28 Eylül 2014 Pazar

11,12,13. gün ve dünya

 Fotoğraf: Çok severek izlediğim Amel by Flickr

Dünya pek acayip. Hep öyle gelirdi ama şu sıralar biraz daha fazlası. Havalar alabildiğine enteresan, ne yapacağını bilmeyen her yere saldıran yaramaz çocuklar gibi. Ben de onların etrafında aman çocuğum yapma etme yahut ay ay kırıldı, düştü ahh canı mı yandı bak sen yaramaza falan diyen dırdırcı tipler gibiyim. Pekk okuyamıyorum, kafam çok dağınık, düşüncelerimin hiç biri birbirine eş değil. Kış geliyor malum, kalınları üzerime giyince düşüncelerim daha çok bana kalıyor gerçi öyle hissediyorum ama yazın da özgür ruhunu özlüyorum, ikircikli haller var üzerimde. Bol bol fotoğraf bakıyorum, ne olursa. Yine de en çok insanların ellerine ve gözlerine bakmayı seviyorum. Onlar dünyadan izler gibi. Sonra kendi ellerime bakıyorum, ne kadar başkalar öncekin hallerinden. Bu hallerini seviyorum, çoğalan benlerimi sevdiğim gibi. Her zamankinden daha çok yazmak istiyorum aslında ama olmuyor da olmuyor. Gündelik rutinler içinde debelenip duruyorum. Kedişle uyuyoruz bol bol. Sabahları onun tüylü ve köpük gibi yumuşak tenine değip gülümsüyorum. Aslında her güne mutlu başlıyorum düşününce ne güzel! Evde bir kedi olması acayip, aynı dünya gibi. Bir minik narin beden ama kocaman sevgi dolu bir kalbi var. İyiki de var.

Çay içerken yazıyorum şu an. Henüz hala sabah serinliği hakim ortama. Kuşlar cıvıl cıvıl, hava biraz kapalı. Penceredeki telin yırtılan kısmından bir uzun arı, ısrarla girmeye çalışıyor, kanatlarını sığdıramadı bir türlü, yahut tombalak poposunu. Çaycı kız bağırarak konuşuyor, bir de bazen yüzünde çok anlamsız gülümsemeler yakalıyorum nedenini hala çözümleyemedim. Biraz şu hababam sınıfındakiler ceza alınca karşılarına geçip gülen çocuk gibi, bana gülünce öyle hissediyorum. Hani bazı insanlara bir türlü içiniz ısınmaz ya onun için de öyle hissediyorum. Bir set var duygularımda. Bugün ofiste yalnızım, Cezayirli mühendis çocuk yok. Zaten olsa da varlığı ile yokluğu bir. Böyle havalarda yalnız olmak en güzeli aslında. Sakin, durgun bir su gibi oda, ama sanki bir anda rüzgar esecek ve her kağıt parçası etrafa dağılacak gibi de, tedirgin. Kaktüsüm hala yaşıyor seviniyorum. Israrla sulamıyorum çünkü öbürü sanırım sulanmaktan küflenmişti, sonra da keçiye yemek oldu. Bunu korumaya çabalıyorum.


Yazayım da artık içime dert olmaktan çıksın bari. Çoğu okuduğum kitabı unutuyorum yanımda olmadıklarından göz de atamıyorum, bazen çok uyduruk yazıyormuşum gibi geliyor ama şu koşullardan elimden gelenin en iyisi bu.

*** *** ***

11. Nefret ettiğim bir kitap diyor çelinc, sanırım şimdiye kadar nefret derecesinde sevmediğim bir kitap olmadı ama bir daha elime almak istemediğim, beni o denli üzen bir kitap olmuştu zamanında. Mavi saçlı kız. O kadar gerçekti ki her satırı içime işlemişti. Daha pek çok kitap okudum iç acıtan ama onu çok yıllar evvel okuduğumdan ve o zaman hala çocuk olduğumdan deli gibi etkilemişti beni. Son zamanları düşündüğümde ise hiç nefretengiz bir kitap okumadım desem doğru olur. Zaten elimde çok kitabım da kalmadı, onları da sevmeye çabalıyorum ister istemez.

12. Hem sevip hem de nefret edebilmek büyük başarı. Bu da ancak gerçekliğine inandığım vurucu kitaplarda olur bana. Jack Kerouac'ın yolda kitabını buna dahil edebilirim sanırım. Okumakta çok zorlandım, kimi zaman delicesine basit kimi zamansa bir o kadar katıksız ve zorlu buldum. Çok çelişkiler yaşattı bana, zor ilerledi ve dili çok içimi gıcıkladı. Bir türlü hakkında ne hissettiğime karar veremedim. Sanırım gerçekten hem seviyor hem de nefret ediyorum. 


13. En sevdiğim yazar diye birini seçmek son derece zor. Bu; anneni mi babanı mı daha çok seviyorsun gibi bir soru benim için. Pek çok yazar var sevdiğim. Edgar Allen Poe, Virginia Woolf, Paul Auster, Jules Verne, Jane Austen, Hemingway, Agatha Christie, Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Murat Gülsoy...daha da nicesi!


24 Eylül 2014 Çarşamba

8.9.10


 Fotoğraf: Akkadi Rachid by Skyrock

Abartmak şu günlerde sıkça yapılan bir şey sanırım. Şey diyebiliyorum ancak ne diyeyim başka bilemedim. Her şeyin içine tüm boşluklarını kapatırcasına hava üflüyor, şişiriyor ve hayatımızın ortasına salıveriyoruz. Sonuç; patlayınca elimize kalan kocaman bir hiçlik oluyor. Hiçliği yaşamaya alışmışız, abartarak, tüm olurları kaybetmişiz gibi. Oysa içini dolduracağımız ne çok boşluk var, abartmadan, sakinlikle ve bilgiyle. Bugün köşe yazımı yazdım yine, biraz zorlanıyorum şu günlerde ama haliyle yazmak her zamanki gibi iyi geliyor bana. Bazen öyle oluyor ki yazdıkça kelimeler çoğalıyor sanki. Bir gün kelimeden bir insan olur muyum acaba?

8.Kürşat Başar'ı seviyorum diyemem ama sevmiyorum da diyemem. Başucumda Müzik kitabını sevmiştim ama Şairin Romanını binbir ittirmece kaktırmacayla okudum. Devamlı kendimi çimdirdim okumalısın bitirmelisin diye. Bir türlü ilerlemek bilmedi, oysa güzel bir başlangıç yapmıştık kendisiyle. Çok yazıldı çizildi ondandır belki de. Böyle kitapları hemen okumak yanlış oluyor çünkü beklentilerin yumağında düğün oluyor insan. Her kitabı okumanın bir zamanı var, belki de onun zamanı gelmemişti ama şu anda biraz abartıldığını düşünüyorum ben. Yine de doğru zamanı geldiğinde beğenecek olursam yazarım korkmadan.


9.Her kitaba kolaylıkla gönlümü kaptırabilirim aslında ben, çünkü kitapları seviyorum o en yalın halleriyle ve kokularıyla. Yazmak zor bir süreç, ne yazarsan yaz asla basitleşmiyor o içine girdiğin dünya. Tabi kendi emeğiyle yazanlara bu sözlerim. Yalnız ne yalan söyleyeyim çok popüler olan herkesin elinde dilinde dolandırdığı kitapları anında okumayı sevmiyorum. Bir de çok sular seller gibi okunan çerezlik kitaplar beni doyurmuyor. Canan Tan onlardan biri gibi geliyordu ilk zamanlar. Teyzem okurdu, sonra annem okudu. Teyzem tarihi romancıdır, annemse daha romantik daha duygusal romanları sever. Evimizde hep kitap değiş tokuşu vardır, bu bir nevi tığ örneği alıp vermek gibi doğaldır bizim için. İlk geldiğim seneydi, bir konteyner odasında yalnız zamanlar geçiriyordum. Mutlu ama gündüzleri çoğunlukla yalnız. O zaman Canan Tan'ın Piraye'si yanımdaydı. Çok severek okudum. Bende etkisi hala sürer. Ama o etki hem kitabın içeriği hem o sıralardaki ortamımla bağdaşıyor olmasından kaynaklanıyordu. Piraye'yi çok sevdim. Sonrasında Yüreğim Seni çok sevdi'yi okudum ve ardından En son yürekler ölür'ü. Bilmiyorum bana hep hayatımdaki bazı anları çağrıştırdı. Sonrakiler aynı etkiyi yapmadı ama denemenizi tavsiye ederim bilhassa Piraye'yi. 


10.Burada geçirdiğim zamanlarda bana evimi çağrıştırmayan tek bir kitap yok sanıyorum. Gurbetin insan üzerinde böyle manyakça bir etkisi var. Bir toza veya bir taşa bile kocaman anlamlar yükleyebiliyorsunuz. Yine de en çok eve yakın hissettiğim kitap evim kokan kitaplarım oldu, odamdan özenle seçip getirdiklerim. Yani benim için ayırdına varmak güç ama illa seçmem gerekirse size alakasız gelebilir ama bir antropolog için başucu kitabı niteliği taşıdığına inandığım Ahmet Güngören'i Cadıların Günbatımı adlı eseridir. 

 
Not: Kitaplarımın çoğu yanımda olmadığı için internet görsellerinden yararlanıyorum ne yazık ki. Oysa hepsini bir bir bağrıma basıp koklayıp, uygun ortamlarında tüm duygusal yoğunluğumla fotoğraflamayı tercih ederdim.

22 Eylül 2014 Pazartesi

Hava, Hâlet-i Ruhiye ve buuk çelınc


 fotoğraf: djazairi.tumblr.com

Cezayir'de bu sıralar havalar acayip rahatsız edici. Kasvetli bir güne uyanıyoruz ama bir o kadar da nemli ve sıcak. Belki bir parça serinlik karşılar beni diye gülümseyerek açtığım sokak kapısını, fırından bozma bir havayla temas edince gürültüyle geri kapatıyorum. Bu yüzden genelde sabahları sinirliyim son günlerde. Yazın tadına varamamışken, sohbaharın da dengesiz tavırları beni altüst ediyor. Kasvetle soğuğu birbirine yakıştırıyorum ama ılık esen bir rüzgarın güneşle eşleşmesi daha doğru geliyor. Tabi neye göre, kime göre doğru mevzusuna hiç girmek istemiyorum. 

Şu yukarıdaki gibi güne Cezayir'de 7 senedir hiç rastlamadım.  Yani sokakları hiç bu kadar boş görmedim. Ama yalnızlık bu kentin ruhunda olduğu için yakışıyor, en çok da fotoğraflarda. Burada sisli havalara da çok alıştım ve sevdim kendisini. Sisli günlerde sanki bulunduğum dünyanın üzerine sihir yağıyor gibi hissedip çocuk gibi seviniyorum. Gideceğim yolun ardında ne olacağını bilmemek heyecan katıyor o dakikalarıma.


Aa bir de Cezayir'e bu gri siyah haller çok yakışıyor. Yine ruhen insanı yalnızlaştırsa da baktıkça kelimelerle donandığımı hissediyorum. Ben de pek çok yazan kişi gibi mutsuzluktan, huzursuzluktan, iç gıcıklanmalarından ve çoğunlukla hüzünden besleniyorum. En güneşli anlarda bile yazmak için tuhaf kelimelere sığındığım anlar oluyor.

Gelelim kitap mevzusuna. Bu sıra çılgınca kitap meydan okuması adı verilen bir liste dolanıyor bloglarda. Kimler neler okumuş, onlarda nasıl etkiler bırakmış diye merak ettiğimden takip etmeye çalışıyorum. İlk günden itibaren düzenli olarak katılamadığım için şimdilik ucundan kıyısından yakalama halindeyim. O yüzden ben de şunları yazıyorum ilk hafta için. Hafızam balık hafızasından hallice olduğu için dönüp dönüp aynı kitaplardan bahsedebilirim bilemiyorum. Kütüphaneme uzak olmak aslında bu mevzuyla biraz daha koyuyor bana ama olsun...


1. Geçen yıl okuduğum en iyi kitabın;
Ruhi Mücerret olduğunu düşünüyorum çünkü okurken hem güldüm hem ağladım hem bol bol kendimi, içimi, etrafımı ve göremediklerimi sorguladım.


2. Üç kez yada daha fazla okuduğum kitap, bende tuhaf bir etki bırakan ve ilk seferinde ortaokulda olduğum Latife Tekin'in Sevgili Arsız Ölüm'ü. Sonrasında yeniden ve yeniden okumak istemiştim, şimdilerde yine öyle bir istek var içimde. Neden bilmiyorum bu kitabın karşısında elim ayağım boşalıyor..


Bir de üniversite yıllarında okumaya başladığım ve zaman zaman okuduğum Papalagi, Göğü Delen Adam var. Bu anlatılmayacak bir kitap. İnsanda yarattığı farkındalıkla, vatoz gibi çarpıp geçiyor.  Baskısı olmadığı için üniversite yıllarında çektirdiğim fotokopiyle idare ediyorum hala. Ama belki baskısı yapılıyordur artık bilmiyorum. Mutlaka okuyun derim!


3. Favori seriye gelince. Ben aslında genellikle seri kitaplar okumaktan hoşlanmam. Çünkü bir yerinde beklentilerin tamamen dışına çıkacağını hissediyorum. Yine de Paul Auster'in New york Üçlemesini büyük bir zevkle okuduğumu hatırlıyorum. Cam Kent, Hayaletler ve Kilitli Oda. Yeniden okumak istediğim kitaplardan. 


4.En sevdiğim serinin en sevdiğim kitabı içinse şunu söyleyebilirim. Nermin Bezmen'in Aurora'nın İncilerini çok severek okumuştum. Sonrasında Sırça Tuzak ve Sır vardı yanılmıyorsam. Sır bende kötü bir etki bırakmıştı ve Sırça Tuzak da pek tatmin etmemişti ama Aurora'nın İncilerinde epey heyecanlandığımı hatırlıyorum.

 
5. Beni mutlu eden kitap olaraksa çoğu zaman Alice Harikalar Diyarında'yı seçerim. Çünkü oradaki hikayenin içine dalmak delicesine hoşuma gider. Mutlu kitaplar okumak istediğimde hep çocuk klasiklerini seçerim, hiç çıkamayacağım maceralara atılmak fikri beni mutlu eder daima.


6. Genelde bir tek cümle bile beni hüzünlendirmeye yettiğinden bu soruya yanıt vermek aslında çok güç. Yine de şimdiye kadar böğürerek ağladığımı hatırladığım tek kitap üstelik de sahildeyken, Kürşat Başar'ın Başucumda Müzik kitabı olmuştur. 


7. Genelde kitap okurken kahkaha atmam, gülümserim. Kitaplar içimde büyük etkiler yaratsa bile sanırım ortaya pek dökemeyen cinslerdenim ben. Ama layıkıyla konuşup tartışabileceğim insanlarla en büyük tepkilerimi bile seve seve paylaşabilirim. Geçen sene öğlen aralarında, evin verandasına koyduğumuz sedire kaçarak okuduğum ve kahkaha attığım kitap Ruhi Mücerret oldu. Bu yüzden de sanırım geçen sene okuduğum en iyi kitap cevabına da adını yazmıştım. Şimdi yine aynı şeyi düşünüyorum.

Şu günler aslında kitap okumaya çok müsait ama üzerimde deli bir yorgunluk olduğundan en fazla üç sayfa okuyabiliyorum. Bir kitaba onlarca defa başlamak da en sevmediğim işlerden olduğundan biraz ara veriyorum. Birkaç gün önce Düğümlere Üfleyen Kadınlar'a başladım. Etkileyici olacağı izlenimine kapıldım, bakalım devamını heyecanla bekliyorum.

15 Eylül 2014 Pazartesi

Poirot'a mektup

                                                       


                                                         15.09.2014

Mr. Hercule Poirot;

Kişisel görüşünüze ihtiyaç duyuyorum. Lütfen bu sabah gördüğüm rüyanın ne anlama gelebileceğini ve olası sonuçlarını benim için açıklığa kavuşturabilir misiniz? Oldukça tuhaf bir rüyaydı ve şöyle başlıyordu;

Ailemin daimi olarak ikamet ettiği İzmitteki evimizin balkonundan uzanarak beyaz bir tekneye biniyorum, gecenin karanlık saatlerinde.  Yanımda ne bir kimlik ne bir pasaport olmaksızın Fransa'ya doğru yol alıyorum. Yanımda bir kaptan, annem ve kuzenim var. Hatta gittiğimiz için arkamızdan neler söyleneceğine dair konuşmalar yapıyoruz yol alırken. Sonrasında daimi bir yalnızlık süreci yaşıyorum, yanımdaki kişiler görüş alanımdan tamamen çıkıyor ve uzun süredir dostum olan biriyle eski bir apartman dairesinin kapısında buluşuyorum. İçeride Cezayir asıllı bir kadın bulunuyor. Onu eter ile bayıltıp eve sokuyorum. Eve şöyle bir göz atıp mutfaktaki dolapları karıştırıyor ve telden yapılmış fincanları çantama koyuyorum. Evin genç ama hüzünlü sahibesi zamansız uyandığında ona ağır bir cisimle vurmak suretiyle oracıkta öldürüyorum. Bir müddet o ufak, karanlık ve rutubet kokulu evde yaşamayı sürdürüyorum. Bir gün genç ve yakışıklı bir polis evde tuhaflık olduğunu sezinleyip kapıyı çalıyor. Onu kibarca eve soktuktan sonra öldürüyor ve mutfakta yanan odun sobasına atıyorum. Bir süre hayatın akışına kapılıp sokakları dolaşıyorum. SOnrasında tuhaf bir istekle yeniden Türkiye'ye dönme planları  yapmaya başlıyorum. O gün için geldiğim tekneyle ve geldiğim kadroyla yeniden denize açılabileceğime dair bir isimsiz mektup alıyorum. Ertesi sabah uyandığımda ve evden çıkmak üzere hazırlanmak için çantama uzandığımda sobanın geniş çekmecesinin açıklığı gözüme çarpıyor. İçinde insan vücudu parçaları buluyorum. Sonrasında görüşüm aydınlanıyor ve dostumu da öldürdüğümü fark ediyorum. Çantasına uzanıyorum cüzdanından paraları ve fotoğrafları alıyorum. İskeleye doğru koşmaya başlıyorum. O esnada hızla ufak dükkanların yanından geçerken öldürdüğüm dostumun suretini başka bir bedende görüyor ve irkiliyorum. İskelede tekneyi tam da açılmak üzereyken yakalıyorum. Benim orada olmamı beklemediklerini yüz ifadelerinden anlayabiliyorum ve bir parça tedirginlikle yol almaya devam ediyorum. Nihayet ülkeye vardığımızda htüm bunlar hiç yaşanmamışçasına bir rahatlık ve huzurla ve elbette ki gülümseyerek insanların arasına karışıyorum.

Lütfen söyleyin çok sevgili Monsieur Poirot;
Sizce bu bir cinayet öngörüsü olabilir mi?
Yahut deliriyor muyum?


                                      Lady Charlotte

Not: Tuhaf bir rüya gördüm ve onu Poirot'ya yazdım. Burada mektubu yazan kişi Lady Charlotte benim takma adım. Belki bu sıra biraz fazla Agatha Christie izliyor olabilirim :)

'Hercule Poirot can't die...'
 

13 Eylül 2014 Cumartesi

Güneş buluta girdi, güneş buluttan çıktı!

 Fotoğraf: Tumblr'dan alıntıdır

Güneş buluta girdi, 
Biraz kasvetli oluyor bazı sabahlar, özellikle de kışa yaklaştığımız şu günlerde. Sabahları olmazsa eğer günün bir bölümünde mutlaka, kaçıyor güneş, dinlenmeye...

Zaman su gibi akıyor, hafif bulanık, durgun bir su gibi, hoş bir edayla, kandırarak!

Günler rutinde ilerliyor, iş-ev, ev-iş ve arada gereksiz detaylarla. Aslında en anlamlı olan şey hala hatırlayabiliyor olmak, nefes alabilmek ve konuşabilmek. Buraya da yazmasam zaten şu sıra hiç yazamayacağım bir yerlere. 

Üç günde koca bir kitabı yuttum, ağladım, umutlandım okurken. İçimdeki odaları keşfettim ve kendime bir oda seçmeye niyetlendim. Herkesin kendi için bir odası olmalı elbette dedim durdum, ne iyi geldi bana Okyanus Odalar

Alalı epey olmuştu aslında ama bir özel zamanı olacağını hissettiğim için tutuyordum onu, çünkü bir kere başlamak istediğimde yok dedim bugün değil! Şimdi tam da ihtiyacım olan zamanda gelen kıymetli bir arkadaş gibi oldu bana. 

Güneş buluttan çıktı,
Her yerimi ısıtıyor ya en çok onu seviyorum. Bazen o altın hüzmelerinin iliklerimden yayıldığını hissediyorum. Çoğu zamansa sadece ışık oluyor önüme, ama ben en çok durup onunla ısınmayı seviyorum. Bir de her şeyi bambaşka gösteriyor gözlerime, yapraklar parıldıyor, taş yeniden şekilleniyor sanki, bir de daha net görüyorum etrafımı tabi. Bir kitabı alıp da güneşe uzanmak gibisi yok, ona uzanıyorum ama değmiyoruz birbirimize, varlığımızı bilmemiz yetiyor. 

7 Seneyi geçiyor ben hala bu ülkede bir haftasonu mevhumu olmadığını anlatamadım içime. Öyle ya 7 senedir sadece yerimde sayıyorum 1,2,3,4,5... Sayıların bir şeylere yaradığını bile unutuyorum bazen çünkü benim işim hep kelimelerle. Hoş, ruhumu kelimelerden kurduğumu hep biliyordum zaten, o annemle babamın ilk kelimelerinden, bana hayat verecek olan en kıymetlileriyle.

Güneş yine buluta girecek bugün, ama yeniden çıkacak. Ben onu bekliyor olacağım, içimdeki yaz sevinciyle, bazen buruk bir özlemle, kimi zaman hüzünle ama en çok da suya hasret ruhumun kırıklarıyla, geçmiş anılarımla ve umutlarımla.

Hah işte geliyor güneş...
Ben daha yakınlaşayım iyisi mi ona!

6 Eylül 2014 Cumartesi

Cezayir'de zaman durduğunda

 Fotoğraf: backtoalger.tumblr.com

Zamanın durmasından ziyade geriye gitmesini arzu ediyorum çokça. Yine de bir kereliğine de olsa duruşuna şahit olabilmeyi isterdim. Fotoğrafları dikkatle incelemeyi, bana ait olmayanların dünyasına gizlice sızmayı her zaman çok sevmişimdir. Cezayir ile ilgili olanlara ayrıca ilgi duyuyorum ama. Çünkü Cezayir pek çok bildiğimiz yerin aksine, ayrık otu gibi kalıyor dünyanın ortasında ve bu ayrıklığı yaşadıkça daha iyi sezinliyor insan.

 Fotoğraf: flickr by yves

Renkler yanıltmasın sizi, o çeşitin içinde barındırdıkları aslında öyle sınırlı ki. Yine de kendine has elbette. Üniversitedeki en sevdiğim hocamın deyişiyle burada herşey nev-i şahsına münhasır! Boş bir bez parçasına yazılan arapça tek bir kelime bile kendi estetik duruşu haricinde başka farklı anlamlara bürünüyor.
 Fotoğraf: flickr by yves

Cezayir'in en sevdiğim taraflarından birisi havası, doğası ve güzel ağaçları. Burası başkent merkezdeki Didouche Mourad caddesi. O ağaçların altında durup dallarının sarmal yapısını dakikalarca izleyebilir insan. Hem bir şehre yeşil bu kadar mı yakışır?

 graffic foto by flickr alger

Cezayir ile ilgili düşündüğümde hep şunu söylüyorum, bir kanun çıkartmalı ve en azından başkentteki tüm binaları beyaza boyamalılar, pencerelerin pervazları masmavi olmalı. Çoğu yapı böyle ama hemen hemen hepsi Fransızlardan kalma haliyle duruyor, zamanın ortasında durmaya çabalıyor kendince. Keşke bir yenileme yapabilseler, en azından o binaları boyatsalar. Bütün şehrin çehresi değişse ve yeniden yaşama dönse! Kanun çıkartılmalı diyorum çünkü bir yaptırım olmadan böyle bir işe girişmek deveye hendek atlatmaktan zor olur. Yine de eminim böyle işler için harcayacakları zamanları yoktur!

 graffic foto by flickr alger

Keşke o ufak evlere de girebilsem bir gün. O mavi pencerenin insanda yarattığı sonsuzluk algısını deneyimlemek istiyorum delice. Bir mavi panjurun ardında olmak nasıldır? Mavi gözlerinin olduğunu sadece aynada fark etmek gibi midir acaba?

Fotoğraf: Tumblr

Sonbaharın renkleri de yakışıyor bu coğrafya'ya. Bence aslı da bu! Çöl ile bütünleşmiş ruhu, sonbaharda yeniden kendini buluyor adeta. Yağmurlar sokakları yıkadığı gibi, evlerin duvarlarını da yıkayınca sanki yüzleri aydınlanıyor insanların, ruhları yıkanıyor belki de, belki de bu yüzden aylarca sürebiliyor yağmurlar, çünkü yıkanacak çok ruh var!

3 Eylül 2014 Çarşamba

Gitmek ve kalmak


Artık Ağustos sıcaklarını geride bıraktık. Aslında görünürde veya hissedilende çok büyük değişiklikler olmadı, sessizce sonbahar mevsimine adım attık. Sonbahar yaprak dökümü demek. Bir yaprak dökümü de yaşadık kendi içimizde. Senelerdir burada aynı havayı soluduğumuz, aynı telaşları yaşadığımız, aynı yalnızlıkta bir olmaya çalıştığımız arkadaşlarımız, eylül ayının ilk gününde kesin dönüş yaptılar vatan toprağına.

Bir süpermarket alışverişinde aldığımız metal pano, durumu en güzel şekilde özetliyor aslında. Soğuk metal kapı kapandı. Ellerimizle boyadığımız o duvarlar, kapı belki bir başkası açana dek kapandı. Onlar adına sevinirken, kendi adımıza üzülüyoruz şimdi. Düşününce her yerde birlikte geçirdiğimiz zamanlar, her sözde tatlı hatıralarımız kaldı.

Gitmek aslında daha kolay. Çünkü gittiğinde zaman sana dönüyor, senin lehine davranıyor biraz. Heyecan, telaş ve mutluluk karmaşası oluyor. Kalansa devam ediyor bir şekilde, başbaşa kaldığı hafızasıyla. Şimdi hep onlar için mutlu olmak tesellisi başrolde. Kimi zaman durup düşünüyorum da yalnızlığa alışmak kolay ama bir defa yalnız olmaktan vazgeçtiğinde yeniden yaşanması zor bir süreç. İki sene bir tane bile kadının olmadığı bir köy şantiyesinde nasıl kalmışım? Şimdi yalnız kalmaktan o denli korkuyorum ki, bazen arkama bakmadan kaçmak hissine kapılıyorum. Yine de çoğu zaman Türkiye'ye dönmek hissi daha çok korkutuyor, burada bir başımıza olmaya öyle alışmışız ki...

Gitme sırası bize geldiğinde neler hissedebileceğimi deneyimledim biraz da. Hep biz gidiyormuşuz gibi geldi. Ne çok şey kalırdı aklıma, nelere üzülür nelerle sevinç gözyaşlarına kapılırdım kavradım. Biz bir süre daha buradayız, burada, olduğumuz yerde, duruyoruz! 

Can dostlarımıza, ailemizden bir parça haline gelen kader arkadaşlarımıza mutlu bir yaşama devam etmeyi diliyorum, yürekten. Su akar yolunu bulur derler, çok severim bu sözü. Hayat bizi bir yerlere götürüyor, seçimlerimiz doğrultusunda ilerliyoruz. Onlar için herşeyin iyi olmasını diliyorum. Daha birlikte geçireceğimiz zamanlar olacağına inanıyorum ve bu düşünceyle mutlu oluyorum. 













 İyi ki güzel anılar ve fotoğraflar var. 
Yolunuz açık olsun dostlar!