30 Mart 2015 Pazartesi

Cezayir'de 10 yıl

Hey gidi günler hey demez de ne der insan başka! Bu fotoğraf aslında 2007 yılından. Eşim 2005 yılında geldi Cezayir'e. Dün itibariyle 10. yılı doldu. Dün yazmak istiyordum ama bir sürpriz hazırlığında olduğumdan  unuttuğumu sanması için yazmak istemedim. Burada olanaklar dahilinde, elimden geldiği kadarıyla onu mutlu edecek bir şeyler yapmaya çalıştım. Güzel çilekli bir pasta, sarı kırmızı desenli güller aldım ona. Aslında Cezayir'de 10. yıl plaketi fikri son dakikada aklıma gelmeseydi daha iyi olacaktı, iyi bir hatıra olurdu diye düşünüyorum.


Bu coğrafyaya ilk adım attığım günlerdi. İkimizde nasıl toy görünüyoruz. Başımızda kavak yelleri, kalbimizde bir dolu aşk var. Hala var, iyi ki var.

Burada sıkıntılı zamanlarımız da oldu elbet, hala da oluyor ama bazen düşünüyorum da hep güzel olanları tutalım aklımızda. İleride anlatacağımız çok deli dolu maceramız oldu birlikte. 10 yıl gerçekten dile kolay. Bir ömür işte aslında! Gençliğin en güzel zamanları burada geçti gitti. Pek çok şey var daha yapmak istediğimiz birlikte, kalp kalbe, omuz omuza. Eksikliğini hissettiğimiz çok şey var ama şanslıyız çünkü sabretmeyi bildik. Şu son zamanlar artık biraz yeter yahu desek de, içimizde kendimizle duyduğumuz gurur var. Tabi çoğunluğu eşime ait çünkü o benden iki sene daha kıdemli. Benim 8. yılım dolacak Eylül ayında. Ama 8 sene de az değil elbette. 

Bu kadar özlemle doluyken, aileye memlekete hasret sorunlu bir coğrafyada yaşarken insanın bırakıp gitmemesi büyük bir başarı gerçekten, yaşamayan bilemez! 


Öyle ki artık 10. yılını burada tamamlayan birine yarı Cezayirli denmez de ne denir :) Ben de buna istinaden ona bir Cezayir elbisesi aldım, her ne kadar günlük hayatta kullanmayacağını bilsem de :) Ona buradaki zamanlarını hatırlatacak bir hatıra olsun istedim. Yakıştı da benim canıma...Çünkü o gülümserken hep kalbiyle gülümsüyor, daima...


Daha nice yıllara demeyeceğim çünkü epeyce bir yıl biriktirdik öyle değil mi? Bundan sonrası can sağlığı... Sağlıkla güzelliklerle gidelim bu şehirden, mutlu anılarla... 

Seni bu sabrından, bu özverinden ve başarından ötürü kalbimin en derinlerindeki güzel duygularımla tebrik ediyorum hayatım. Bence sana ve elbette ki bana da, bu koşullara bunca sene tahammül ettiğimiz için, çizgimizi hiç bozmadan sükunetle, saygıyla yolumuza devam ettiğimiz için madalya vermeliler!

Binbir aksiyonlu maceraya devam...

19 Mart 2015 Perşembe

İstikamet bahar


  Fotoğraf: Lazhar Neftien by Flickr

Bahar dolu öğleden sonralarını yaşamaya başladık artık. Genelde 25 üzeri dereceler görüyoruz. Sabahları serinlik hala mevcut ama öğlenleri tişörtle bile durduğumuz oluyor. Türkiye'de havalar ne zaman soğusa buraya sıcak geliyor. Oralar ile tam zıt. Böyle zamanlarda insanın aklı hep dışarılara kaçıyor. Bahçe keyfi yapmaya başladık zaman zaman. Bir de sabah kahvaltılarında kaçabilsek bahçeye harika olacak ama henüz erken. 

Rutin günler birbirini kovalasa da mutlaka değişen bir şeyler oluyor her gün. Güneş pencereden içeri adımını attığı an gülümsemeye başlıyorum. Böyle anlarda hem çalışmak hem de okumak ve yazmak daha keyifli oluyor. Yine de öğlen tatillerinde bahçede kitap okuyacağım, akşam iş çıkışlarında verandada boyama yapacağım zamanlara özlemim büyük.
 
  Fotoğraf: Lazhar Neftien by Flickr

Güneş Cezayir'i daha güzel gösteriyor. Binalar olduğundan daha gösterişli sanki ve perdelerin rüzgarda bir o yana bir bu yana oynamasını izlemek çok güzel. Sokaklar cıvıl cıvıl insan kalabalığı. Herkes pür telaş bir yerlere yetişiyor. Kediler köpekler daha güzel bakıyor. Bizim kedicik bile baharı özlemiş, hep pencereden bakmak, kuşları dinlemek ve güneşlenmek istiyor. Çamaşırları bahçeye sermeye başladığımız vakit, işte o zaman yazı adımlıyor olacağız. Bekliyoruz...

 Fotoğraf: Lazhar Neftien by Flickr

Bu fotoğraftaki otobüs yeni sayılabilecek türden. Genelde daha bakımsızlar. Eskiden yazlığa giderken bindiğimiz otobüsler geliyor hep aklıma bunları gördükçe. Yine de güzel havalarda camlardan bakan insanların yüzleri daha güleç oluyor. Renkler bahara yakışıyor. Ellerinde renkli pazar torbalarıyla gezen kadınlar, geleneksel kıyafetleriyle ağaçların altında oturup sohbet eden yaşlı teyzeler var şimdi sokaklarda. Ağaçlar çiçekleniyor ve yakında binbir çeşit meyveler salınacak etrafta genç kız misali. Ahh hele bir karpuz çıksa da evimiz şenlense.

Bu sene çok yoğun bir kış yaşamadık. Yine de yaz daha çok yakışıyor bu coğrafyaya. Biz sıcağı seven insanlar güneşe hasret eve kapanınca mutsuz oluyoruz. Bu yüzden mutluluk yakın ya heyecanlıyız. Hafta sonu da geldi çattı. Yarın haftalık tatilimiz. Eğer hava durumu yanılmıyorsa biraz kapalı ama sıcak bir hava olacakmış, 28 derece gösteriyor. Fırsattan istifade koltuğumuzun kılıfını ve süngerini yıkadık, güneşte kurumaya bıraktık. Suyla oynamayı özlemişim, bahçe de tertemiz oldu. Biraz renklenmek, çiçeklenmek gerek. 

Herşeye rağmen mutluluğa çabalamaya devam...

14 Mart 2015 Cumartesi

Anneannemin 90. doğum günü


Benim canım anneannem. Mart ayının 12. günün onun doğum günüydü. Annemden fotoğraf bekledim pastasını üflerken yollasın da onu da koyayım sayfama diye ama artık çok yaşlandığı ve Alzheimer başlangıcı olduğundan dolayı doğum günü kutladıklarını bile fark etmemiş. Yolladığı fotoğrafta gözleri kapalı uyuklar bir haldeydi. İçim o haline koymaya el vermedi. 

Anneannem 1925 doğumlu. Beni o ve babaannem büyüttüler. Çok güzel anılarımız oldu her daim. Yazları onunla kefken'de geçirirdim, öyle güzel zamanlardı ki. 

Zor bir hayat geçirmiş aslında. Genç yaşta kocasını kaybetmiş ve iki kız evladıyla başbaşa kalmış. Çok anısı vardır o zor zamanlara dek anlattığı, ekmek bulamadıkları zamanları, askerlerin kapıya ekmek getirdiğini. Genç bir kadın olarak yalnız diye korktuğunu. Çok cesur ve cabbar bir kadınmış aynı zamanda. At üzerinde silahla koşarmış etrafta. Boşnak Ali beyin kızı Melahat deyince akan sular dururmuş. 

Ayaklı gazete derdi arkadaşlarım ona. Kapının önünden gelen geçeni doyurur, illa ağızlarına iki lokma sokmadan göndermezdi. Biraz sert ve asi bir kadındı. Önümdeki sütü veya yemeği yemeden kaldırmazdı sofradan. Küçükken öğlenleri yazlıkta kurduğu sofraları, yaptığı o leziz yemekleri hep hatırlıyorum. Öğlen uykusundan kalktıktan sonra beni balkonun üzerinde yedirmesini. 

Bir defasında yine çocuktum, denizden eve geldiğimde anneannem evde yoktu. Öyle haber vermeden de bir yere gitmezdi oysa. Meğer banyo da ayağı kaymış düşmüş komşular doktora götürmüşler. Komşuda oturuyormuş o anda da. Gittiğimde o küçücük halimle ne kadar üzülmüştüm, yalnız bıraktım evde diye ne vicdan azabı çekmiştim, o ise beni nasıl da teselli etmişti. Birlikte koyun koyuna yatardık hep, yumuşacık pamuk gibi teni vardı. Şimdi nasıl da zayıf ve güçsüz. 

Onu her zaman hafızamdaki tombik, güleç, başına buyruk haliyle hatırlayacağım. Tıpkı bu fotoğraftaki mutlu zamanları gibi. Benim sarı papatyam derdi bana hep, şimdi bana bakıp tanımaya çalışıyor. Bazen eski günlerdeki gibi kızım git üzerine bir şey al üşüteceksin diyor, bazen de sen kimin kızısın diyor. Çok üzülüyorum. 

Ellerine bakıp, o buruşuk halini görüp üzülür ağlardı, ben ne hale geldim gibilerinden. Eski günleri düşünür ne acılar çektiğine ağlardı. Keşke daha güzel anılara sahip olsaydı diye düşünmüşümdür her zaman. Onu çok seven harika bir ailesi var, çok şanslı aslında ama o eski zamanları içinden bir türlü söküp atamamış her daim hüzünlüydü. 


Şimdi hatırlamayışına seviniyorum bazen, ama çocukça ve kırılgan halleri içimi acıtıyor. O tuttuğunu kopartan kadın gitti yerine muhtaç ve gözleri üzgün bakan bir kadın geldi. 

Canım anneannem, çok seviyorum seni. Doğum gününü kutladık biz de burada senden uzakta. Sen pek anlamadın senin günün olduğunu ama bizler, o senin güzel ailen hala seninle olan mutlu anılarıyla avunup seviniyor, hala herkes seni çok seviyor pişmaniye saçlım benim. 

Hafızamda hep eski halinle, o neşeli gülümseyişinle kalabilmeni diliyorum ve nice sağlıklı zamanla geçirmeni. Umarım hayatındaki tüm zorlu zamanları unutmuşsundur, keşke bizleri unutmasaydın. 

Alzheimer çok zor bir hastalık. Sevdiğin kişinin elden ayaktan düştüğünü, günden güne eridiğini görmek çok kötü ama her zaman şükretmek lazım. İnşallah daha kötü zamanlar geçirmeden ilerler günler hem senin hem bizler için. 

Doğum günün kutlu olsun hafızamdaki pamuk tenli, güzel gülüşlü, cesur kadın... Seni hep seveceğim ben. 
 

10 Mart 2015 Salı

Denizli yolunda bir güzel restoran: Erdal Restaurant

Birkaç gündür yine yazmayı erteliyorum havaların rehavetine kapılıp ve tabi işlerin yoğunluğuna. Nihayet şimdi yazabiliyorum. İstanbul'a kötü hava koşullarından ötürü inemediğimiz uçak maceramız Antalya'da son bulmuştu biliyorsunuz. Oradan araba kiralayıp ayrıldık. Denizliye gelmeden yol üzerinde bir mola verelim dedik zira hem yorgun hem de deli gibi açtık. Bilmeden, gözümüze güzel görünen bir yerde durduk. Durduğumuz gibi de ağaçların altlarında kalmış kar ile oynadık biraz. İki senedir kar görmemiş olmanın heyecanı vardı ikimizde de.


İçeri girdik üşümüş bir şekilde. Sıcak bir karşılamaydı. Her yeri ahşap kaplı sıcacık sevimli bir mekandı. Hep eski şarkılar çalıyordu Sezen Aksu, Tanju Okan. Adeta bir film sahnesinde gibi hissettik kendimizi. Böyle bir yeri ne kadar özlemiş olduğumuzu fark ettik. Bizim haricimizde herkes de mekanı çok önceden keşfetmiş belli ki, keyifle sohbet ediyorlardı. Müdavimleri olan bir yer olduğu hissine kapılmamız uzun sürmedi.



Burada cam kenarında oturduk. Hapur küpür yemeğimizi yedik :)


Sahibi Erdal bey devamlı yanımıza gitti geldi, memnuniyetimizi sordu, çok ilgilendi sağ olsun. Yemekler harikaydı. İçkili bir restorandı, yorgun olmasaydık ve gidecek km'lerimiz olmasaydı mezeler ve salatayla rakı içmek harika olurdu. Biz de o vesileyle bir önceki gün olan nişan yıldönümümüzü kutladık. Belki de hayatımızdaki en güzel yeşil salatayı, en güzel semizotu ve börülce salatasını yemiş olabiliriz. Çok aç olduğumuzdan mı acaba diye düşündük ama gerçekten çok lezzetli olduğuna sonradan kesin kanaat getirdik.

Restoran sahibi ve çalışanlar çok güzel ilgilendiler gerçekten Yemek sonrası türk kahvemizi ve sobanın üzerinde pişirdikleri kestaneleri ikram ettiler. Çok mutlu ettiler bizi.


Bu fotoğrafı web'den araştırıp buldum. Erdal İyilikçi imiş sahibi, eczacıymış kendisi. Fotoğrafta en sağda duran bey kendisi.  Web'de de restorana ilişkin hep olumlu, güzel yorumlar okudum. Giden herkes çok memnun kalmış. Biz de bunu konuşup durduk. Bir defa da arkadaşlarla gelmek lazım dedik. İzmir'e kısa bir mesafe değil elbette ama yine de gidilir. Aklınızın bir köşesinde bulunsun istedim. Yolunuz düşerse mutlaka uğrayın. 


Yemekle birlikte önümüzde serilen kağıt servisleri de hatıra amaçlı almıştım. Seçimleri çok hoşuma gitti bir şiirsever olarak. Gerçekten bu sıcaklıkta bir mekana hasret insanlar. Herkesin ellerine sağlık ve teşekkürler böyle güzel bir akşam geçirttikleri için bize.

5 Mart 2015 Perşembe

Havada dört saat ve Thy ile imtihan

Güneşli ama soğuk bir gün yine Cezayir'de. Hava iki gün evvel 27 dereceydi ve yazı derinden hissetmiştik. Sonrası malum gribal enfeksiyon oldu. Genellikle tatil dönüşlerinde hava değişiminin etkisiyle mutlaka gribe yakalanırız. Bu sefer de aynı durumu yaşadık. Havalar bir gün sıcak bir gün soğuk olunca insan ister istemez etkileniyor. 

Günlerdir yazmayı istediğim uçak maceramızı neyse ki bugün yazmaya dermanım var;


İzmir'deki son gecemizde yine her zaman yaptığımız gibi bavullarımızı kontrol edip, yiyecek bavulundaki erzakları da güzelce streç film ile kapatıp kenara kaldırdık. Sabah hava alanına vardığımızda havada yakıcı bir soğuk vardı. Zaten bir haftadır soğukların geleceği söyleniyordu ama herkes artık önceki kadar soğuk olmaz diyordu. Biz de söylenenlere istinaden biraz rahattık açıkçası. Kontuara vardığımızda asıl uçak saatimiz olan 09.00 uçağının epey rötar yapacağını ve İstanbuldan kalkacak olan Cezayir uçağına yetişemeyebileceğimizi söyledi görevli bayan. Bu sebeple bizi bir önceki uçağa aldı. Bizim için de gayet iyi olduğunu düşündük. (Keşke öyle yapmasaydık diyeceğimizi bilmiyorduk elbette)

Biliyorsunuz ki ben uçaklara hala alışamadım ve korkuyorum. 3 saatlik Cezayir uçuşuna alıştım çünkü öncesinde kaç saat gideceğimi biliyor ve kendimi ona göre hazırlıyorum. 50 dk sürecek olan İzmir-İstanbul uçağında ise bu hazırlığım elbette ki yoktu. İstanbula yaklaşırken havada biraz bekleyeceğimiz, trafik yoğunluğu olduğu söylendi. Tekirdağ üzerinde epey durakladık ve döndük. Bunu olası bir durum gibi değerlendirdik önce. Sonrasında rötar devam etti. Ha yarım saat kaldı ha 20 dk sonra ineceğiz denerek 1.5 saatten biraz fazla oyaladılar bizi. O sırada ikramlar yapıldı. İlk bekleyişler sakindi ama zaman geçtikçe türbülanslar oldu ve sallanma arttı. Herkes tedirgin oldu. Hatta uçakta bulunan Arap bir kadın epey söylendi, bu da bizi demoralize etti epeyce. Pilot hep ineceğimiz üzerine anonslar yaptı. 2 Saatin sonunda İstanbul'a inemeyeceğimizi, biz havada tur atarken de dönüş yapan diğer uçakların yakın bir havaalanı olan İzmir havaalanını doldurduğunu, bu nedenle Antalya'ya gitmemiz gerektiğini söyledi. İstanbul havaalanına inmeyi hiç denemedi diyebilirim sadece tur attı. Böyle olması daha iyiymiş aslında, çünkü inmeyi deneyip sonrasında gaza basarak hızla devam etmesi daha kötü bir etki yapıyormuş yolcularda. 


Bir buçuk saat daha havada kalarak Antalya havalimanına indik. Orada hava günlük güneşlikti. Tabi ne yapacağını kimse bilmiyordu ve havaalanı epey kalabalıktı. İstanbula inemeyen tüm uçaklar diğer havaalanlarına yönlendirilmişti. Ailelerimiz çok merak etmişler. Hava indirme kaldırmada çalışan bir yakınımız sayesinde uçağımızın inemediğini ve Antalya'ya doğru gittiğini haber alıp biraz rahatlamışlar ama korktuğumuzu da düşünüp üzülmüşler. 


Antalya'da tam bir keşmekeş vardı. Ne yapacağımızı anlamak için Thy Satış ofisine yönlendirdiler bizi. Satış ofisinde tam 3 saat kuyruk bekledik o yorgunluk ve stresin üzerine. Tabi kendilerince yardımcı olmaya çalıştılar belki ama biz sonuçtan hiç memnun kalmadık. Ertesi günkü uçuşlar da iptal olmuştu. Günlerden Çarşambaydı ve Perşembe de uçamayacağımız garantilenmişti. Bu sırada tabi Cezayir uçağı da İstanbul'dan havalanamadı. Satıştaki bayan Cuma gününe kadar otelde bizi konuk edebileceklerini ama cuma günü de uçuşun garanti olmadığını söyledi. Biz de hava durumuna bakıp Cumartesi gitmeye karar verdik. O zaman için de otel konaklaması veremiyorlarmış, Thy prosedürü olarak 3 günden sonra konaklama olmuyormuş. Bilet parasını da iade etmelerini istedik fakat biletiniz şöyle bilet böyle bilet diyerek onlarca sebebi sıralayıp 25 tl gibi saçma bir fiyat ödediler. Ne söylediysek sürekli bir prosedür bahaneleri vardı. Sabiha Gökçen'e gitmek istedik İzmit yakın diye orası için de İstanbul'dan aktarma yapmak gerekiyor dediler, tabi o da imkansız çünkü İstanbul kapalı. Antalya'da kısılı kaldık. Trenlere baktık yok, otobüsler nerede nasıl kalkıyor bilemiyoruz. Bavullar nerede onu da bilemiyoruz tabi. Bavullardan birinde peynirler zeytinler var, aklım hep onlardaydı, ya kaybolursa diye:)

Sonunda başımızın çaresine bakmaya karar verdik mecburen. Antalya bilmediğimiz bir şehir. Yaz olsa bir otele gider kalırsın ama kışın Antalya'da üç gün kalmak çok anlamsız. O üç günü ailemizle geçirmeyi tercih ederiz elbette. Biz de bavulumuzu kendi çabamızla bulup, bir araba kiralama şirketiyle anlaştık. O yol yorgunluğunun ve stresin üzerine arabayla Antalya'dan yola çıktık. Yani anlayacağınız hem uçak biletimizin parasını alamadık hem de üzerine cebimizden araba için tonla para ödedik:) Şaka gibi değil mi:)

Yollarda buzlanma ve kar yoktu allahtan. Ama -8 dereceyi gördük. 


Denizliye doğru karnımız çok acıktı. Perişanlığımızın üzerine bir de açlık binince tabi dayanamadık, ilk gözümüze çarpan yol üzerinde bir restoranda mola verelim dedik. Şansımıza harika bir yer çıktı karşımıza. (İsmini bir dahaki yazımda detaylarla birlikte yazacağım, hatırlayamadım şu an, ama  üzerinde güzel şiirler olan amerikan servislerini hatıra olarak almıştım.)
Denizli'den sonrası çok zor geçti çünkü yorgunluk tavan yaptı. Neyse ki sağ salim evimize vardık. Sabah çıktığımız eve gece dönüş yapmak bir acayipti. Tabi güzel de oldu. Herkes aaa 6 ay ne çabuk geçti de geldiniz diye espriler yaptı. Neticede stresli bir gün geçirmemize, ağlamaktan kurbağa gibi olmama rağmen iki gün daha İzmir'de kalacak olmak fikri güzeldi. O iki günde Alsancak ve Kemeraltı'na gittik. Eşim zaten koşturmaktan Alsancağa bile gidemedik diye çok üzülmüştü. Dedim ne kadar üzülmüşsün, içinde kalmış ki bak geri döndük:)

İlerde çocuklarımıza anlatacağımız bir maceramız oldu. Tabi havadayken hiç bunları düşünmüyor insan. Sanki son nefesimi verir gibi yüreğimde bir yumruk oldu havadayken. İzlediğim tüm saçma uçak kazası filmleri aklıma geldi. Hoş, çok uzun zamandır öyle şeyler izlemiyorum ama öncekileri düşünmeden edemedim. Hep hayal ettiklerim gözümün önüne geldi. Ya düşersek, ya ölürsek ailelerimiz arkadaşlarımız ne yaparlar diye düşündüm. Okuyamayacağım kitaplari, yiyemeyeceğim yemekleri, gidemeyeceğim yerleri düşündüm. Kedimi, doğmamış çocuğumu, annemin kokusunu, babamın yüzünü hayal ettim. Korkunçtu gerçekten. Eşim de neredeyse stresten uçakta sigara yakacaktım diyerek tek korkanın ben olmadığımı anlamamı sağladı. Yani korkmakta haklıymışım demek ki. 
Eğer kontuardaki görevli bayan bizi bir önceki uçağa almasaydı biz belki de İzmir'den hiç havalanmayacaktık. Bir sonraki gidişte karşıma o bayan gelince bir bir söyledim ama bunları:) Elbette güzel bir şekilde, çünkü o da böyle olacağını bilemezdi. Bu yüzden bir daha kimse bana uçak saatimi değiştirmemi söyleyemez. Bize bir tecrübe oldu aslında. Ama Thy'nin politikasını hiç hoş bulmadık. Sürekli bahaneler uydurup durmaları, bizi 3 saat o stresin üzerine kuyrukta bekletmeleri, bavul için kimsenin bir şey bilmemesi durumu sinirlerimizi yıprattı.

Bir sonraki uçak saati geldiğinde yaşadığım stresi sanırım tahmin edebilirsiniz. İstanbul'a inince derin bir ohh çektim. Cezayir'e yolculuk da bitmek bilmedi bu sefer. Gerçekten havada olmayı hiç sevmiyorum. Elimden gelse bir hafta boyunca otobüsle geze geze gelebilirim buraya. Umarım bir daha böyle bir deneyim yaşamayız ne biz ne dostlar, ailemiz veya arkadaşlarımız. 


Cezayir'de hava güneşliydi indiğimizde ama yol kenarlarında hep kar vardı.

Not: Pilot hanımın detaylı açıklama yapmayışı da insanları havadayken acayip demoralize etti. Güzel güzel anlatsalar şöyle ne olur sanki. İndik iniyoruz diye oyalayıp saatlerce havada durakladı. 

Not: Ayrıca Hac zamanı olduğu için uçakta yine kargaşa vardı. Birbirlerinin yerine oturanlar, bağıranlar, telefonlarını açanlar. Uçak içi görevlilerden hiç biri bir tek kelime Fransızca bilmiyordu yine her zamanki gibi. İngilizce ile dert anlatmaya çalıştılar. Tabi Cezayirliler de ingilizce bilmedikleri için kaga dövüş havalandık. Thy'ye sormak istiyorum acaba böyle sorunlu uçuşlarda, neden bir tane bile Fransızca bilen görevli personel olmuyor acaba? Bu kadar seçerek alıyorsanız hostesleri, bir zahmet Cezayir uçuşlarına bir iki kelam Fransızca bilen birilerini de koyun lütfen. 7 seneden fazladır gidip geliyorum. bir kere Fransızca bilen bir uçuş görevlisine denk gelmedim. Lütfen nedenini biri açıklasın? Bu kadar mı zor Fransızca anlayıp derdini anlatan birini bulabilmek?

Not: Cezayir uçağını yine en sona koymuşlar. Ayrıca uçağa girişte yine bavulları tartıyorlar. Ayrıca Cezayir uçuşlarında online check in kontuarı yok. Tüm uçuşlar kısmından da Cezayir yolcuları alınmıyor, bir bilgi de verilmiyor. İnsanlar dakikalarca sırada bekliyorlar, sonra efendim biz Cezayir uçuşu almıyoruz diyorlar. Çok aptalca. Cezayir vatandaşlarının problemli olduğunu kabul ediyorum ama bu kadar da hayvan muamelesi görmeleri gerekmiyor hem bizim hem de onların. Eminim Fransızca bilen bir iki kişi tüm sorunları konuşarak halledebilirdi. O kadar insanı, bir de bizim gibi aylarca gurbette kalan insanları, daha memleketten ayrılmadan üzmeye hakkınız yok! 

1 Mart 2015 Pazar

Pazar notları


Kasvetli, soğuk bir pazar günü. Yazdıkça yazdım yine bugün. Hiç çay içmedim. Çayın kokusunu ve acılığı bile bir başkaydı memleketimde. Sokak kahvelerindeki gibi kan kırmızı da değil hem, acayip bişey. Çay demek için bin şahit gerek!

Küçük evimce küçük kedimle uyudum biraz öğlen, hafif bir iç geçirmesiydi aslında. Kafası benim boynumda, kafam onun koynunda huzuru bulduk, içerisi de sıcacıktı. Özenle taşıdığım dut kurularından kemirdim. Dün de kendime çaktırmadan son kutu saray helvasından yedim. Yine kızarmış ekmeğin kokusu burnuma doldu sabah, sanırım en çok yanmaya ramak kalmış kızarmış ekmekleri özlüyorum bunu fark ettim. 

Yapacak bir dolu şey var, okunacak son birkaç adet kitap. Bahara çıkmadan okumam lazım diyorum. Okumazsam yazamıyorum zira. 

Bahara ilerliyoruz ağır adımlarla. Denizi göreceğiz diye heyecanlıyım ama daha çok var. Henüz eve market alışverişi de yapamadık, tırtıklıyoruz ordan burdan. 

Yeni aldığım yeşil ajandamı henüz kullanmaya kıyamadım. Başlarsam sayfalar yazarım gibime geliyor, hemen bitmesin istiyorum. Oysa daha boşta bekleyen defterler de var. 

Olur olmaz yerlerde açan sevimli çiçeklerden topladım, meğer pek çok şeye iyi geliyorlarmış temizlikçi teyze anlattı yarı arapça yarı fransızca. Suya koydum, bakalım ne kadar dayanacak. 

Şu yarısına henüz varamadığım yazıyı da tamamlasam oh diyeceğim ama sanırım bunun için önce bir şeyler yemem lazım. 

Yarın hafta başı. Hafta başladı mı çabuk bitiyor aslında, ama içindeyken bazen dakikalar bile ilerlemiyor. Yine de zamanın burasında durduğum için mutluyum. Evimi özlemiyor değilim elbet ama itiraf ediyorum gerçekten buz gibiydi içerisi. Soğuk; pek çok şeyi yapmaktan alıkoyuyor insanı. Oysa bir kek pişiresim vardı çok. 

Daha geleli bir hafta oldu ama sanki hiç gitmemişiz gibi. Fotoğraflara bakıp iç çekiyorum. Şiir kitabımı alacaktım yanıma, baktım çok ağır, vazgeçtim. Şiir kitaplarımı özlüyorum. Akşama orman kebabı varmış, belki evde bir şeyler uydururum. Uydurma yemekler hep daha güzel oluyor. 

Şimdilik bu kadar! Haftaya başlayınca şu İstanbula hava muhalefetinden dolayı inemediğimiz maceramızı yazayım diyorum. Heyecanı hala içimizde o anların ne de olsa. 

Güzel şeyler düşleyen ve yüreğiyle yazan insanlar da ölmese dünya daha iyi bir yer olurdu!
Mutlu bir hafta olsun istiyorum, yaşanan tüm kötü şeylere inatla!