İzmir, İzmit
11.En önemli kusurunuz nedir? Safımdır biraz, herkesi kendim gibi zannederim, çok düşünürüm irdelerim, hırs sahibi değilimdir.Bunlar en önemli kusurlarım bence.
12.Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi? Uykuyu sevmek, kızdığımda sinirlendiğimde içimden çığlık atar gibi yapıp yüzüme yansıtmak..
13.Kahramanınız kim? Sanırım öyle biri yok. Ama hayallerimdeki "ben" var..Olmak istediğim kişi olarak..
14.En çok kullandığınız küfür nedir? Küfür etmeyi seviyorum aslında. Ama bir bayana yakıştıramadığımdan çok sinirlenirsem içimden küfür ediyorum. Dışarıya ise Aptal veya beyinsiz diye çıkar küfürlerim en çok.
15.Şu anki ruh haliniz nasıl?Tembel, yorgun, isteksiz
16.Hayat felsefenizi hangi slogan özetler? Genelde iyilik yap iyilik buldur. Buna çook inanırım. Ve yaşayarak da öğrendim diyebilirim.
17.Mutluluk rüyanız nedir?İstediğim herşey hayatta gerçekleştirmiş mutlu bir insan olarak, kocaman bir evde, eşim, çocuklarım ve tüm sevdiklerimle bir arada olmak bunun içinde kaybettiğim sevdiklerimde olmalı ama. Bu bir rüya nasılsa..
18.Sizce mutsuzluğun tanımı nedir?Mutsuzluk bence içinde yükler taşımaktır, keşkeler taşımaktır. Başkalarına hayatında yerler verememektir, ıssız olmaktır, isteksiz aşksız olmaktır. Çekememektir, fesatlık yapmaktır. Böbürlenmektir, fazla ve yersiz gururdur, hayatı kurcalamaktır, kendini sevememektir. Ve daha neler neler..
19.Nasıl ölmek istersiniz? Sevdiğim herkes yanımdayken, korkmadan, hızlıca ve acı çekmeden ölmek isterdim. Bir de mutlu olduğum bir mekandayken tabiki.
20.Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı’nın size kapıda ne söylemesini istersiniz?
Burada tüm dileklerini gerçekleştirebilirsin demesini isterdim:) sınır tanımadan hemde...

1 Ocak 2009 Perşembe

Yeni yılın yeni yazısı

Nihayet 2009 geldi. Şimdi yepyeni bir yılın içindeyiz ve ilk güzel gününü yaşıyoruz. Diğer günlerden farklı mı derseniz tabiki değil. Yine güneşli bir güne uyandık, yine olağan şeylerdi günümüzü şekillendirenler.

Dün gece evdeydik eşimle. Dışarıda akşam yemeğimizi yedikten sonra evimize gelip meyvalarımızı, çerezimizi ve cipsimizi hazırlayıp, sofranın olmazsa olmazı beyaz peynir ve rakımızı da aldık. Biraz buruktuk aslında dün gece. Annemler yılbaşı için Ankaraya Teyzemlerin yanına gitmişlerdi. Yeniyıl için onları aradığımda biraz tuhaftılar. Belli ki üzülmeyelim diye bir şey belli etmek istememişler ama eniştem rahatsızlanmış sabahleyin. Hemen hastaneye götürmüşler kalp kasılmaları yavaşladığı için pil takmaları gerekmiş ve geceyi hastanede geçireceklermiş. Çok üzüldük duyunca tabi. Eniştem -ki ben ona küçüklüğümden beri dede derim-benim için çok farklıdır. Onu herkesten başka bir yerde tutarım ben. Benim tontonumdur o. Zaten bir müddettir rahatsızdı. Yine de ilk zamanlarına nazaran rahatsızlığının epey toparlamıştı. Dün sabah da yeniden rahatsızlanması epey üzdü bizi. Ama bugün telefonla konuştum eve gelmişler. Rutin kontroller yapılmaya devam edecekmiş. Yine de yılbaşı geceleri buruk oldu tabi. Akılları hep dedemle teyzemdeydi. Böyle girmeyi istemezlerdi onlar da yeni yıla. Ama buna da şükür ki dedem şimdi iyi. Bir an önce eski sağlığına kavuşmasını istiyoruz tüm kalbimizle. Yeni yıl bütün ailemiz için çook çook güzel olsun inşallah. Herşeyin başı sağlık. En önemlisi bu. Sağlığımız yerinde oldumu gerisi zaten gelecektir. Dedeciğime yeniden geçmiş olsun diyorum burdan da. Onu çooook seviyorum hemde o kadar çoookkk...

Bu arada söylemeden edemeyeceğim dün gece trt de Eurovision şarkısını dinledim Hadise'den ve hiç beğenmedim. Bence gayet vasat bir şarkıydı. Hatta eurovision mantığını ters bulan biri olarak bence daha önceden eurovisionda beğenilmeyen Sibel Tüzün'ün şarkısı bile daha güzeldi bu şarkıdan. Ayrıca böyle özel bir gece için hem de parçanın ilk kez dinleneceği bu gecede seçtiği kıyafet de son derece absürttü bana kalırsa. Yani resmen sütyenle çıkmış. Bu kadar olur yani..Şu hale bakın. Kadınlar nerelerimizi göstersek diye yarışıyorlar artık resmen ve ben bu durumdan bir kadın olarak iğreniyorum. Nereye gidiyor bu durum anlamıyorum. Kadınlığın da suyu çıktı..Bunun üzerine ayrıca bir blog yazısı yazacağım. Herkese sevgiler...