26 Eylül 2013 Perşembe

Günlerden bir gün: İzmir

Bugün yine günlerden bir gün işte. Öyle masaldan çıkma bir hali yok, son derece sıradan. Ama yine de kendine özgü güzellikleri var. Henüz güneş gitmiş değil ve havalar hala sıcak. Pastırma yazlarını yaşamaya başlamışız herhalde farkına varmadan. Sabahları ve akşamları bir parça serin de olsa yine de bahçede oturulabiliyor ya en büyük mutluluğum bu. 

Hala tatil havasını atamadım üzerimden. Bazen işe gelmek son derece güç oluyor. Bir kere adım attığımda arkası çorap söküğü gibi geliyor ama özellikle sabahın erken saatinde sıcacık yatağımdan çıkmak bir işkence. 

Yazacaklarım yine çok birikti. Her gün yeniden yazmak umuduyla otursam da bilgisayarın başına, durup boş sayfaya bakıp yazmaktan vazgeçiyorum. Çünkü yazacaklarım hep yazdan ibaret oluyor. Olsun. Bu seferlik de yine böyle olsun. 

İzmir'e alıştım sayılır artık. İlk seferlerimde biraz zorluk çektim pek bir aitlik duygusu oluşturamadım. Şimdilerde artık benimsemeye başladım. Hatta özlüyorum bile. Yine de hala İzmit kadar etkisi yok hayatımda ama yakında olacak. İzmir'deki hayatım üzerine kafa yorduğum çok zaman oluyor. Bazen delicesine korkuyorum bazen de sanki yıllardır aşina olduğum bir yermişçesine rahat hissediyorum düşünürken. Bakalım yaşayarak tecrübe edeceğim. 

Orada sevdiğim arkadaşlarım olması benim için büyük bir şans. Umarım ben dönene kadar bir yere gitmezler. Bu konuda evrene devamlı mesajlar iletiyorum ama ulaşıp ulaşmadığından emin olamıyorum. 


Yazları vapura binmeyi seviyorum. Yalnız olduğumda tedirgin oluyorum ama alışırım zamanla. Bu vapur seyahatimde yanımda çok sevdiğim bir arkadaşım vardı, benim alev saçlı arkadaşım. Onunla harika bir İzmir günü geçirdik. Epey yorucu ama bir o kadar da güzel bir gündü. 



Vapurda sevimli mi sevimli bir hatıra fotoğrafımız da var artık. İyi ki varmış Gediz. Ne de güzel bir arkadaşlık oldu aramızda. İnsanlar için bir yaştan sonra arkadaş edinmek zor oluyor derlerdi hep de inanmazdım. Ama evet öyle oluyormuş. Ben her zaman arkadaş canlısı biri oldum. Ama benim olduğum gibi çoğu kimse bana yaklaşmadı öyle içten samimi. Hele bu devirde her şey başkalaşmış. Etrafımda arkadaşlarına değer veren onlar için fedakarlıklar yapan, gerçek anlamda karşısındakini dinleyen tanıdığım nadir iki üç insandan biri Gediz. Sanırım yakında hepimiz müzelik olacağız. Kendisi alışverişi çok sevmediği halde benim çılgın tempoma ayak uydurup mağaza mağaza gezdi durdu benle tüm gün. Öyle ki artık benim de kolumu kaldıracak halim kalmamıştı. Bir şekilde deşarj oluyorum sanırım kendimi yorarak. Çünkü burada altı ay sürekli bir oturma halinde devam ediyor yaşantımız. Öyle ki Türkiye tatillerinde evde bir saat bile oturmak benim için hapise tıkılmakla aynı anlama geliyor. 


İzmir'de gezmeyi en çok sevdiğim yerlerden biri Kemeraltı. Orada biraz da Ankara'daki öğrencilik günlerim aklıma geliyor sanırım, o yüzden de seviyorum. Beni sabahtan oraya bırakıp hava kararınca almalısın diyorum eşime de. Keyifle dolaşmak, kızlarağası hanında kahvemi yudumlamak, o deli dehşet çeşitleri ile mağazaları dolaşmak büyük huzur veriyor bana. Her seferinde ama her seferinde şaşkınlık yaşıyorum orada gördüklerimden ötürü. Biliyorum aslında nerede ne var, hep aynı şeyler. Yine de Cezayir'deki yoksunluktan sonra orada gördüklerim bana dünyanın en güzel ve değişik objeleri gibi geliyor. O çılgın kalabalık, harala gürele koşturan insanlar, dükkanlarına mal taşıyan amcalar, çay dağıtan ufak çocuklar yeniden hayatta olduğumu hissettiriyor bana. 


Bu saat kulesini de seviyorum. Yanından geçerken hep ona dokunmak, yakınından yürümek istiyorum. İçine de giriliyor muydu acaba?



Gediz ve ablasıyla kemeraltında harika bir dönercide döner yediğimi gündü o gün. Güzel bir günün henüz ortalarıydı. Sabahtan birlikte Bostanlı pazarına gitmiştik. Sonra vapura binip Konak'a geldik. Yemek yediğimiz restoranın karşısındaydı bu ahşap pencereli bina. Bir an Cezayir'i düşünmeme neden oldu ama hemen alttaki fotoğraftaki kahveme bakıp, havayı içime çekip memleketimdeyim dedim kendime. Tabi yine de bu pencereleri seviyor olduğum gerçeğini değiştirmiyor izne gidince Cezayir'i kafamdan silme isteğim. Keşke evimin pencereleri de böyle olsa. Belki de olur. 


Ahh canım kahve. Her bir baloncuğunda yeni bir anıya uzanıyorum adeta. Hele beyaz nasıl da yakışıyor kahveye. Karınca batmaz usül derlermiş bol köpüklü olunca, yeni öğrendim. Ben o usül seviyorum işte. 


İnsan kendini nasıl tutabilir, nasıl dizginleyebilir bu güzelliklerin arasında. Her şey alabildiğine davetkar. Her şey eski anılar gibi güzel ve anlamlı geliyor insana. 


Tadilatı hala devam eden evimiz için ne görsem almak isteği duydum içimde ama tabi almadım. Çünkü ev henüz içine bir şeyler koyabileceğimiz hale gelmedi. Bir dahaki izinde inşallah o aşamada olacak. Belki o zaman birkaç şey alabilirim. Bakır objeleri hep sevmişimdir. Aslında onları almak da çok kendim işlemek istiyorum. Belki orada bir ustanın yanına gider bana öğretin ne olur diyebilirim İzmir'e dönünce. Öyle hayallerim var. Keşke çocukken beni bir marangoza veya bakırcıya verselermiş iş öğreneyim diye. İnsan ömrüne ne kadar çok şey sığdırabiliyorsa o kadar iyi. 


Herkes evimin nasıl olacağını merak ediyor. Ben de ediyorum aslında. Çünkü ne kadar bana ait olsa da şu an tahayyül edemiyorum. Şu anda beni en çok mutlu eden şey bir evimin olması düşüncesi, içinin nasıl olacağı fikrini yavaş yavaş kafamda bulmaya başladım. Güzel olacak inşallah, müze gibi olacak diye düşünüyorum :)Kendi ruhu olacak. 


İzmir'de daha önce pek çok kez önünden geçtiğim ama hiç girmediğim harika bir hamburgerci keşfetmeme vesile oldu Gediz. Bayıldım ki ne bayıldım. Köfte ne mühim şeydir hamburgerde. İşte köftelerini kendileri yaptıkları için böyle şahaneymiş, malzemeleri de alabildiğine geniş yelpazaye sahip. Bir dahaki gidişimde pastırmalı jambonlu olanı denemek istiyorum. Öksüz doyuran derler ya aynı o model. Hem yerken bitmesin istedim hem de bitmeyecek galiba diye korktum. Keyif aldım desem yeterli gelir herhalde. Alsancağın meşhur Sevinç pastanesinin sağındaki sokakta. Şiddetle tavsiye edilir. 


İzmir'de gezi parkı ile ilgili pek çok detay göreceğimi düşünmüştüm ama sadece bu stencil vardı Alsancakta bir duvarda, işte hepsi o. O keşke hep orada kalsa. Ama belki de çoktan silindi. Oradan silinse de burada hep kalacak nasıl olsa!


Bu koltuğu önceki yazımda anlatmayı unutmuşum burada yazayım istedim. Kayınvalidemin ofisinin girişinde duruyordu gittiğimizde. Kediler otursun diye bir yerde alıp koymuşlar. Ama ben eskiyi çok sevdiğim için hemen sahiplendim. Sağlam, sadece oturma minderi yok. Bir güzel zımparalanıp boyanıp cilalandı mı gıcır gıcır olur. Kediler için aldıkları koltuk artık benim oldu. Zaten İzmir'e dönüşte mobilyacılardan evvel eskicileri yahut ikinci el dükkanlarını dolaşacağım sanırım. Çünkü ruhuma en çok onlar hitap ediyor. Evimizdeki ustalara bakmaya giderken yol kenarında çok güzel bir de komodin görmüştüm büyük ve sevdiğim gibi çok çekmeceli. Dönerken bakalım dedik, almayı aklıma koymuştum. Tabi bizden önce davrananlar olmuş. Pek üzüldüm. Yolda giderken devamlı etrafa bakmak lazım işte hayatı bir yerlerinden yakalamak için daima orada olmak gerek. 


Denize yakın olmak iyidir. Ruhumuzu gözyaşlarımızla ıslatmak dirilmeye yaramaz daha çok saplanırız içinde bulunduğumuz boşluğa her damlada. O yüzden deniz iyi gelir.

Denizi özlüyorum...

18 Eylül 2013 Çarşamba

Nasıl anlatsam, nereden başlasam: Bodrum Akçabük

Bodrum hakkında yazmaya başlamak yeniden yollara düşmek kadar heyecan verici benim için. Bodrum'u içinde çocukluk anılarımı barındırdığı için çok seviyorum sanırım. Aslında Bodrum da dememeliyim çünkü benim sevdiğim ve ait hissettiğim yer Bodrumdan çıkıp, Turgutreis'i geçip Akçabük Tatil Köyü yazısını gördüğünüz yerde başlıyor. Yani yer olarak Akyarlar mevkiindeki Akçabük devremülkleri

Orayı tamı tamına 1990 senesinde aldık. Büyük bir zevkle de yıllarca gittik. En son yine annem babam ben olarak 2007 yılının Mayıs döneminde gitmiştik. Düğün hazırlıklarına başlamamıştık henüz, nişanlıydım ve gelinlik üzerimde bembeyaz parlasın diye biraz bronzlaşmak maksatıyla gitmiştim. Devremülkümüz toplamda 45 günden oluşuyor ve üç devreye bölünüyor; mayıs, ağustos ve ekim aylarında 15'er gün olarak. İsterseniz tarihlerde oynama yapabilme imkanına sahipsiniz. Gidecekseniz hangi devre olduğunu önceden bildirip  aidatını ödüyorsunuz, gitmezseniz ödemiyorsunuz. Merak edenler için yazayım dedim çünkü denizinin fotoğraflarını gören herkes burası neresi diye soruyor :)

Burası gerçekten cennet gibi bir yer. Bodrumun denizini biz hiç sevmeyiz. Buranın havası, sakinliği, denizi, rüzgarı bir başka oluyor. Eskiden epey rüzgar olurdu ve deniz de serin olurdu ama bu birkaç senedir öyle değilmiş. Biz de buna şahit olmuş olduk. Harikaydı hava, deniz muhteşemdi. O kadar balık gibi yüzdüm durdum ama yine de doyamadım.

Yola koyulduğumuz andaki heyecanımı yazarak anlatamam. Uzun senelerden sonra ilk defa yeniden gidecek olmak büyük bir mutluluktu. Birkaç senedir böyle bir tatili hep planlamıştık ama gitmek kısmet olmamıştı, neyse ki bu sene başardık ve harika bir tatil geçirdik. Kuzenlerim de oradaydı çocuklarıyla birlikte ki bu da ayrıca mutluluk vericiydi. Biz Ağustos devresine hep teyzemlerle giderdik, kuzenler, anneannem, babaannem halam da olurdu kimi zaman. Yani orada ne kadar güzel anılarım olduğunu tahmin edebilirsiniz. 

Oraya gelmeden önce yazmak istediğim başka bir şey var. Bodruma gelirken Bafa'da bir mola vermiştik. Sarman restoran'da. Fatma Teyzeye buradan çok selam ve sevgiler göndermek istiyorum. Aynı zamanda da özür diliyorum geciktirdiğim bu yazı için. O kadar güzel fotoğraflar çekmiştim ki oysa ama telefonumdaki bir sorun nedeniyle kaybettim. Salaş bir mekandı ama aile yeriydi ve sahipleri çok güler yüzlü ilgili insanlardı. Ayrıca yediğimiz yiyeceklerin de tadı damağımızda kaldı. Her çeşit yemek mevcuttu çöp şiş, mantı, gözleme, kızartma daha neler neler. O yoğurtlu kızartmanın tadı bir başkaydı. Hani kızartma da nedir ki demeyin deneyin. Fotoğraflarım kayıp olduğu için Fatma Teyzenin bana verdiği kartı iliştirmek istiyorum buraya.



Fatma Teyze sipariş verdiğim çöp şişi öyle bir tabakta getirdi ki bana daha dakikasında gönlümü kazandı. Fleur de Lis armasını çok sevdiğimi hep yazarım bilirsiniz. Tabakta bu armayı görünce ne kadar şaşırdım bilemezsiniz. Onlara da bu şaşkınlığımı söyledim, armanın manasını anlattım, ne kadar sevdiğimden bahsettim. Sağ olsunlar beni kırmadılar hatıra amaçlı bana bir adet tabak hediye ettiler. Şimdi en sevdiğim tabaklarım arasında yer alıyor. Yemeklerin haricinde gözde mercanköşkü ile sundukları türk kahvesini de çok sevdik. Gidenler denesinler mutlaka. Buradan sevgiler gönderiyorum tüm ekibe.


Akçabük'teki evimiz göründüğü gibi biraz eski. Uzun yıllardır bakım yapılacağına dair söylentiler vardı ama gördük ki henüz çok da bir şey yapılmamış. Banyonun seramiklerini yenilemişler, yataklar değişmiş, pencerelerdeki sineklikler yeniydi. Şimdi ilk kısımlardan başlayarak belli bir ücret karşılığında yenilemeler başlamış. Mini ankastre mutfaklar falan koymuşlar, boyamışlar, gayet güzel olmuş. Yakında bizimki de öyle olacak inşallah. Yönetim biraz baştan sağma iş yapıyor gördüğüm kadarıyla. İnsan aidatını ödediği için daha fazla hizmet bekliyor. Umarım bundan sonra daha da güzelleşecek çünkü biz büyük bir istekle gitmeye devam edeceğiz. 




Bu ağaç büyümüş de kocama olmuş. Evin girişinin merdivenlerinde de her sene bir fotoğraf çektirmişim. Bu sene de yeniden çektirdim. İlerde onlardan bir seri yapacağım. Annem nasıl da sevimli bakmış, benim güzel annem, şimdiden çok özledim ki...


Evler 6 kısımdan oluşuyor. Biz 4. kısımdayız. Bunlar evlerimizin uzaktan görüntüsü. Eskiden daha yeşildi etraf şimdi biraz kurumuştu yeşiller ama yine çok güzel çiçekler ve ağaçlar var, yenilerini de dikiyorlar, düzenleme yapıyorlardı. Çünkü inanın bizim gibi severek gelen müdavimler var. 


Deniz de bize bu kadar yakın işte. Gece dalga sesleri ile uyuyor sabah cik cik kuş sesleri ile uyanıyoruz. Bu hemen önümüzdeki deniz kayalık olduğundan her zaman tercih etmiyoruz ama son derece temizdir.


Evlerin araları da böyle yollarla çevrili. 


Kediler yine her yerdeler. Hepsi de sahipli. Hemen altımızda oturan komşularımız da İstanbul'dan üç kedileri ile birlikte gelmişler. Onlarla tanıştık ve çok sevdik birbirimizi. Dostluğumuzun devam edeceğine yürekten inanıyorum. Bundan sonraki senelerde hep birlikte oluruz inşallah. Onların kedilerin Kuru fasulye'nin fotoğraflarını da daha sonra paylaşacağım başka bir yazımda. 

  
Ahhh bu begonviller insanın yüreğine yüreğine işliyor. Nasıl da güzeller. İzmir'deki evimin bahçesine de bu begonvillerden ekeceğim. 


İşte evimizin hemen önündeki denizimiz böyle. Sağa doğru baktığınızda gördüğünüz koy Meteor koyu ve plajı. Orası da son derece güzeldir. Yalnız orada deniz biraz sığ olduğundan biz hemen aşağımızdaki sitenin plajına gitmeyi seviyoruz. Şimdi orası da özelleşmiş el değiştirmiş ama yine de çok harika. 


Şuraya bakar mısınız cennet değil de nedir burası? Hemen karşıdaki sisler içindeki yer de aslında bir o kadar yakında bulunan Kos adası (İstanköy). Günübirlik turlar var gitmek isteyenler için. 


Burada denizden çıkmak istemedik hiç. Su da eskisi gibi soğuk olmadığından yüzdükçe yüzesimiz geldi. Bu kısım plaj haline yeni getirilmiş. Önceden yine burası vardı ama plaj gibi değildi kayalıktı, şimdi sitenin sakinleri epey faydalanıyorlar. Biz de bayıldık. Zaten deniz böyle güzel olunca havuza kimse gitmiyordu. İki tane kocaman da havuzumuz var ama tercih edilmediğinden öyle boş boş duruyormuş :)Eskiden havuz başına Muazzez Abacı falan gelirdi geceleri pek eğlenirdik. O zamanlar tabi her şey daha başkaydı, daha da güzeldi. Ama biz yine de seviyoruz, anılarımız her daim taze.


İşte yine harika bir görüntü. Şu anda orada olabilmek ne harika olurdu. Bodrum kısmımız henüz bitmedi. Daha yeni başlıyor bile diyebilirim. Birkaç güzel koydan, bodrumun içinden de bahsedeceğim sonraki yazılarımda. Bendeki bu bodrum aşkı oldukça yazmaya devam...

Mutlu kalın :)

15 Eylül 2013 Pazar

İzmir'in kedileri ve diğer güzel şeyler


İzmir'i belki de bu yüzden bu kadar çabuk ve çok sevdim. Sokaklardaki insanlar güler yüzlü, başka bir zamanda yaşıyor gibiler. Sokaklar temiz, bakımlı, bol yeşillik var ve her yerde kediler geziniyorlar. İşin en güzel kısmı da bu her yerde olan kedilere insanların sevgi ve şefkatle bakmaları. İzmir insanlığını kaybetmemiş. İzmir'deki insanlar hala sevginin önemine inanıyorlar. Tabi muhakkak aralarında öyle olmayanlar da var ama benim gördüğüm kısacık zaman dilimlerinde de olsa güzel bir tablo. 

Yukarıdaki fotoğrafta eşimin ailesinin Karşıyaka'daki evlerinin otoparkındaki kedileri görüyorsunuz. Hepsi sanki birer ev kedisi. Hem bakımlı hem de temizler. Her gittiğimde, burada oturuyor olsam kesin bunlardan birer birer alıp eve götürürdüm diyorum dayanamayıp. 


Bu miniş yine yemek yerken yanıma sessizce sokulanlardan. Benim onları sevdiğimi hemencik anlıyorlar. Bilmiyorum belki de içimden bir yerlerden bangır bangır bağırıyorumdur.


Bu fotoğraftaki tombuk kız da bizim kokoş. Yiğitlerin kedisi. Çok pofuduk ve etine dolgun :) Kısırlaştırma operasyonundan sonra böyle olmuş pofuduk. Huysuzdur kendileri, sevdirmez, yaklaşmaz falan ama çok güzel ve asildir. Yine de ben hırçın olduğunu bildiğim halde onu koynuma alıp yatmak hayalleri ile dolup taşıyorum. Bir gün arı üreticileri gibi giyinip kokoşu dakikalarca mıncırmak niyetindeyim. 


Bu da kızımız kokoş'un sıcakta sere serpe uzanmış hali. Yine de halıya uzanmaktan kendini alamıyor. Taşa yattığını gördüğüm zaman sayısı çok nadirdir. Bir de deli gibi tüy dökmeseydi..




Bu hüzün dolu bakışların sahibiyle de arkadaşlarımızla gittiğimiz bir akşam yemeğinde tanıştık. Yüz ifadesini çok sevdim. Hem gülüyor gibi bakıyor hem de acıların kedisi edasında. Lokanta yakınlarında olup da aç olan hayvancıklara ayrıca üzülüyorum. Buna yemek vermişler belli aç değildi ama aç olanlar da oluyor. Hayvancığa yiyecek bir şeyler vermek ne kadar zor bir şey olabilir ki kafam almıyor. 


Bu hanım da pencere önü kedisi pozlarındaydı. Pek utangaç olduğundan dişi olduğuna kanaat getirdim ama olmayadabilir. Hep saklanıp beni kesti. Sanırım yeşilleri de pek seviyor gidip gidip yapraklarla oynadı, mutluydu. Ama yine de ev kedisi olabilseydi keşke.


Kedilerden sonra geldik mavi sulara. Denizi hep çok özlüyorum. Yakınında bile olsam. Deniz çocuğu olduğum için tatillerde ne kadar denizde vakit geçirirsem geçireyim yeterli gelmiyor. Bu sefer çok haşır neşirdik kendisiyle, güzel de bir tatil yaptık ama daha uzunca bir zaman geçirmekten yanaydı gönlüm elbette. Biz de biliyorum deniz şehrinde yaşıyoruz Cezayir'de ama burada yaşadığım yıllarda deniz kenarına gidişlerim bir elin sayısını geçmez, hatta o kadarı bulmayadabilir. Bakmak bile yeterli geliyor kimi zaman insana. Ki ben düşleyerek yetinmeyi de öğrendim artık. Bazen buram buram deniz kokusu geliyor burnuma.


Yukarıdaki fotoğraftaki küçük motor kayınpederimin. Benim gözümde o bir tekne. Tekne diyince büyük bir şey sanıldığından motor dedim. Gezmesi öyle eğlenceli ki. Birkaç sene evvel bağlı olduğu iskeleden motoru çalışmışlardı. Bu sene babam biz geleceğiz diye yeni bir tane almış. Yiğitle motoru taşıyıp taktılar. Deneme turu yaptık, sonrasında da bir kez hep birlikte açıldık. Sonrasında da kendimizi mavi sulara bıraktık. Harikaydı. Derin yerden denize girmenin zevki ayrı. Her türlüsünü seviyorum aslında kum, kayalık, iskele, tekne v.s Yeter ki denizle buluşayım. 



Bu sefer vapura da bindim. Bir önceki sefer binmiş miydim hatırlayamıyorum ama sanırım kıştı bindiğimde. Vapurun en arkasından bembeyaz köpükleri izlemeyi ve martılara simit vermeyi seviyorum. Eskiden hobilerimizi sorarlardı ya anketlerde yine sorsalar bunları da yazarım kesin.


İzmir deyince şimdilerde ilk aklıma gelen şeylerden biri söğüş. Yani fotoğrafta görüp de anlam verilemeyen şu lavaş arasındaki bol kimyonlu şey. İlk zamanlar hiç sevmediğim doğrudur. Soğuk olduğu için bazen hala acayip hissettiğim oluyor ama eşim beni de kendine benzetti. Aylar evvelinden söğüş çekmeye başlıyor canım. Bunun sebebi de söğüşünü çooook beğendiğim yeni bir yer bulmuş olmamız. Karşıyaka'daki Söğüşçü Aco. Bununla ilgili ayrı bir yazı yazacağım. İçinde ne olduğunu merak edenlere şöyle diyeyim; ne ararsanız var dil, yanak, beyin, kelle gibi. Ben beyinsiz yiyorum tabi. Tanrım mucize gibi bir şey :) Yazarken bile ağzım sulandı. Eşim söğüş ile ilgili bir yazı yazmıştı aşkla; okumak isterseniz bir tık. Bu yazıdan sonra pek çok söğüşçüden davet aldığımı itiraf ediyorum. Eşim bir söğüş aşığıdır da. 


Ben de buna aşığım işte. Neden ama neden burada roka yok?? Birkaç kez tohum getirip ektik ama inanılmaz derecede acı oldu rokalar. Yine yedik elbette ziyan etmedik ama Türkiye'dekilerin tadı bambaşka. Her öğünde her yemeğin yanında roka yiyebilirim. Siz siz olun elinizdekilerin kıymetini bilin. Altı üstü bir rokadır sizin için belki ama bizim için burada altın değerinde. 


Gelelim şu elimde görmüş olduğunuz bisküvi arası dondurmaya. Cezayir'deyken reklamlarda izleyip izleyip iç geçirdik. Gelir gelmez ilk işim markete dalıp Algida kutusuna yönelmek oldu. Bayıldım ki ne bayıldım. Gidip gelip yedim diyebilirim. Eskiden bunun hemen hemen aynısı olan bir bisküvi arası dondurma vardı adını unuttuğum. O günler geldi aklıma. Zaten harika olacağına inancım da tamdı ama yine de onaylamış oldum. Bence kaçırmayın yiyin  bol bol benim için de. Kışın dondurma yemeyen ben artık her mevsim dondurma arayışı içinde olan birine dönüştüm. Hele o Carte D'or reklamları yok mu, tam bir işkence. Yazık bize ve bizim gibilere. Burada Magnum bile zor buluyoruz biz. O da şimdilerde buluyoruz eskiden o da yoktu. 


Ahh nar, canım nar. Nasıl da severim narı. Cezayir'deki eski ev sahibimiz evin altındaki garajını buzdolabı haline dönüştürmüştü. Buzdolabı dediysem kocaman bir garajın buzdolabı olduğunu düşünün. Nar ihracatı yapıyordu hem de çekirdeksiz nar. Tadı inanılmazdı. Kadın bizi tadına bakalım diye dolaba yönlendirdiğinde korkup girmemiştik ya üzerimize kapıyı kapatırsa ya da bizi keserse falan diye. Yalnız o yediğim narların tadını unutamam. Bize bir iyiliği bu narlardan tattırması bir de benim için bir iki kez tarlasından kabak çiçeği toplamasıydı. Onun haricinde kadın tam bir manyaktı. Şimdi ne zaman nar görsem o gelir aklıma. 


Bu fotoğrafımızı çok sevdim. Annemlerin İzmir'e yanımıza geldikleri ilk gündü. Buluşmamızın şerefiyle kalplerimizden gülümsüyorduk. Çıktısını alıp ofise asacağım en kısa zamanda. Pek çok güzel fotoğrafımız gibi güzel ve anlamlı. Zaten onlar varsa her anım, her günüm anlamlı ve güzel. 


Bu fotoğraf da bir sonrakinin habercisi olsun diye düşünülerek eklendi. Daha Urla'yı, Kemeraltını yazacağım. Daha Bodrum'u, Akyarları, Akçabüğü yazacağım. Çok ara verdiğim için özür dilerim. Hep daha fazla yazmak istesem de engellere takılıyorum bazen içsel bazen işsel güçsel engeller. Yine de burada olmayı seviyorum. Keyifle okuyanlara da minnettarım. Yazmak ve paylaşmak her şey demek...

Mutlu kalın...

10 Eylül 2013 Salı

Tatil bitti geriye güzel anılar kaldı: Alaçatı

Tatil bitti bitmesine de içimdeki tatil hala devam etmekte. Hava ne kadar karanlık ve kasvetli de olsa içimde bir yerlerde kuşlar cıvıldamaya devam ediyor. Böyle olduğunu bilmek güzel. Yaşadığım her günü her detayı uzunca anlatmak isterim aslında veya sabaha kadar sürecek sohbetlerde konuşmak, fakat ne mümkün. Yine de ben biliyorum gece yıldızlı göğün altında sevdiğim adamla sarılmanın hazzını, denizin ılık suyunda sırtıma vuran güneşle tenimin parlamasının mutluluğunu, içtiğim her yudumun bana cennetten süzülen yağmur damlalarının tadını verdiğini. İyi ki yaşadım bu yazı, unutulmazdı. 


Geçip gidiyorken devasa görüntüsünde bile kayboluyorsa insan bu yel değirmenlerinin yanında olunca kim bilir ne yapar? Hep istiyorum gideyim yanlarına ama yollara bakıyorum da oraya çıkan yok gibi görünüyor. Ben gerçek yel değirmenlerine varsın istiyorum bu yemyeşil yollar, hani şu tombalak taş gövdesiyle sevimli evler gibi görünenlere. Belki altında bir süre kitap bile okumayı isteyebilirim.


Ahh bu kediler. Nasıl hayvanlar hala çözemedim. İnsan dünyanın bütün kedilerini nasıl sevebilir? Bir kediyle yakınlaşmayan kimse bilemez bunu. Ben de sonrada öğrendim. Şimdi kedilerden uzak duran insanları yakınlaştırabilmek için elimden geleni yapıyorum. Her haliyle bambaşka bir hayvan. İnsanın yiyip yutası geliyor, sıkıp, koklayıp, mıncırası :) 


Alaçatıya her sene gidiyoruz aslında, her yaz zamanında. Çünkü İzmir bu yönüyle harika. Hele Urla'da yazlıktaysak yemek sonrası dondurma yemeğe bile gidiyoruz. Geçen sene Alaçatı'nın içi delicesine kalabalıktı, şöyle bir dolaşıp çıkmıştık. Bloglarda sürekli gördüğüm renkli sokakların huzuruna dalmak istiyordum en çok. Nihayet bu sene başardım. Orası bambaşka bir dünya. İnsan sanki ömrünün sonuna kadar yaşayabilir gibi hissediyor. Ama tabi ben böyle renkli, huzurlu, doğal pek çok yer gördüm ve hep aynı duyguyu hissettim. Mesela Bodrum'un içi değil Turgutreis'ten sonraki koyları, Tunus'un renkli sokakları gibi. Alaçatı'da bu özel yerlerden biri işte. 


Renkli dokusu cezbediyor en çok insanı ve eskiye olan bağlılığı. Eskiden de böyleydi ama reklam olsun diye yapılan bir şey değil yani. Az biraz reklam kokulu hareketler de var ama onlar kendini belli ediyor. Oradaki kişileri gözlemleyerek anlayabilirsiniz, bu huzurlu yaşam ve doku onların hayat tarzı zaten. Yani birilerine güzel görünsün diye veya adlarından sıkça söz edilsin diye yapmıyorlar. Öyleleri de aradan çıkıyor elbet.


Pek severim bu cumbalı renkli pencereleri ve tabi mis gibi kokan bembeyaz perdelerini. Belki de perdeler yeni yıkanmamıştı ama sanki burnuma sabun kokusu geldi yanından geçerken :)Belki de öyle tahayyül ettiğim içindir.


Bu kemerli yapıları hep sevmişimdir. Kapıda yatan insanlar vardı onları çok düşündüm. Bu sefer kendi kendime tembihlemiştim zaten iyi odaklan, etrafı gözlemle ve hisset diye. Çünkü telaşa kapılıp bazen atlayıveriyorum pek çok şeyi. Detayların üzerine düşünmek hoşuma gidiyor. Sonrasında yazacak çok fazla da şey çıkıyor üstelik. O güneşin ışıklarının binaya vurması da ayrıca hoşuma gidiyor. Güneş gösteriş yapıyor!


Bu duvara dakikalarca baktık durduk. Ben aradığım sokağı bulmuş olmanın heyecanıyla önce atlamışım bu detayı eşim hemen durdurdu beni. Biliyor neleri sevdiğimi. O anda resmi çıkartıp almak istedim. Çok etkiledi beni resimdeki o gözler, o ifade ve buğulu dokusu. Bilmem ki satılıyor muydu? Belki yeniden gittiğimde hala orada olursa yeni evim için alırım. Kim yapmıştı acaba ve bana ifade ettiklerinin dışında gerçekte ne anlamı vardı yapan kişi için? Hikayesini bilmek isterdim.


Bu dükkanın sahibi ile kısa bir sohbet yaptık. Daha uzun zamanım olsaydı da oturabilseydim keşke ama olmadı. Zaten içeri girince çıkası gelmiyor ki insanın. Yalnız bu tip yerlerde sahibi olan kişinin tavrı çok mühim. Sanmayın ki herkes sizi özelmişsiniz gibi karşılayıp gülümsüyor. Büyük bir şirinlik ve heyecanla girip somurtarak çıktığım yerler de oldu. Yurt dışından memlekete gelmiş olmanın, böyle bir yerde bulunuyor olmanın heyecanını, havasının, dokusunun yaşattığı mutluluğu algılayamayan insanlar da oldu. Üzüldüm. Onlar işte yukarıda bahsettiğim türde insanlardı kanımca. İşin reklam kısmında kalıverenler. Onlar hep orada kalsınlar zaten bence..


Şurası da favori yerlerimden biri oldu. Mutfaktaki teyze ağzıma dolmalardan sokuşturucak sandım bir ara. Pek güzeldi içerisi. Burası mutfak kısmıymış meğerse, ben direk dalınca bir şaşırdı önce ama sonra gülümsedi, sohbet ettik ve bana giriş kapısını gösterdi. Biz konsere yetişeceğimiz için oturup yemek yiyemedik ama tavsiye ederim menü süperdi. 


Köpüşle konuşan Tuna Babam, daha bıraksak orada kalacaktı. Çok insancıl bir hayvancağızdı. Pofuduktu da. Nedense bütün köpekler bana hüzünlülermiş gibi geliyor. Kedilerin bakışlarında bu yok ama gördüğüm her köpekte bir hüzün sezinliyorum. Ya da ben hep hüzünlü köpeklerle tanışıyorum.


Böyle evler de vardı Alaçatı'nın ara sokaklarında, henüz restore edilmeyen. Keşke birini alıp, güzelce tamir edip, rengarenk boyasak ve içinde huzurla otursak yıllarca. Sonra da bizden çocuklarımıza ve torunlarımıza kalsa. Güzel olmasına güzel ama tehlikeli de. Mazallah altından geçen birilerini yaralayabilir. Konuştuğumuz kadarıyla yerel halk da şikayetçi bu durumdan. Altından geçmiyorlar, korkuyorlarmış bir şey olacak diye. Belediyenin bir el atması lazım bu olaya. En azından güçlendirmeli veya işaret koymalı, korumaya almalılar. 


Çocuk gibi her şeye elimi uzattım durdum yine. Hep de sanki bizim evden alınmış gibi geldi objeler. Çünkü orada gördüğüm çoğu şeyi ya çocukluğumun evinden, ya yazlıktan, ya komşuların evlerinden falan hatırladım hep. Seneler evvel anneme artık kullanamayacak kadar yıprandığı için attırdığım tencelerin aynını bile gördüm. Yine de allahtan eskiye değer veren biriyim de çoğu şeyi saklıyorum. Benim evim sanırım müze olacak.


Şu pirinç objeleri Teyzem dolayısıyla pek severim. Onda hala durur böyle pirinç masalar, koltuklar, çiçeklikler. Bir vita yağ tenekem de olsun istiyorum ilerde :) Kimisi yeni şeyler ister ben de hep eskiyi arzu ediyorum. Çünkü o zamanları seviyorum, o ruhu içimde yaşıyorum. İnanın ait olduğumu hissettiğim zaman bu zaman değil.


Bu kapının ardını da çok merak ettim. Acaba içeride neler vardı, ne hikayeler yaşandı. 


Bu da ardını merak ettiğim diğer bir kapı. Açık olmasını çok sevdim. Aceleden tuhaf bir açıdan çekmişim ama içerisi görülmeye değerdi. Atölye havasındaydı ama ev gibiydi de. Elime çay bardağımı alıp masanın başına kurulasım gelmişti. Kimse de yoktu, olsaydı biraz dolaşmak için izin isteyecektim ama sadece ufak bir adım atabildim.


İşte macera buradan devam ediyor. Hacı Memiş Mahallesi. Adını sıkça işittiğim o güzel yer. Tabi görmek istediğim dükkanların isimlerini de okuyunca ayrıca heyecanlandım.


Şu kafeslerden evime alacağım biiiiirrrr, zaten her gördüğümü beğenen potansiyel bir alıcıyım ikiiiiiiii, mutlu oluyorum ne yapayım üççççççç.


Aaaa bu taburelerden bizim eskiden vardı yazlıkta, ama daha uzunları. Onları da boyamıştık. O tabureleri de alayım ben en iyisi de bir renklendirme yapayım. Bazılarının fiyatları çok uçuktu ama taburelerin fiyatları normaldi, ne de olsa el emeği. 


Şu emaye tencereleri de pek severim. Kendime bu sefer kahve cezvesi alabildim, başardım, mutluyum. O emaye cezveler gibi kahve pişireni yok. Bakır olanlarda harika ama emayeler desenleri ile de gönlümü fethediyor. İnsan bütün tabakları, bardakları, tepsileri almak istiyor. Birkaç ay sonra evimiz eşya almaya müsait hale geleceği için çok seviniyorum. Bir dahaki izinde artık beğendiğim şeyleri alabileceğim :)


Fotoğraflamayı unutmuşum sanırım ama kapalı kapılara yazılan tabelalara da hayran kaldım doğrusu; denizdeyim gelicem, yemek yiyorum, gitmeyin bekleyin bakının gibi :) Objelerin ruhu var tamam ama oradaki insanların da ruhu vardı, ölmemişti, renklerini hayata geçirebiliyorlardı.


Hımmm renkli kapıların şahı diyorum buna. Çok sevdim. Bir de kurabiye isimli restorant vardı şimdi aklıma geldi, orayı da sevdim ama fotoğrafını çekmemişim. Telefonumda bir ara sorun yaşadım, o sıra bazı fotoğraflarım silinmiş veya kaybolmuş, belki onların arasında olabilirdi. Bu arada buradaki fotoğrafların hepsini cep telefonumla çektim, çünkü bu sefer yanıma devasa fotoğraf makinemi almamayı kafama koymuştum. Kendisini çok aradım o ayrı, yine de cep telefonum iyi iş gördü. Minik bir makine almaya zamanım yetmedi ama olsun, bir dahakine daha iyi bir tane alabilirim.


Alaçatı'nın kedileri pek pozcu çıktı. İzmir'in kedileri de hep öyle zaten. Buralara yakın yaşayacağım için seviniyorum. Orada öylece benim onu çekmemi bekledi resmen. Çiçeklerin arasında, arnavut kaldırımında bir kedi diye hikaye yazmak istiyorum. 


 Bu da bir başka pozcu böcek. Hayatından pek memnun uzandı, yattı yuvarlandı hep. 


Sandalyeyi de beğendim ama arkadaki salyangoz beni bitirdi. İçeride daha da neler vardı neler. Buradan görünmüyor ama mağazanın ortasındaki tombik puf da bir harikaydı. Belki onu da çekmişimdir bulursam yeniden yayınlarım. 


İşte Alaçatı'da hayat böyle renkli, doğal ve güzel. Oldukça da kalabalıklaştı akşam üzeri. Biraz erken gitmekte fayda var rahatça gezmek için. Biz Alaçatı pazarına da gittik iyi oldu. İlerleyen saatlerde ara sokaklar sıra ile yürünebiliyordu, kısa süreliğine de olsa fenalık geçirdik diyebilirim.

Sırada daha pek çok yazlık yazı olacak. Bodrum ve çok sevdiğim Kefken yazıları için şimdiden heyecanlanıyorum. 

Herkese mutlu, renkli, eğlenceli haftalar olsun. Hayat her ne kadar zor ilerlese ve her gün defalarca kötü haberler duysak da yaşamak mutlu olmaya değer.