2 Ekim 2011 Pazar

Marakeş masalı



Masal; olağanüstü kişiler ve olaylarla geliştirilen bir türdür. Yolculuk ise belli bir başlangıç noktasından varış yerine değin tek bir taşıtla gidilmesini içeren insan devinimi olarak geçer sözlüklerde. Oysa benim için her ikisinin de manası şimdilerde bambaşka bir hal aldı. Masalları büyük bir iştahla dinler ve o dünyanın içine kaybolmaktan, hayal etmekten büyük keyif alırım çocukluğumdan beri. Masallarda hep ulaşılamayana ulaşılır, görülemeyen görülür ve yeni mucizeler keşfedilir, yepyeni hayatlara kapılar açılır. Çoğu zaman büyüdüğüm için hüzünlenirim, keşke çocuk kalsaydım derim kendime; büyüdükçe çılgın hayallerimizin her birini toplayıp bir kenara kaldırmamız gerekir çünkü. Oysa kısa sürmüş de olsa bir masala yolculuk ettim ben. Masalların; gerçek hayatın içinde nasıl var olabildiğine şahit oldum. Kendim bile inanmakta zorlandım. Marakeş yolculuğumuz bir masaldı benim için ve hep öyle kalacak. Belki de benim her zaman büyük bir merakla görmeyi beklediğim yer olduğu için, belki biraz fazla hayal gücü yüksek biri olduğum için belki de hala masallara inanmayı tercih ettiğim için beni bu kadar etkiledi. Ama gerçek şu ki Marakeş’ten etkilenmeyecek biriyle karşılaşabileceğimi sanmıyorum; benim kadar olmasa da.

Desenli kapılar, boyalı suratlar, eller; daracık sokaklar, mis kokulu baharatlar, rengârenk dükkanlar, lambalar, çantalar, ayakkabılar vs. sanki her biri bir masalın içinden çıkıp gelip bu şehre yerleşmiş gibiydi. Kıyamet meydanı adını verdikleri o devasa meydandaki insan kalabalığını ömrüm boyunca unutamayacağım kesin. Dünya’nın bütün insanları orada toplanmış gibiydi adeta. Kıyametin, dünya ayağı! Meydandaki bitmek bilmeyen eğlence, müzik, insanların o umursamaz ama mutlu tavırları, yılan oynatıcılar, kınacılar, falcılar, faytonlar, develer, tuhaf yiyecekler… Bunları gördükçe başka şeyler de arıyordu gözlerim oradayken, belki bir ejderha çıkabilir, uçan bir halı gökyüzünde süzülebilir, bir mucize olabilir, belki bir dev ile karşılaşabilirdim. Kısacası orada her şey mümkün gibiydi ve bir o kadar gerçekti. Desenlere ve o renk cümbüşüne vuruldum en çok. Hayal etmekte özgürdü insanlar bunu hissettim. O kısacık dört gün bana nasıl da iyi geldi. Tabi sonra kendi gerçeğime adım atmakta epey zorlandım, sanki her adımımın arası bir uçurumdu. Şimdilerde oraya tekrar gitmenin veya bir gün orada yaşayabilmenin hayaliyle geçiriyorum günlerimi. Rüyalarım bile değişti, her zaman çılgın rüyalar gören biriydim ama şimdi daha çılgın rüyalar görüyorum ve uyanmak istemiyorum. Şehrin rengi kiremit kırmızısıydı, her bina da aynı renkte. Bir Avrupa şehri edasıyla salınıyordu sokak kenarlarındaki evler. Kadınlar sokaklarda motosikletlerle tabiri caizse sinek gibi vızır vızır dolaşıyorlardı, yaşlısından gencine, kapalısından mini eteklisine kadar. Orada ilk zamanlar biraz korktum itiraf ediyorum ama sonra kaptırdım kendimi zamanın akışına, ben de aktım onunla.
Keşke bu sayfalardan sizi çıkartıp götürebilseydim o diyarlara. O zaman beni daha iyi anlardınız ve katılırdınız mutluluğuma. Fotoğraf makinemi o şehir sayesinde daha da çok sevdim. Zamandan öyle çok an çaldım ki, şimdi bakıyorum bitiremiyorum; bitsin de istemiyorum. Gördükçe daha çok göresi geliyor insanın, ve gittikçe de hep gidesi.Gözlerimizin içinde bir fotoğraf makinesi olsaydı keşke, onları her kırpışımızda dilediğimizce anı yakalayıp belleğimize hapsedebileceğimiz . Bir de fon müziği istiyorum hayatımda; öyle ki her ruh geliş gidişlerime eşlik edebilecek, bir de kokuları saklayabileceğim bir yer istiyorum, özledikçe koklayacağım. Zira Casablanca’daki salyangoz kokusunu saklamayı tercih etmezdim sanırım. Bir şey hem böyle lezzetli hem de pis kokabilir mi? Yine de görünüşe aldanmayın sakın, deneyin! Ne kadar çok olmazsa olmazı var o şehrin de. Kült bir aşk filmi olan o muhteşem siyah beyaz Casablanca filminin sahnelerinin hala yaşanabildiği Rick’s Cafe’ye adım atmak, o ruhu hissetmek muhteşemdi. Afrika’nın en büyük camisini ağzımı kocaman açarak hayretler içerisinde izlemek, çarşılardaki çeşitliliğe hayran kalmak ve çocukça bir şımarıklıkla hepsine sahip olmayı arzulamak muhteşemdi.


Eğer gitmeyi hayal ettiğiniz yerlerin içinde Marakeş yoksa mutlaka ilk sıralara koyun derim ben. İnsan yaşadığını, hayatın nasıl aktığını orada anlıyor ve yaşamanın güzelliğinin farkına varıyor. Yolda olmak, o kırmızı rüyaya tanık olmak çok etkileyiciydi. Şimdi her fotoğraflayamadığım kare için bin kere pişmanın ve orayla bir kere daha buluşacağım zamanı bekliyorum. Bir devir bitip başka bir devir başladığında ancak bu kadar etkileyebilir insanı! Marakeş işte bu kadar güzel bir şehir!


Bu terliklerden Cezayir'de de var ama bu kadar renkli, çeşitli ve güzel değil.İnsan Marakeş'te ne alacağını şaşırıyor.Daimi oturduğum bir evim olsaydı daha bir sürü şey almak isterdim. İlerde bu hayalim gerçekleştiğinde yeniden Fas'a yolculuk yapmak istiyorum.( Fotoğraf netten çünkü ben çekmeyi ihmal etmişim bu güzellikleri)


Çarşılar'da her şey var halıdan kutuya, bardaktan tabloya, kumaşlardan çantalara. Alabildiğine çarşı zaten her yer. Yiğit aynı İzmir Kemeraltı dese de bence öyle değildi. Sonuçta burası farklı bir kültür. Bizim oralarda da böyle çarşılar var hatta İstanbul'daki Kapalı çarşının güzelliği ile kıyaslanamaz bile ama zaten kıyaslamamak lazım içinde bulunduğu kültüre göre değerlendirmek gerek bence. O yüzden ben bayıldım tek kelimeyle. Her şey bir aradaydı, otantikti ve sihirliydi..


Hele kocaman fenerler, işli lambalar beni kalbimden vurdu. Neyse bir tane taşıyabileceğim gibi ufak bir lamba aldım ama kocamanlarda gözüm kalmadı değil.



Marakeş kedisi:)


 Marakeş tren garı. Otelimiz hemen garın arkasındaydı zaten. Garın içi ise muhteşemdi. Adamlar restorantlar, alışveriş mağazaları falan yapıp süper bir şekilde değerlendirmişler garı. Mc Donald's ve Kentucky vardı örneğin. Hamburger yemeden garı gezmek olmazdı değil mi ama:)




Bunlar da birkaç kapı detayı. Biliyorsunuz Marakeş kapıları ile de ünlü bir şehir. Daracık sokakları, işli ve rengarenk duvarları, evleri, sokakları ve kapılara şehre ayrı bir ruh katıyor. Daha uzun süre kalıp bütün sokakları sabahtan akşama yürümek ve fotoğraflamak isterdim. 



Bunlar da Marakeş'teki yerel kıyafetli amcalar. Şapkalar harikaydı. Sanmayın müzik falan çalıyorlar sadece süslemişler üzerlerindeki giysileri yoksa macun falan da satmıyorlar:) Yine de çok eğlenceliler. Yalnız dikkatli olmak gerekiyor. Güzelliklerinin yanında her şey para olmuş. Sadece baksan bile para istiyorlar, fotoğraf çekmeye para, utanmasalar yürüdük diye de para alacaklardı. Böyle güzel bir pozu anılarımıza kattık ama pazarlık aşaması sıkıntılı oldu..



Bunlar da rengarenk baharatlar. Her çeşit baharat vardı. Rengarenk olmaları ve uzun biçimleri en çok dikkat çeken taraflarıydı. Kuru yemişleri de çok taze ve lezzetliydi ama ben baharat almayı tercih etmedim. Diyorum ya insan ne alacağını şaşırıyor. Bir de bilmediğim bir sürü baharat vardı hangisinden alacağımı bilemedim. 


Ve tabi bu kıtanın olmazsa olmazı seramik, desenli vazolar, biblolar, kaseler. Biz uzun zamandır Cezayir'de yaşadığımız için ve Cezayir'de de bu objelerden çok gördüğümüz için çok fazla ilgimizi çekmedi ama tabiki harikalardı. Türkiye'den gidecek ve bu kıtayı daha önce görmemiş biri inanın bizden çok daha fazla etkilenir ki ben epey etkilendim. Çünkü biz aynı lezzetleri burada tattık, aynı materyalleri gördük. Kültür öyle benzeşik ki Cezayirli bir kişinin yaşantısının Faslı birinden çok farkı yok. Tabi en büyük fark Fas krallık olduğu için inanılmaz modern, süslü, gelişmiş ve medeni. Bir Afrika kültürü Avrupa medeniyetiyle karışmış. Kendimizi Türkiye'de hissettik diyebilirim. Medeniyete geldik dedik. Üzülerek söylüyorum Cezayir Fas'ın tırnağı bile olamaz aslında. O yüzden buraya geri gelmek hiç istemedim. Hava alanında epey ağladım. Keşke burada yaşıyor olsaydık dedim. 




Bunlar da şallar, örtüler. Onlarda rengarenk ve yumuşacıktılar. İpek veya başka güzel bir tür kumaş bulamadım hep bildiğimiz model şallardan vardı o yüzden almadım ama siz benim gibi yapmayın gördüklerinizden pazarlık yapıp alabildiğiniz kadar alın çünkü sonra pişman oluyorsunuz. Ben şimdi ah şunu da alsaydım ah bunu da alsaydım diye düşünüyorum. 


Bir sonraki devam yazısında görüşmek üzere...