29 Ekim 2014 Çarşamba

Cumhuriyetimizin 91. yılı kutlu olsun!

 

DAHA NİCE MUTLU, GÜZEL, UMUTLU, APAYDINLIK BAYRAMLARIMIZ OLSUN. CUMHURİYETİMİZ, EN BÜYÜK BAYRAMIMIZ HEPİMİZE KUTLU OLSUN...
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!

28 Ekim 2014 Salı

Güneşli bir salı ve müzik

 Fotoğraf by Swiatoslaw Wojtkowiak

İtiraf edebilirim hile yaptım. Bu yazıyı pazar gününe ithafen yazmaktı amacım, baktım salı gelivermiş. Ama doğru olan kısmı bugün de güneşli bir gün, evet, hem üzüm bağındaki amca takasıyla dolaşıyor üzüm denizlerinde. Ofiste değil yazlığın balkonundan yazıyorumdur belki de...

Pazar günü aynı bu fotoğraftaki haldeydim. Gözlerim ağır bir metale bulanmış gibiydi. Vücudum da bu sıra deli gibi yere dokunmak istiyorum. Nedense taşa toprağa çimene yatasım var. Belki dünyanın enerjisine ihtiyacım vardır, beni iyileştirmesine ve güçlendirmesine. 

İki gündür internetimiz yoktu yine. Ahh şu internet, kölesi yaptı ya bizi. Olmamasından istifade biraz mektup yazdım biraz da resim yaptım. Şimdi yine işe döndüm artık, durmaksızın yazıyorum ve hala yazacak çok şey var. Kelimeler yetse daha neleeer neleeer...

Dışarıdan tuhaf bir gıcırtı duyuluyor son yarım saattir. Biri hunharca salıncağa biniyor sanki tüm çocukluğundan yaşayamadığı o anları bir defada yaşamak istercesine. İçim gıcıklanıyor yine, hem salıncağa binmek hem de demirin kokusunu hissetmek istiyorum, tozlanmak istiyorum biraz da. 


Bahçede bir süredir duran fazla seramikler vardı. Çay demlediğimiz zamanlarda tüpten yememek için aldığımız ufak elektrikli ocağın altına koyuyorduk bu seramikleri. Beyaza boyadım önce, sonra frida geldi oturdu baş köşeye. Henüz tamamlanmadı. Daha çok yaprak çizilip boyanacak. Çok şahane olmadı ama elimdeki boyalarla ve içinde bulunduğum ruh haliyle ancak bu kadar olabildi. Fena da sayılmaz. Artık elektrik ocağının altına koyamam bunu. Evde yeni bir şey için de yer yok, ama bulacağım. Daha birkaç tane sağlam seramik var onlara da melek kızlar çizmek istiyorum belki birkaç tane de kitap. 

Daha önce pek üzerinde çalışmadığım bir proje türedi kafamda. Öykü yazmayı çok nadir denemişimdir, çok zevk alamadım, belki de başaramadığımı hissettim. Harika kurgu yaptığım da söylenemez. Ama yeni bir karakter doğdu içimde. Az biraz deli, titiz, geçmişine bağlı, pek çok sevdiğim karakterin karışımı olan bir erkek. Adı da Çetin Ceviz. Burada yayınlamaya cesaret edebilir miyim bilmiyorum ama artık ona dair birşeyler yazmayı planlıyorum. Kalemimi de biraz geliştirmek adına. Bu ismi bir anda ceviz kırarken buldum. Başkasından çalmış olmak olmasın diye de araştırdım izine rastlamadım. Ama öyle bir karakter varsa görmediğimi eklemeliyim tamamen gündelik yaşamın getirdiği sevimli bir tesadüf benim için. 

Not: Bir de yazmadan edemeyeceğim blog sayfamdaki yeni müzik listesi uygulaması var. Cezayir'in çok olmasa da Kuzey Afrika'nın, bu büyülü coğrafyanın ruhunu yansıtması maksadıyla bir müzik listesi koydum blog açılışına alt bölüme. İstediğiniz gibi durdurup ileri alabileceğiniz, şarkı seçebileceğiniz yahut kapatabileceğiniz. Pek çok insan, okuduğuma göre hoşlanmıyormuş bu tip uygulamalardan. Ben aslında güzel geri dönüşler aldım. Yine de sormak istiyorum fikirlerinizi, genel kanıya göre hareket etmek niyetindeyim. Daha çok etnik geleneksel bir model çizmeye çalışıyorum müzik listesinde, bangır bangır olmayacağına garanti verebilirim çünkü ben de okurken çok dikkat dağıtıcı müzikler dinleyemem. Bu konuda fikirlerinizi belirtirseniz memnun olurum. 

Mutlu kalın. 

25 Ekim 2014 Cumartesi

Kurabiye ve kertenkele



Cezayir'de güneşli bir gün, bahçedeyim; hafif bir rüzgar var ama sersemletmiyor. Arada bir etrafa çimen kokusu yayılıyor. Sanırım traktörcü yan taraftaki üzüm bağını temizliyor. Bazen bu traktör sesi, trafik gürültüsü azaldığında sanki taka sesi gibi geliyor bana. Hemen önüm deniz de, sadece göremiyormuşum gibi. Neyse konumuz bu değil. 

Bu gördüğünüz sadece bir kurabiye değil, benim için çok özel. Rahmetli babannemin sihirli kurabiyelerinden. O kurabiye yaptığında evi saran içimi gıcıklayan rayihası sanki dakikalar öncesiymiş gibi burnumun ucunda. Ama senelerdir ailemizin kadınları elde tarif olup da denemelerine rağmen aynı tipi  ve tadı tutturamamışlardı. Gerçekten hala o günleri andığımda içim ruhaf bir şekilde gıcıklanıyor, ancak böyle tabir edebilirim duygumu. Hüzün, mutluluk, heyecan, coşku dolu bir birleşim tam da hissettiğim. 

Bugün ilk kez ben de denedim. Konuştum babannemle kurabiyeleri top top yaparken. Acaba dedim sen de mi böyle karıştırıyordun, ölçüler bu muydu gerçekten, yoksa gizli birşeyler mi vardı içinde, ne kadar pişiriyordun, sıcakken mi koyardın tabağa, yumoş yumoş kalsınlar diye üzerlerini kapatır mıydın? diye sordum. Elimden geldiğince hissederek yaptım. Çok hatırlamıyorum küçüktüm. Ama sanki o kurabiye çok başkaydı, rengi daha sarı, üzeri daha çatlak oluyordu. Tadı da bilmiyorum pofur pofurdu. Benimki de gayet başarılı oldu, ama aynı olmadı yine. Büyük bir adım yaklaştığımı hissediyorum, başaracağım sanırım. Ama belki de ben aslında onun yanımda, yakınımda olmasını ve bana yeniden kurabiyeler, poğaçalar, çiğ börekler yapmasını istediğim için ayarı tutturamıyorum. Belki tam da onun gibi yaptım ama onunki hep hatıralarımdaki gibi en tepede kalsın istiyorum, bu yüzden olmuyor diyorum.

Sonuç olarak cesaret ettim ve yaptım. Bugün tatil olduğu için bahçede güneşli havanın keyfini çıkartıyorum. Birazdan çay yapıp tombik kurabiyelerimden yiyeceğim. Hem evin kurabiye kokmasından daha güzeli var mı?


Bu da sevimli bir Afrika kertenkelesi. Kırçılları pek hoşuma gitti. Normalde sevimli bulurum ama korkarım, çok hızlı hareket etmelerini sevmiyorum. Bunun elleri ve ayakları da pek tatlı. Kurabiye yazısıyla biraz ilgisiz oldu ama bunda da hafif bir kurabiyelik potansiyel var diye düşündüm:)Adını da pırçık koydum.

Mutlu haftasonları dilerim...

 

20 Ekim 2014 Pazartesi

Yasaklı şehir


Fotoğraf: Tumblr

Bazı durumlarda Cezayir mantalitesini kavramak oldukça güç hale geliyor. 7 senedir buradayım ama çözemediğim pek çok şey var. Kapalı bir toplum olmasının, turist barındırmak istememesinin, kendi hallerinde ilerlemeyi tercih etmelerinin elbette ki nedenleri var fakat fazla geleneksel. Dünyadan korkan halleri beni acaba 30 sene sonra buraya dönsem nasıl bulacağım diye sorgulamaya itiyor. Yine de bu coğrafyanın ilklerine şahit olmak güzel. 

Cezayir'de;
- Türk kahvesi,çayı,peyniri,zeytini v.s bulabilseydik,
- Sosyal hayata az da olsa katılabilseydik,
- Ev gibi bir evde ve başkentte yaşabilseydik, 
- Biraz daha temiz ve daha az tutucu olabilselerdi ki aslında burası çok da tutucu sayılmaz, fikren sabitlik diyebilirim ancak başka bir kelime gelmedi aklıma, 

O zaman burada insan daha senelerce yaşayabilir. Yine de tüm dezavantajlarına rağmen, bize sunduğu güzellikler için bu coğrafyaya minnettarım. Umarım bizi karşıladığı gibi güzelliklerle uğurlar zamanı geldiğinde. Bakınız Fas Tunus ne kadar da gelişmiş, temiz, sosyal ahh ahh azıcık feyz alabilseydiniz!

Follow my blog with Bloglovin


18 Ekim 2014 Cumartesi

Mechmoum-Cennetin kokusu


Bugün haftanın ilk günü olması itibariyle zor geçti. Sakin bir gündü aslında,  belki de fazla sakin olmasıdır insanı boğan tarafı. Yine de güneşli bir gün olduğu için şanslı sayılırız. Henüz kış ile kaynaşma havasına giremedik. Havalar da böyle gittikçe gidemeyeceğimizi düşünüyorum açıkçası. 

Gittiğim gördüğüm yerler hakkında sık sık düşünürüm. Yazacağım zamanlarda özellikle aklıma türlü detaylar takılır. Ama zaman geçtikçe unutuyorum o hiç aklımdan gitmesini istemediğim zamanları. Bu yüzden üzülüyorum. Şimdilerde düşününce Fas Tunus ve Paris sanki bir masal gibi geliyor. Gözümü kapatıp kendimi orada hayal ettiğimde sadece belli başlı şeyleri hatırlıyorum. Oradaykenki hissiyatımı bir yerlerde saklayabilmeyi çok isterdim oysa ki. Zaman zaman çıkartıp o hislerle yoğrulmak iyi gelirdi. 

Yasemin çiçeği Tunustaki adıyla Mechmoum oradayken en çok aklıma yer eden şey oldu. İlk gördüğümde bir kilise bahçesindeydim, bir koca saksının dibinde unutulmuş gibi duruyordu. Eğilip kokladım, öyle güzeldi ki almaya kıyamadım onu yerinden. Oysa kökü yere değmiyordu öylece toprağın üzerinde bekliyordu sadece. Çok etkilendiğimi itiraf ediyorum. Yasemin çiçeğini severim, daha çok şeklinden ziyade kokusunu. Bazen yoğun olarak duyunca rahatsız olsam da yine de bende güzel duygular çağrıştırıyor.

Ece Temelkuran'ın Düğümlere Üfleyen Kadınlar kitabını okuyorum şu günlerde. Pek çabuk ilerleyemiyorum neden bilmem. Orada bir bölümde başlıktı bu çiçek, resmi ile birlikte. Adını o ana dek bilmiyordum, tipinden tanıdım. Oradayken sorduğumuzda bir şeyler dediklerini anımsıyordum ama uçmuş gitmiş kelimeler aklımdan tam manasıyla. Mişmuum diye telafuz ediliyormuş. Güzel, ahenkli bir adı var var kendi gibi. Bu çektiğim fotoğraf da kıymetlidir bu yüzden benim için. O kilise bahçesindeki anı dondurmaktı işte hepsi o aslında, yine de özel. Elime alıp koklasam da yanımda götürmeye pek çekinmiştim, içim el vermemişti. Sonrasında bir yerlerden bir tane almıştım ama sanırım yolculuk esnasında kaybettim. Üzülüyorum. 

Buralarda yasemin ağacı sokaklarda epeyce var. Ama böylesine hiç rastlamadım. Muhtemelen kuruyunca büzülüp bozulacak kokusunu yitirecekti ama olsun, keşke onu da kaybetmeseydim anılarım gibi. Tunus sokaklarında olmak güzeldi. Bu üç büyülü coğrafta Fas, Tunus ve Cezayir hayatımda ne kadar büyük bir alanı kaplıyor düşünüyorum da, hoşuma gidiyor, zorlukları olduysa da. Hep böyle büyülü mekanlarda dolaşmak ve o heyecanı iliklerime kadar hissetmek gibi bir derdim olmuştu içten içe, burada o büyüyü fazlaca hissedemiyor olsak da yine de yetiniyorum. Tunus ve Fas ile bir gün yeniden kucaklaşmayı ümit ediyorum.

 Fotoğraf: Pinterest

Fotoğrafı alıntıladım ama aynı böyle adamları sokaklarda yaseminleri satarken gördüğümü anımsıyorum. Fotoğraf çekmeye olanak bulamamışım herhalde, ne yazık.

 Fotoğraf: www.harissa.com

Epey emek de var bu demetlerin üzerinde. O mini mini narin çiçekleri böyle incelikle bir araya getirmek herkesin harcı olmasa gerek.

 Fotoğraf: Google Tunisie Jasmin

 Fotoğraf: Pinterest

Tam da bu amcanın oturduğu yerde, kendi tabirimle karpuz kapının önünde benim de bir fotoğrafım var. Orada dakikalarca kalmak istemiştim. O beyazlık insanı çılgınca içine çekiyordu. Özlemişim o hissi. Keşke biz oradayken de bu satıcıyla karşılaşsaydık, belki ben de yanında bir süre beklerdim ve çiçeklerin kokusunu içime çekerdim. Belki de anlatacak ufak tefek şeyleri olurdu bana.

Fotoğraf: Seghaier Lotfi

Bu da eski bir tablo, yasemin satıcılarını anlatan. Hoşuma gitti paylaşmak istedim. Umarım siz de benim kadar seversiniz bu cennet kokulu çiçeklerin hayatımdaki yerini. 

16 Ekim 2014 Perşembe

Günlerden bir gün

Fotoğraf: Tumblr

Son iki gündür Cezayir'de hava pek kasvetli ve serindi, bugün hariç. Artık kışın yaklaştığını kendime hatırlatıyorum çalar saat gibi. Çünkü ne zaman güneş çıksa sanki yeniden ilkbahar'a girecekmişiz gibi hissediyorum önümüzdeki kışı unutup. Bu sabah dışarı adım attığımızda hava 13 dereceydi. Kışı düşününce 3 derece olacağı zamanlar geldi hemen aklımıza. İnsanoğlu tecrübe etse de büyük bir başarıyla yaşadıklarını unutuyor. Şimdi kışla nasıl başa çıkacağım derdindeyim en çok. 

Yarın nihayet tatil. Bu hafta aslında çabucak geçti düşününce. Bir gün tatile seneler içinde alışmış olmam gerekirken hala söyleniyorum zaman zaman. O kadar çok parçaya bölünmek gerekiyor ki bu bir güncük tatili verimli geçirmek için. Biraz uyuyayım bugün dese insan günün yarısı ölüyor. Hava umarım ki güzel olur da, bahçede yazma fırsatı bulabilirim az da olsa. 

Yine yazmak istediklerime dair ufak ufak notları alıyorum türlü yerlere. Çoğunu yazmaya imkan bulamıyor da olsam en azından tıkanma dönemlerinde ilham veriyorlar. 

Pek ev hanımı olarak kendimi düşlemeye alışamadım yıllardır, yani ev hanımı dediysem yanlış anlaşılmasın, genel olarak ev işi yapmak, yemek bulaşık çamaşır ile ilgilenmek düşününce hayatta olmamın daha ulvi bir amacı varmış da ben göremiyormuşum hissiyatı yaratıyor. İnsanların normal ev hayatları dışında başka sosyal hayatları da olduğundan bu onlara batmıyor olabilir. Yoksa kim kendi yediği yemeği temizlediği için tuhaf hisseder ki öyle değil mi? Ama belirli rutinler belirli dönemlerde sıkıcı olabiliyor.

Gelelim kitap meydan okumamızın son sorularına. Bitmesini pek istemiyorum, güçlükle girişmeye karar verdiğim bu etkinliğin. Ama bana iyi geldi. Hem hayatımda daha fazla kitap olması hoşuma gidiyor ve tabi kitap okuyan, konuşabileceğim insanların olması. Bu sayede artık kitap listem daha fazla ama pek çok yeni hayalim de var. Öğrenmek insanı besleyen acayip bir güdü. Güdülenmeye ihtiyacım var şu günlerde!

28. gün: En sevdiğin kitap adı demişler sorumuzda. Pek çok kitap adı var aslında sevdiğim. Ama en çok aklımda yer eden yıllardır tozlu kapağı ve eski kokan yapraklarıyla yazlıkta duran bu kitap  benim için birinci sırada. Seneler sonra büyüyüp okuduğumda hayal kırıklığı yaratsa ve şu anda ondan aklımda bir parça dahi kalmamış olsa da sevmekten vazgeçemiyorum, çünkü çok dokunaklı, hüzünlü ve gerçek geliyor. Bazen ben de o kitap kapağındaki isim gibi birilerinin hayatı yanlış yazmış olabileceği ihtimali üzerine kafa yoruyorum:)


29. gün: Herkesin nefret ettiği ama senin sevdiğin bir kitap
Biraz acayip fikirlerim vardır. Bu yüzden genel kanıya uygun hareket etmediğim zamanlar çoğunlukta. Sevmeye de doğuştan meyilli olduğumdan başkaları nefret etse dahi ben bir kitabı sadece kokusu için bile sevebilirim. 
Benim sevdiğim ve aklımda yer eden kitapsa ki bazılarının nefret ettiğini biliyorum, yine de buna rağmen bana çok zaman yoldaşlık etmiş, fikir vermiş, düşündürmüş, hayal kurdurtmuş bir kitap olan Elif Şafak, Medcezir'dir. 


 
Dönem dönem okuduğum bir kitaptır. Kimine göre yavan, gereksiz gelebilir. İlk okuma zamanı ile de ilintili bir şey bana kalırsa bu sevme işi. Benim zamanlamam iyiydi sanırım bu kitapta. Bence okuyun, tavsiye ederim, önyargılı davranmayın.
30. gün: Senin için tüm zamanların en favori kitabı
Bu epey zor bir soru. Bir kitaba bu denli önem addetmek ne kadar doğru bilmiyorum. Benim okuduklarım arasında bu kategoriye sokabileceğim bir kitap sanıyorum ki yok, okuyacaklarım arasından çıkar mı bilinmez çünkü daha okuyacak çok kitabım var. Yine de benim için favori niteliğindeki elimden bırakmak istemediğim kitapların başında almak için para biriktirdiğim, günlerce kitapçının vitrinine yapıştığım, sayamadığım kadar gün koynumda uyuduğum ve deli deli yanımda taşıdığım,

 
kitabıdır. Benim mucizevi bulduğum harika bir eserdir. Bende bambaşka etkileri var, evimin başköşesinde yerini daima koruyacaktır. 

Şimdilik yazacaklarım bunlardan ibaret. Yakın zamanda kitaplarla ilgili yeni şeyler yazmak istiyorum. Aslında en büyük hayalim bir okuma kulübü kurabilmek. Birlikte yazıp birlikte tartışabildiğim arkadaşlarımın olduğu Jane Austen kitap kulübü tadında bir şey yaratabilmek. Deniz kenarında okumak, bir bahçede okumak bir evin sessiz bir odasında okumak ve üzerine saatlerce konuşmak. Aramda kilometrelerce mesafe olan ama kalplerimiz birlikte atan o insanlar kendilerini biliyorlar!!! Türkiye'ye dönene ve bunu gerçekleştirene dek hayalimi kalbimin en derin mihrabında taşımaya devam edeceğim...

Mutlu kalın.

14 Ekim 2014 Salı

Cezayir'den kareler içeren sevimli bir klip


Cezayir başkent sokaklarını, binalarını, insanları görebileceğiniz ve gündelik yaşantıya dair ipuçlarını içeren bir klip. Daha önce yayınladım mı bilemiyorum. Umarım seversiniz...
 

12 Ekim 2014 Pazar

Doğum, yaşam, kitap ve pazarlar

Dün doğum günümdü. Yazmak istedim, sırf kendim için yazmaktı tüm derdim ama vazgeçtim. Günün mutluluğundan; yazmak istediklerimi doğru ifade edemeyeceğimi düşündüm ve yazmadım, biraz dinlendim. Başka günlerde yaşanamayan acayip bir duygu yoğunluğu insanın doğduğu gün, insanın içine hafif şapşalca bir sevinç yükleyen. Bitti gitti bile çarçabuk ama hala içimde o tuhaf mutluluktan parçalar var.

İşte bu iki aşık, güleç ve pamuk kalpli insan hayat verdi bana, beni ben yaptı. Onlar birbirini buldu, sevdi, sahiplendi ve bana hayat verdiler. Düşündükçe ne harika olduğunu yeniden idrak ediyorum. Kocaman  bir sevgiden dünyaya gelen yeni bir hayatım ben! Bunu bilerek hep gülümsemeyi ve mutlulukla ilerlemeyi kendime görev edindim, öyle inandım ve o şekilde yaşamıma devam etmeye özen gösteriyorum. Doğduğum gün bu yüzden çok özel benim için. Belki kimine göre fazlaca anlam yüklüyorum ama böyle olmasını seviyorum. İnsanın hayata merhaba dediği günden daha özel hangi gün olabilir başka?


Yaşıyorum, iyi ki yaşıyorum. İyi ki yeni güne uyanabiliyor ve nefes alabiliyorum. İyi ki geçmişime tutkuyla bağlıyım ve anılarımı seviyorum. Şu minicik ayakkabıları iyi ki saklamış annem, baktıkça kendimi görüyorum, bir zamanlar olduğum kişiyi ve şimdiyi. Bir anıda insan hem geçmişi hem geleceği görünce dünya daha muhteşem bir yer haline geliyor.


Sevdiklerimden, dostlarımdan ve sevdiğim şeylerden kilometrelerce uzakta olmak en çok böyle özel zamanlarda dokunuyor insana. Yine de beni seven, düşünen, özleyen insanların olduğunu görmek bambaşka bir duygu. Bir küçücük mesaj bile sanki dünyanın en büyük hediyesi oluveriyor anında.  

Olanaksızlıkların içinde tüm imkanlar seferber edilerek alınan bir buket çiçeğin kalbimdeki anlamını sizlere anlatmak için buraya sayfalarca yazmam gerekir. O kır çiçekleri ile karışık güllere belki her saat başı uyanıp da baksam ancak öyle anlarlar kıymetlerini. Sevdiğinin sana o pofidik elleriyle, aşkla, pasta yapması hiç bir şeyin yerini tutamayacağı sihirli bir andır ve kendini şeker hamuru sanan uyduruk bir marşmelova tarihi geçmiş gıda boyası ile renk vermeye çalışmak, sonrada insanlara süsleri yemeyin diye tembih etmek ancak bu kadar uzak bir iklimde gerçek olur:)Gerçekler bazen komik anılara dönüşüveriyor işte kolayca, seneler sonra kahkahalarla ve hüzünle hatırlanacak. 

Kendime bir bakıyorum da artık olmak istediğim kişi miyim diye düşünmeyi bırakmışım. Çünkü öyle miyim diye düşünmek insanı yoruyor. İnsan kafasında sürekli bir şeyler olmaya çabalıyor. Aslında hepsi birden benim, tüm olmak istediklerim ana damarlarımda dolaşıyor. Bir gün bir başkası ertesi gün de o olmak istediğim diğeri olabildiğim bir hayat daha eğlenceli ve gerçek geliyor. Kimi zaman tek bir yalnızlıktan bir sürü mutluluk çıkartabilmek gibi aynı. Bunun için biraz acılanmak gerekiyor. Tecrübe işte acılanmanın ta kendisi. 

Bugün geriye dönse zaman nasıl olur diye düşündüm, yani yarın aslında dün olsa, o zaman yine aynı heyecanı hisseder miydim acaba?

***************************************

Meydan Okuma 

Halen devam eden bir etkinliğimiz var. Yazmalıyım diye kendimi dürtüklüyorum şu an. Benim zayıf hafızam oyunu zorlaştırıyor. Olsun varsın elimden geldiğince dolduruyorum boşlukları. 

25. gün: Kendine en yakın bulduğun karakter kim diye sormuşlar. Okuduğum kitaplardaki karakterlerden her birine, okuma anımda kendimi yakın bulurum ben. Bir şekilde beni yakalayamamışsa okuyamam zaten. Ama Mrs. Dalloway ve Poirot şu ana değin en yakın hissettiklerim oldu. Etkisinden hala çıkamadığım türden karakterler onlar. Yüzyıllar da geçse aynı şeyleri hissedeceğime inanıyorum. Belki biraz takıntı yapmış da olabilirim ama mühim değil!

26. gün: Bir konu hakkındaki fikrini değiştirmiş olan kitap hangisi?

Fikirlerimi kolayca değiştirebilen biri sayılmam. Biraz sarı inadım vardır! Ama bu fikir dediklerime körü körüne de bağlı olduğum anlamına gelmesin. Yine de Antropoloji eğitimim sırasında okuduğum kitaplar hariç başka herhangi bir roman fikrimi değiştirmiş değil. Antropoloji okumalarımdaki fikir değişikliklerini de onların tam olarak oturmamış olmasına bağlıyorum. Şimdi bunu açıklamak için Darvin teoremini masaya yatıracak ve tartışmaya açacak değilim:)

27. gün: Bir kitapta okuduğun en "sağ gösterip sol vuran" gelişme ya da sürprizli son demişler;

Hımm çok zor bir soru oldu bu! Genel anlamda cevap vermeliyim sanırım çünkü hatırlayamadım! Mutlu son dediğimiz klişeyi seviyorum ben. Eğer okuduğum bir deneme yahut şiir veya biyografi değilse mutlu sonları seven bir hayalciyim ben. Mutlu sonu arzuladığım bir kitapta olan şeyler sonu mutlu hale getirmediğinde benim için sürprizli ve vurucu oluyor. Herkesin farklı bir mutlu sonu vardır, bu illa aşk olması gerektiği anlamına gelmesin lütfen!


İşte yine bir pazar günündeyim.  Tüm o renkli pazarlardan uzakta. Babam sağ olsun pazara gittiğinde benim için ufak tefek çekimler yapıyor. Kızının pazar delisi, deniz aşığı, yemek tutkunu olduğunun farkında. Önceleri üzerdi bu fotoğraflar beni, ama artık şekil değiştirdiler. O renkleri, tazeliği ve canlılığı görmek sevindiriyor beni. Bazen fotoğraflara bakarak kokularını duyumsayabiliyorum, ne tuhaf! Eğer çok istersem günün birinde yeşil bir sebzeye dönüşebilirim bence!

Mutlu haftalar olsun, barış içimize dolsun, insanlar durulsun ve insan olduklarını hatırlasınlar umuduyla...

8 Ekim 2014 Çarşamba

Kokular, kediler, kitaplar ve diğer şeyler


Günler kâh kocaman karanlık bulutlarla yoğun ve baskın, kâh kristal gibi parlak, göz alıcı ve mini mini çizgi film bulutlarla geçiyor. Geçiyor ve gidiyor tüm telaşıyla bir şekilde. İçindeyken ibadet ediyormuşçasına bağlılıkla sarılmak istesem de ona, içimdeki tüm hoyratlığımla uzaklaştırıyorum kendimden gelenlerin hepsini, bir önceki günde olduğu gibi. Pek bir kızgınım, ama neye bilmem? Belki de herşeye! Belki sadece daha sık yazamadığım için kendimedir kızgınlığım. Yahut insanlığa da toptan! Herşey olabilir, her biri olabilir etrafımda yuvarlanıp duran nedenlerin. Güneşe de bazen çok kızıyorum ama ne çare, gitmeyip de dursa yerinde şöyle ellerini bağlamış oturan minik bir kız çocuğu gibi. 


Öğlen yemeklerini hızlıca yediğim için de kızıyorum kendime. Ağzımda uzunca çevirmeyi bir türlü öğrenemedim, yutup duruyorum. Öğlenleri eve gitme telaşımı seviyorum ama. Çünkü hem beni evde bekleyen yumoş bir kızım olduğu için hem de yol üzerinde burnuma değen ekmek kokusu için. Biraz yanıyor sanırım her seferinde, ama en güzeli de öylesi değil mi zaten? Kızarmış ekmek kokusu kadar çok sevdiğim ne var sıralamalıyım, not edeyim bunu bir yere. Ekmek kokusunu duyunca bahçede oturuyorum biraz, hayal kuruyorum. O an ne aklımdaki işin sıkıntısı ne evin dağınıklığı umurumda olmuyor.

Bir de yanan kağıtları seviyorum. Yanık kağıt kokusu içimi hoş ediyor. Yine de üzülüyorum yanmalarına. Ne çok kağıt ziyanlığı yapılıyor. İnsanlar konuşarak anlatabilecekleri her bir detayı kocaman kağıtlara on gram mürekkeple yazıyorlar. Prosedürmüş, bana kalırsa ziyanlık. Hala Seka kağıt fabrikasından eve gönderilen kağıt balyalarını özenle saklayan biri olarak ben kesinlikle kağıtların ziyan edilmesini sevmiyorum. Bunun için de kızıyorum mesela. Ama tüm bu hislerim, yanarken bıraktıkları kokuyla kendimden geçmeme engel olmuyor.


Kedileri kendime çeken bir şey var bende sanırım. Hiç olmayacak bir anda ve şekilde çıkıyorlar karşıma. Seviyorlar beni hissedebiliyorum. Çünkü bende onları seviyorum karşılık beklemeden. Bir minik ses duysam aranıyorum nereden geliyor diye. Sonra sevgiyle tutuyorum kollamaya çalışıyorum. Belki de yalnızlıktan bilmiyorum ama bu denli sevdiğim için de korkuyorum, bunun için de kızıyorum kendime.  Bir kimseye veya şeye böyle bağlanmak iyi değil gibi geliyor!


Bu fotoğrafı paylaşırken altına iliştirdiğim 'bu pofuduğu bırakıp işe gitmek hiç istemiyorum' yazısı o kadar gerçek ki.  Çünkü o anki sıcaklığı beni iyileştiriyor, çünkü orada huzurlu biliyorum.


Memleketimdeki odamın her yerine yayılan dağınıklığı, rahatlığı özlüyorum. Kitaplarımın kokusunu, dokusunu özlüyorum. Unuttuğum kitaplarımı unuttuğumu bilmek onlara ihanet gibi geliyor. Neden bu kadar kıymet veriyorum bilmiyorum. Defalarca okuduklarımı bile yeniden defalarca daha okumak istiyorum. Yaşlandıkça sanırım maddeci biri oluyorum, objeler, araçlar kıymetleniyor nedense. Belki de bu bir çeşit ait olma, tutunma çabası. Artık neyse ne...

Geleyim artık meydan okuma hallerine; 

22. gün: Seni ağlatan bir kitap yaz bakalım dediklerinde onlara şöyle diyeceğim;
'Beni pek çok kitap ağlatabilir. Öyle ki sadece bir kapak, sadece bir söz veya kelime dizisinde ağlayabilirim. Ağlama potansiyeli hep var olan ve yüksek bir kadınım. Bu yüzden çok kitap sayabilirim bu seçenek için. Ama üstteki fotoğrafta görebileceğiniz Neval El Saddavi'nin 1984 yılında yayınlanan Sıfır Noktasındaki Kadın kitabı  beni ağlattığında yaralamıştı da hatırlıyorum. Bir de Uçurtma Avcısında epey ağlamıştım. '


23. gün: Ne zamandır okumak isteyip de bir türlü okuyamadığım kitap kendimi bilmiyormuş gibi ingilizcesini aldığım ama haliyle çok bir şey anlayamadığım Chauser'ın Canterbury Hikayeleri. Birkaç tane daha var ama en çok aklımda yer eden budur!

24. gün: "Keşke daha çok insan okusa" dediğin bir kitap?
Keşke daha çok insan okusa, aslında ana fikri bu tüm söylemek istediklerimin. Okumanın bir ayırımı olmamalı, her eser kendine has kimliğiyle hayatımızda yerini alıyor. Keşke herkes herşeyi okusa, bir sözlük, bir gazete kağıdı, bir müsvettede yazılmış aykırı bir hikaye, bir günlük, bir anı veya şiir. Keşke daha çok okusak. Telefon rehberi bile okuyabilir insan ahh ben epey okurdum zamanında. Ama illa bir kitap ismi vermem gerekiyor biliyorum. Fazla laf kalabalığı yapmayayım da yazayım. Nedenleri ile birlikte dört kitap önermek istiyorum yürekten okunmalı dediğim:

1-İlahi Komedya, Dante Alighieri (Dünya ve değeri üzerine düşünmeyi, varlığımın anlamını sorgulamamı sağladı)
2-Leo Busaglia, Yaşamak, sevmek, öğrenmek (Bu kitap yaşamı ve diğer her şeyi sevebilmeyi öğretti)
3-Jostein Gaarder Sofi'nin Dünyası (Bu kitap başka dünyalara ve hikayelere inanmaya devam etmeyi öğretti. Ayrıca felsefeyi hayatımın içine dahil etmem ve daima, durmaksızın okumam gerektiğini idrak etmemi sağladı.
4-Samed Behrengi, Küçük Kara Balık (Bu kitapsa inandıklarım uğruna çabalamayı, umut etmeyi ve yolda olmayı sevmeyi öğretti.)

6 Ekim 2014 Pazartesi

Bayram, rüya ve kitaplar


 Fotoğraf: Pinterest

Cezayir'de bir bayramı daha geride bıraktık. Sayamayacağım kadar çok burada geçirdiğim bayramlar, saymaya gerek de yok. Burada bayramlar sadece ilk gün öğlen olana kadar bayram gibi oluyor. Sonrasında sanki puff diye o bayram heyecanı sönüyor ve yerine normal bir günü bırakıyor. Bir sabah bayramlaşmalarında giyinip kuşanıp gülümseyerek iniyoruz bayramlaşmanın yapılacağı yere. Büyük bir hüzünden parçalar gibi aslında anı diye çektirdiğimiz fotoğraf kareleri. Hani mutlu zamanları hatırlamak gibi değil de daha çok aileden dostlardan uzak günlerin acısını anmak olacak döndüğümüzde bakarken her birine. 

Cezayir'de bayram hakkında söylenecek çok şey yok. En eğlenceli hatıram sanırım 2007 senesinde, Alger Dar El Beida'daki evimizde sabah kapıdan çıkarken karşılaştığım bahçe girişine asılmış koyundur. Bahçede kesmişler koyunlarını, hatta evlerinde küvette kesenler bile varmış, şehir efsanesi mi bilmiyorum ama burada sıkça konuşulan bir durum. Genelde bayramda her yer kapalı oluyor. Alışveriş merkezleri açık herhalde ama o kalabalığa girmek de pek akıl kârı olmasa gerek. Biz üç kısa günlük tatilimizde bol bol dinlendik. Bahçede keyif yaptık yağmur ve rüzgar el verdiğince. İyi geldi o dinlenme hali, yine de insan tatilde oldukça daha çok tatil yapmayı isteyen acayip bir yaratık. Bir ay da tatil olsa, keşke bir ay daha olsa derim o kadarına eminim.

 Fotoğraf: Pinterest

Fotoğraf: Pinterest

Bu sene bayram tatlısı yemedik. Benim de yapmak içimden gelmedi. Cevizli tarçınlı kek ve gözlememsi bir börek ile geçiştirdik bayramın yeme içme bölümünü. Yaprağım olsaydı dolma sarabilirdim ama o da yoktu. Kesilen kurban'dan kavurma yapmışlar bir heves gittik yemeğe ama o da koyun kokan ve kendini kurban kavurması zanneden kazık gibi bol karabiberli bir et çıktı. Eve dönüp salata üzeri pilav yedim. Kahvaltılarımız yemeklerimizden güzel ve özenliydi. Başbaşa geçirdik günlerimizi eşim ve ben ve tabi kediciğimiz. 

Acayip ama bir o kadar da güzel bir rüya gördüm dün gece. Festival tadında bir yerdeydim. Bir sürü restoranlar, dükkanlar, kitapçılar. Hatta ücretsiz bakan harika bir yeri dahi vardı. İstediğiniz kadar konaklayabiliyorsunuz bu yerde, üstelik bayram eğlencesi tadında sanatçılar bile vardı. Tek kural çıkarken elinizdeki bozuklukları vermek ve doyasıya eğlenmek. Bir de kendimi hint kıyafetleri içerisinde hatırlıyorum. Morlu yeşilli çok güzel kumaşlarla sarmışlardı vücudumu, epey güzel olmuştum. Bir şeylerden kaçıyordum herhalde sonra kendimi hintli birkaç terzinin yanında buluverdim. El çabukluğuyla renkli kumaşlardan üzerime güzel bir elbise diktiler, öyle dolaştım sokaklarda. Ne manaya geliyor bilmiyorum ama hoşuma gitti. 

Kitap meydan okuması zor sorular eşliğinde devam ediyor. Ben de gecikmeli olarak katılıyorum. 

18. gün: Seni hayalkırıklığına uğratan bir kitap deyince düşünüyorum da üzerine çok konuşulan ve çok okunan kitaplar hayal kırıklığı yaratıyor insanda bunu deneyimliyorum. Özel bir kitap seçmem gerekirse de büyük hevesle aldığım Nermin Bezmen'in eşine o öldükten sonra yazdığı kitap diyebilirim. O kadar çok betimleme vardı ki sevmeme rağmen beni boğdu. Duygu yoğunluğundan ve aşkından çok duygu karmaşasını hissettirdi bana ve kasvet bağladı içim. 
 
19. gün: Filmi çekilmiş olan sevdiğin bir kitap için hımmm düşünüyorum. Patrick Suskind'in Koku adlı eseri diyeceğim. O kitabı hevesle okumuştum sevmiştim. Filmde aynı etkiyi pek hissedemedim ama yine de seviyorum, vazgeçemiyorum bir türlü.


20. gün: En sevdiğin aşk romanı, aşk romanları pek okumam diyebilirim. Belki okuduğum romanın içinde bir aşk geçiyorsa öyle okumuş olurum bir aşk hikayesi. Ama eski pembe dizileri seviyorum şu tuhaf isimleri olan. Yazlıkta epeyce var. Birkaç tanesini denizden çıktıktan sonra okumuştum ama çoğunu okumamışımdır. İlginç bir ilerleyişi oluyor ve insanda aşk dolu beklentiler yaratıyor. Bu verdiği hissiyatı kimi zaman seviyorum. Bir başkasını söylemem gerekirse beni en çok etkileyen kitap ise Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk kitabıdır. Mutlaka okumanızı tavsiye ederim. İçindeki Aşk temasını hep sevmişimdir. 


21. gün: Okuduğunu hatırladığın ilk roman
Çocukluğumdan beri okurum. Ayşegüller ile başlamıştım herhalde kitap tadındaki ilk okumalarıma, belki de öncesi vardır hatırlamıyorum. Roman olarak ilk okuduğumsa dönem ödevi tadında bir görev mahiyetinde okuduğum Hemingway'in Çanlar Kimin İçin Çalıyor isimli kitabıydı, beni epey aşan bir kitaptı o zamanlar, biraz zorlanmıştım. Sonra yeniden okuduğumda kendime güldüğümü hatırlıyorum. Çok emin olmasam da aklımda o kalmış ve sonrasında da Sevgili Arsız Ölüm elbette. 


Bu kabı bulduğuma sevindim çünkü o zamanlarda okuduğum Çanlar kimin için çalıyor kitabının kabı böyleydi ve kalın kapalıydı çok net hatırlıyorum. Halamda hala durur, belki bir gün benim kitaplığımda yerini alır. O zaman ilk okuduğum romanı kitaplığımda bulundurma heyecanını tekrar tekrar yaşarım.

Yeni bir yazıda görüşmek dileğiyle.
İyi bayramlar herkese...

2 Ekim 2014 Perşembe

En sevdiğim ay, 4 günün meydan okuması ve evrene mesajlar



Artık Ekim ayındayız. Ekim benim en sevdiğim ay, çünkü doğduğum ay. Genelde duyduğum, insanların doğdukları ayı sevmedikleri ama istisnalar elbette ki var. Ben kesinlikle sonbaharı çok seviyorum. Renkler, kokular, baharın içinde barındırdığı hüzün benim yansımam gibi hayattaki. Git gelli ruh hallerim de epey uygun bu aya. İnsan inanıyorum ki doğduğu ayın özelliklerini üzerinde taşıyor gerçekten. 

Ayı 1'i itibariyle yazmak istiyordum aslında ama malum önümüz bayram, bir bayram temizliği havasına kapıldım dün, fırsat bulamadım. Yine üşenmeyip bilgisayarımı eve taşıdım yazarım diye ama rüzgar el vermedi bahçede yazmaya. Gecenin ilerleyen saatlerinde hava epey ılıktı, bahçede çay içip gitar çaldık. O an da hiç bilgisayarı açıp ortamın havasını bozmak istemedim. Bir filme takıldım tv'de dün gece, elbette Poirot'u izledikten sonra. Eşim dışarı çıktı havayı güzel görünce, biraz pratik yapayım parmaklarım iyice nasır tutsun diyor bu sıra:) Baktım o ince melodi eve dağılıyor, sonra oturdum düşündüm bu anı kaçırmamalıyım dedim, çünkü tekrarı yok. Filmi tamamlamaktansa onunla bahçede olmayı tercih ettim, sadece durdum ve dinledim, hayal kurdum; sonra birlikte şarkı söyledik, iyi geldi. Müzik ve sevgi hep iyi geliyor!


Harika gifler var bu sitede, bayıldım :)

Kitap meydan okuması halen devam ediyor, az kaldı bitimine. Sonlara doğru sorular zorlaştı benim için ama elimden geleni yapmaya çalışıyorum. 

14. gün: Filmi çekilen ve mahvedilen bir kitap
Bunu cevaplamak zor. Genelde okumasını heyecanla ve ilgiyle bitirdiğim kitapları filmi çekildiğinde izlemeyi tercih etmem. Çünkü beklentim yüksek olur ve filmde illaki bir eksik bulurum. Patrick Suskind'in Koku adlı eserini, filme sonradan dahil olarak izledim ilk seferinde. Epey karanlık gelmişti bana film. Mahvetmemişler güzel çekmişler ama kitabı kadar heyecanla izleyemedim ne yazık ki. Dan Brown'un Melekler ve şeytanlar kitabını tuhaf bir heyecanla okuyordum, uykudan uyanarak veya bir arkadaş buluşmasından koşarak eve gelerek. Filmi güzeldi ama o hissi yaratamadı bende. Mahvedilmemiş ama hissiyatı zayıf diyelim. İlk göz ağrım kitabım Alice in wonderland'da filminde kesinlikle çuvallamış bana kalırsa. Once Upon a time bile filme 10 basar kanımca.

Ayrıca Bizim Büyük Çaresizliğimiz filmini öncesinde izleyip ardından kitabını okusam da filmi yetersiz bulduğumu ifade etmeden geçemeyeceğim.

15. gün: En sevdiğin erkek karakter 
En sevdiğim erkek karakter deyince aklıma ilk Poirot geliyor ve bir de 100 seri kitabı bile çıksa delice koşup alacağım Mentalist dizisindeki Patrick Jane. Hayatımda en sevdiğim ilk erkek karakter babam, ikincisi eşim ardından da bu beyler geliyor:) 

16. gün: En sevdiğin kadın karakter
Elbette ki Virgina Woolf'un Mrs.Dalloway'i. Belki de bir takıntı ama seviyorum. İçtenlikle yakın bulduğum, arızalı hallerini sevdiğim, hafızamda yer tutan iyi bir karakterdir. 


17. gün: en sevdiğin kitaptan en sevdiğin alıntı: Kitapla ilk tanıştığımda okuduğum ilk cümle nedenini bilmediğim bir şekilde içime ağır bir taş gibi çöküp kalmıştı. Daha pek çok alıntı yapmak isterim elbette ama şu an gönlümden geçeni bu!


Bu sıra epey konuşuyorum kendisiyle. O koskocaman haliyle beni ne kadar duyabiliyor bilmiyorum ama o da kendince sinyaller gönderiyor diyelim. Geçen akşam eve gitmeden önce yemekhaneye uğradım acaba ne yemek var diye. Ofis yolundan dönüp, yemekhanenin yokuşunu inmeye yakın aklımdan karpuzun mevsiminin geçtiğini, artık yiyemeyeceğimi düşündüm. Kavun kışın bile kalıyor, tarlalar hala kavun dolu ama epeydir karpuz yemiyorduk. Nereden  bilmiyorum ama düşüverdi işte bir anda aklıma. Yemekhanedeki aşçıya akşama ne var dediğimde direk yemekten önce çok harika karpuz var bal gibi ve kıpkırmızı dedi! Şaşırdım. Sanki az evvel dile getirdiğimi evren ona pıt diye hemencik ulaştırıverdi. Birkaç seferdir bunun gibi benzeri durumların içerisinde buluyorum kendimi. Epey hoşuma gidiyor ama bazen düşüncelerimden korkuyorum, sanki hepsi olacak gibi. Deniz kenarında oturmak istiyorum biraz, dalgaları izlemek, acaba olur mu evren? Aaa bir de kitabım için biraz ilhama ihtiyacım var bocalıyorum lütfen yardım et!

 Görsel: Pinterest

Bu sıra çokça Ankara'yı düşünüyorum. Sokaklarını, havasını, sonbaharda renklenen yapraklarını, sahaflarını, bir de o sakarya caddesindeki ufak mantıcıyı. İki porsiyon yemek istiyorum şu an, yanında bir ufak şişe kola da içerdim. Bazen eve giderken bile canım çeker, yolumu değiştirir mantı yer öyle dönerdim. Ufacık samimi havasını seviyorum. Ne zaman Ankara'ya gitsem ki birkaç senedir gidemedim, yalnız da olsam mutlaka uğrarım, sanki zamanda yolculuk yapmak gibi ve sanki beni hala hatırlıyorlarmış gibi. Tüm bunlar kafamdan geçerken hop diye mailime düşen bir posta ile Ankara'dan yeni bir arkadaş edindim. İyi geldi bana, Ankara'nın bozkırlarının tozlu kokusunu burnuma getirdi teşekkür ederim kendisine okuyorsa bu satırları. Mina ise benim Ankara'daki ruhum, yansımam oluyor daima, anılarımı onun kelimeleri ile tazeliyorum çoğu zaman, onu anmadan geçemeyeceğim. Ankara deyince artık aklıma gelen yegane şey kendisi!
Evren böyle bir dost kazandırdığı için bana minnettarım. Belki bir gün gelir benim de ona bir kıyağım olur, bilemem...