27 Ekim 2015 Salı

Ekim de gidiyor


Ekim ayı da bitmek üzere. Yine internet olmadığından ötürü yazamadım bir türlü. Epey bir süre daha gelmez diyorduk ama bu sefer sorun kısa zamanda çözüldü sayılır. 5-6 günlük bir yokluk bile sinir olmaya yetiyor ama buna da razıyız. Sahile yanaşan bir gemi, denizin altından geçen fiber optik kabloları çapa atarak zedelemiş diye duyduk. Sonucunda düzeltmek epey sürer diye düşünüyorduk ama tahmin ettiğimiz kadar zor bir süreç olmadı. Yine kötü elbette bağlantımız ama idare ediyoruz. 

Geçen hafta bir defa Alger merkeze gitme şansım oldu. Trafik yoğunluğundan çok yer göremesem de istediğim bir iki yeri görme şansım oldu. Onunla ilgili de bir yazı hazırlayacağım yakında. Daha görmek istediğim birkaç yer daha var. Umarım dönmeden yeni fırsatlar yaratabilirim. Cezayir'de aslında türlü türlü güzel yerler var ama mesafeler çok uzak ve trafik insanı çileden çıkartıyor. 


Burada hayat olağan bir şekilde ilerlemeye devam ediyor. İnsanlar türlü nedenlerde sokaklardalar, koşturup duruyorlar aynı bizler gibi. Bunca senede hayatın burada yavaş ilerlediğine tanık olduk, çok doğruydu bu gözlemimiz. Ne olursa olsun hayat bizim oralardan yavaş ilerliyor. İnsanların yapılarının da bunda etkisi bence büyük. Doğalarında yavaşlık olduğundan, sanki zamanı kontrol edebiliyor gibiler. Bizim gibi dışarıdan hayatlarına adapte olmak isteyenler için aslında bir nimet. Ama içinde bilhassa yaşayanlar için eminim her şey son derece normal ilerliyor. 



Hala kış havasında değil ortam. Bazı günler yağmur delicesine yağsa da günün ortalarında yerini güneşe teslim ediyor. Akşamları serin olmaya başladı ve bazen de sabahları. Ama sabah serinliğe uyanmak hoşuma giden bir şey. Yazlıkları hala kaldırmış değilim. Üzerimize bir hırka alıp çıkabiliyoruz. Hele hele başkentin havası bizim bulunduğumuz yerden daha ılık. Böyle havalarda da dışarıda olabilmek çok güzel. Başkente gittiğimin ertesi günü kendimi yeniden aynı yerde oturuyorken bulmak garip oldu. Hayata katılmayı çok özlemişim meğer. Gün içerisinde bir yarım saat da olsa dışarının havasını içime çekmek çok iyi geliyor ama ne yazık ki her zaman elde edilecek bir fırsat değil bu. Her ne kadar alıştık da desek hala uzun süre aynı yerde bulunma hali sıkıntı veriyor. 

Tüm bunların dışında okumaya ve yazmaya devam ediyorum. Evde bir şeyler pişiriyor, bazen de bahçede oturup kuşları dinliyorum. Kuşlar öyle güzel ötüyorlar ki hiç susmasınlar diyorum. Ahh bir de denizi görebileceğim kadar yakın olabilseydim ne harika olurdu. 

Şimdi yeni bir yazı hazırlıyorum yazarı olduğum bir web gazetesi için. Onu gönderip blog için gezip gördüğüm yeni yerleri yazacağım. 

Kısa bir süre sonra görüşmek dileğiyle. 

14 Ekim 2015 Çarşamba

Gerçeğin mayası

 Fotoğraf: Algeriens-weheartit.com

Gerçeğin mayası zamandır. İçinden geçip gittiğimiz, gidip dönemediğimiz, varmak isteyip varamadığımız. İnsanın mayası da hayattır. Bir bir işler insanı, yoğurur, döver, dinlendirir veye harekete geçirir. İnsanın mayası iyiliktir. En saf haliyle doğar, büyür, gelişir ve değişir. 

Türlü türlü insanız yeryüzünde. Evrendeki bir pamuk ipliğinde yaşamaya çalışıyoruz hepimiz. Hepimiz özde aynı ve biriz. Gülümseyişlerimiz, hayallerimiz, hayatlarımız, umutlarımız aynı. Hiç bitmeyecekmiş gibi yaşıyoruz ömrümüzü ve büyük kavgalar ediyoruz birbirimizle. Dünyaya, doğaya, zamana hakim olmaya çabalıyoruz. 

Şu günlerde vatanımda olanlar içimi bir ok gibi deliyor. Deliyor ve çıkıp gitmiyor, oydukça oyuyor. Üzülmekten gayri yaptığımız belirli bir şey yok. Sabah kalkıp üzülüyor akşam yatarken üzülüyoruz, rüyalarımız bile üzgün. Bunca insanız, bunca zaman farkına varamadık. Kin, nefret, şiddet, haset, yalnızlık dolu dört bir yanımız. Bir arada kalmak, bir arada yaşamak neden bu kadar zor. 


Fotoğraf: Calvin Smith by flickr

Her coğrafya savaşlar gördü. Her insan yenildi, toparlandı, çalıştı. Herkes yaşamak telaşında. Herkes sevebilmek, devam edebilmek telaşında. Her insan özünde iyi. O iyilik nasıl oluyor da gün geçtikçe karanlığa kapılıp dönüşüyor. Karşımızda bizim aynımız olan birine nasıl bunca kötülük yapabiliyor. Nasıl başkalaştırıyor bir diğerini. Nasıl ölsün, beter olsun, daha çok ölsün diyebiliyor aklım almıyor. 

İnsanoğlu çok acayip. İnsanoğlu çok iyi. İnsanoğlu çok kötü. Çocuklarımıza nasıl anlatacağız tüm bu yaşananları. Herkese kötü mü diyeceğiz yoksa iyi mi? Kork saklan kaç mı diyeceğiz; geliş, büyü çalış ilerle mi? Bizim gibi koca koca insanların aklı kalbi almazken tüm yaşananları, o küçücük bedenlere nasıl anlatacağız?

Fotoğraf: tamesguida1965 by flickr

Dünya zaten bir ipin ucunda, yarına çıkacağımız belli değil. O karanlık ve derin evrendeki ufacık küre üzerimize kapanabilir bir gün sonra. Huzurla, hayallerle gülümseyerek yaşamak neyimize yetmiyor. İnsanlar böyle böyle mi akıllarını kaybediyorlar, düşünerek! 

Olan biten, onca ölen, onca ağlayan yalvaran insan. İnsanlığımız ne için bu halde! 

İçimizde büyük bir eksiklik var. Yiyor içiyoruz utanıyoruz, ufak şeyleri dert ediniyor pişman oluyoruz, uyudukça uyandığımıza hayıflanıyoruz. Kalbinde hala iyilik olanlar kötülere karşı bir savaş veriyor, insan insana karşı. Dünya bu kadar mı kötü, yaşamak bu kadar mı acı? 

İşte hepimiz özde aynıyız, biriz. Sen, ben ve diğerleri değil, birlikteyiz, biziz. Bunu kabul etmek, gerçeği anlamak bu kadar mı zor...İnsan nasıl bu hale geliyor? Neden bu hale geliyor? 

Adeta hayat memleketimde ikiye ayrılmış. Biz ve diğerleri. Öyle insanlar var ki daha çok ölsünler diye dua ediyor. Okudukça insanlığımdan utanıyorum. Türlü hakaretler, küfürler. Karşısındakinin de bir can, bir anne, baba, kardeş olduğunu anlayamıyor. Nasıl düzelecek ve nasıl huzura erecek bu memleket bilmiyorum. Bu fikirlerle dolu insanlar nasıl kurtulacaklar içlerindeki kinden, nefretten, şiddetten? Çok zor bir sınavdan geçiyoruz. İnsanlık sınanıyor! Eğer böyle devam edecekse hayat, dursun toptan, dönmesin istiyorum.  Duymaya, görmeye kalbim dayanmıyor. Hep birlikte ölelim ve yeniden başlayalım, huzurla, barışla! Hiç bir insan bunca kötülüğü, bunca ölmeyi hak etmiyor...

6 Ekim 2015 Salı

Cezayir'de deniz ürünleri ve balıklar

Fotoğraf: Algerie on Pinterest

Bu yazıyı uzun süredir planlıyordum. Kafamda onlarca yazmak istediğim konudan bir türlü sıra gelmemişti. Hazır da balık sezonundayken dedim ki otur ve yaz!

Türkiye'ye ne zaman gelsek, eş dost arkadaş burada ne yiyip içtiğimizi soruyor hala. Bir de tabi orada restorana falan gittiğimizde daima bir kıyaslama oluyor. Malum Türkiye'de hayat pahalı, peki burada nasıl? 


Fotoğraf: Flickr by P. Fabian

Şener Şen'in Ziya karakteri misali şu yukarıda görmüş olduğunuz deniz ürünlerinin hepsi Cezayir'de mevcut. Kalkan, laos, zargana, cipura, palamut, torik, somon, barbun, orfoz, levrek, istavrit, mezgit, sardalya. Hamsi ne yazık ki yok. Ayrıca karides, kalamar, midye (dolma olarak değil ızgara veya soslu seçenekleriyle) istiridye, pavurya, yengeç, ahtapot, salyangoz. Şimdilik aklıma gelenler bunlar ama tabi hatırlayamadıklarım da olabilir. Lou diye bir balık da yemiştim mesela. Somonu da her zaman taze olarak bulduğumuzu söyleyemeyeceğim ama bu olmadığını göstermez. 

 Fotoğraf: skyscrappercity

Bu balıkları temin etmek için sabahın erken saatlerinde yola düşmek, deniz kenarı bir yere, liman yakınına, balık pazarına falan gitmek gerekiyor. Denize yakın bir yerde oturmuyorsanız bu oldukça zor. Marketlerde, ki genelde büyük olanları harici pek olmaz, dondurulmuş olarak da bazı çeşitler var. Jumbo veya bebek karides her daim bulunuyor, ayrıca pestolu terayağlı salyangoz, dondurulmuş kalamar ve somon da sıkça bulduklarımızdan.  Yabancı marka olanlar elbette dışarıdan almaktan daha pahalıya geliyor hazır paketlenmiş olunca. Türkiye'de somonun bir dilimi ne kadar bilmiyorum ama burada bir pakette iki ince uzun dilim olarak aldığımız dondurulmuş somon pahalı bir ürün, paketi 1650 dinar yani 36 tl gibi bir rakam oluyor. Tabi o kadar ufak ki insanın dişinin kavuğuna gitmiyor diyebilirim. 

 www.sfari.com

Böyle tezgahları birkaç kez gördüm. Hatta çok acayip tanımadığım türler de gördüm. Balıktan çok anlamasam da herkesin bildiği türleri tanırım. Yılan balığı, mürekkep balığı hatta köpek balığı da bulunuyor. 

 Fotoğraf: skyscrappercity

Liman bize uzak olduğu için ben bizzat gidip limanda hiç göremedim balıkları. Ama biliyorum ki balıkların hiç biri çiftlik ürünü değil. Akdeniz olduğu için her şey çıkıyor. Zaten lezzetinden de anlaşılıyor. İstiridye hala çok anlam veremediğim bir deniz ürünü de olsa tüketiliyor. Bence ucuz olmalarının da etkisi var. Mesela Türkiye'de her şeyiyle bir restoranda yemek yeseniz, içkili olsa bir de, içinde balığı, salatası, bir iki mezesi, karidesi, kalamarı da olsa epey uçuk rakamlar da ödeyebilirsiniz. Ama burada böyle kallavi bir sofradan kalabalık bir grup olarak gidip (rakı yok şarap ve bira içkiye dahil) 10 kişiden hesaplasak 500 tl ye falan kalkabiliyorsunuz. Kişi başı 40 liraya krallar gibi deniz ürünü yiyebilirsiniz. Tabi bir de şöyle bir şey var balığı dışarıdan almak daha ucuz. Restoranlarda ister istemez fiyatlar artıyor. Bir de burada çalışan yabancıların kazançları yerel halka göre daha iyi olduğundan, o restorana girip deniz ürünü yemek kimseye koymuyor. 


Bu sahiplerinin isimlerini altına not edemediğim fotoğrafları Google'dan Djazair yazıp yabancı forum sitelerinden buldum. Lütfen sahipleri kızmasın, amacım forumlara falan ulaşmayı bilmeyenlere burası hakkında bilgi vermek. Sanırım şu fotoğraftaki solda duran kocaman şey bir köpek balığı. 


Şu şekilde dizilenler sardalya. Çok sık tüketiliyor burada. Kılçığı çok olduğu için ben pek sevmiyorum ama epey tercih ediliyor. 


 Fotoğraf: Blida fish market

Fotoğraf: Flickr by Gbeytout

Böyle güneşin alnında buzsuz falan satış yapanları da gördüm. Hatta alırken epey tereddüt etmiştim ama zehirlenmedik:) Sahil kesimine yakın yerlerde bu şekilde satış oluyor. Hemen de kapılıp alınmıyor öylece saatlerce güneşte bekliyor balıklar. Türkiye'de olsa bence kimse almaz. 

Fotoğraf: Flickr by Zedam Nabil

Bu fotoğrafın sahibinin adresine mutlaka göz atın. Çok güzel fotoğraflar çekiyor. Burası başkent liman. Tipaza, Sidi Fredj, Boumerdes, Tigzirt limanları da böyle. La Madrak denilen Zeralda yakınlarındaki liman şehrinde de çok güzel restoranlar oluyor. Gelenlerin denemelerini tavsiye ederim. 

Yeni Cezayir yazılarında görüşmek dileğiyle. 

4 Ekim 2015 Pazar

Pazar notları; Olsun varsın

 Fotoğraf: instagram/algerievuedenbas

Yarısı özenle aşağı indirilmiş eski ve yıpranmış bir panjurdan içeri doğru süzülüyor rüzgar, narin bir kuş misali. Hava yine türlü oyunlar peşinde; bir gün delicesine yakarken, ertesi gün üşütüyor. Neye elimi atacağımı şaşırdım şu son günlerde. Kalın ayakkabılar, giyecekler terletiyor, inceler üşütüyor. Hasta olmamak için büyük çaba sarf ediyoruz. Annemle babam denize girdiler bugün. Deniz çarşaf gibi. Maviye doğru attılar adımlarını ve bol bol gülümsediler. Ben de sayelerinde huzur buldum yolladıkları fotoğrafların her birinde. 

Olağan bir pazar günü işte bizim için yine. Yazmaya oturdum. Zamanı sayıyorum bir yandan. Dün çamaşırlarım rüzgarda uçmamış, sıcaktan da istifade edip hemen yenilerini yıkayıp astım. Mis gibi kokunca ev, daha bir eve benziyor. Akşam tatlı krizim tutunca da en kolayından bir mozaik pasta yapayım dedim ne kakao ne yumurta kalmış evde, bisküvi paketi elimde kalakaldım. Bakkal olsaydı hoop iniverseydim dedim içimden. Pijamalarla bakkala koştuğum zamanlar geldi aklıma. Bakkalları hep daha çok sevdim devasa marketlerden.

Fotoğraf: Alimentasyon Generale, Algerie-Wikipedia

Listeler yapıyordu ya herkes hani, bugün ben de Cezayir'den dönmeden önce yapmak istediğim şeyleri oturdum yazdım güzelce. Baktım o kadar da korkulacak gibi değilmiş, biraz gözümde büyütmüşüm. En fazla dolu dolu 3 günümü alır dedim. O da gitmek gelmekle birlikte elbette, trafik, yol vs. 

Türkiye'de yapılacakları sayacak olsam oooo sayfalarca şey yazmam gerekir. Ama şu an için sadece buraya odaklandım. Bir şekilde nasılsa su akıyor yolunu buluyor. Her şey olacağına varacak, yerleşecek, düzene gireceğiz. Asıl o telaşlar bittikten sonrası önemli, o durulma dinlenme anı bakalım nasıl olacak. Bir şehirle daha önceden hiç tanışmamış gibi yeniden tanışmak gerekecek. Bana kollarını, yollarını açacak, güzellikler sunacak mı acaba? Yoksa çetin bir savaşçı gibi savaşmam mı gerekecek onunla bilemiyorum. Aklımı kurcalayan her şeyi şu anlık erteledim, ne de olsa ertelemekte ustayız her birimiz. 

Türkiye'de başka ülkeleri tanıtmak amaçlı hazırlanan ama bir türlü Cezayir'i bulamadığımız fotoğraflı gezi kitaplarından aldım geçenlerde. Bir iki gündür onu kurcalıyorum. Daha çok fotoğraf içerenlerden de almalıyım bir tane. Bu da iyi, önerebilirim ilgilenenlere. Hem tarihi, hem bugünü anlatıyor, hem de gidip görülecek yerler hakkında bilgi veriyor, edinmek gerçekten elzem. Ben kendiminkini yazmadan önce Türkiye'de çıkmasın da diyorum bir yandan çocukça bir kıskançlıkla:)Ama kaynak olması bakımından da harika olur. Çünkü yabancı siteler haricinde kaynak bulmak epey zor, buraya gelecekler için. Cezayir herkesin aklına bir muamma, gizemli ve öngörülemez. Aslında öyle bir halinin pek olmadığını yaşadıkça anlayacaklardır. Her şehir kadar gizemi, keşfedilmeyi bekleyen pek çok detayı var, arayıp bulmak isteyene. Ama kendini kolay teslim eden bir yapısı da yok, azıcık zorlar adamı. Olsun, o hali de güzel!

Bugün de böyle geçiyor işte. Renkli kalemlerim, altı çizilecek satırlarım beni bekler. Bir de yeni yazımı bitirmeliyim. Artık yazargah.com adlı sitede de yazıyorum, hazırlığımı tamamlamanın tam sırası. İlgilenenleri, bu yeni yazı yolculuğuma da beklerim. 

Haftanızın güzel geçmesi dileğiyle.

3 Ekim 2015 Cumartesi

Ekim; acı ve hüznün bir aradalığı


Ekim ayına da vardık sonunda. Sıcak günler yerini sertçe esen rüzgarlara bıraktı. Kendimizi hayallerimize bağladığımız zamanlar diyordum bu sonbahar zamanlarına eskiden. Şimdi hayal kurmayı düşünmek bile çoğu zaman, dünyadaki kötülüğün yanında, vicdan azabı çektiriyor ben ve benim gibilere.

Dünyaya hayal etmek için gelir kimileri. Geceleri hayallerle uyur, gün içinde türlü hülyalara dalarlar, sonbahar çocukları daha ziyade. Hüzne aralanan geniş kapıları vardır düşüncelerinin. Şairin her dizesi eski yemek kitaplarındaki altın tarifler gibidir böyleleri için. Mutfağında karnabahar kızartan kadınlar ve onların olmasını arzu ettikleri tüm hayalleri esen rüzgarla gelir de beni bulur. Aklım sonbahar da hep anılara, çocukluğuma, mis gibi yemek kokan evlere, o eski adamların terzide özenle dikilmiş elbiselerine, odaların güneş girmeyen taraflarına kayar. 

Kutsal cumamızı geride bıraktık bir kez daha. Kutsal çünkü harala gürele geçen iş yaşamından sıyrılıp, kendimizi bulduğumuz en özel an'ları içeriyor. Bir zamanlar tanıdığım kutsal isimli çocuktan daha ötesi değil yani bendeki anlamı. Sobalı evimizdeki, o karıştırmayı çok sevdiğim kolilerin durduğu soğuk odadan, köydeki süt kokan çakır teyzenin pazen eteğinden daha kutsal değil. 

Bahçeye serdiğim çamaşırlarım uçuşuyor şu anda eminim, mandallamadıklarımı düşünüyorum. Kedilere örtü oldular belki de. Onların da işi zor, sokakta olan tüm diğer hayvanların olduğu gibi. Kendimi onların yerine koyunca, bir parça yemek için avaz avaz dilenmenin acısını içimde hissediyorum. Ya evde yemek pişiren bir kedi ailesi olsaydı ve ben onların kapısının önünde bağıran bir minik insan olsaydım? Öyle anlarda dünyanın tüm aç hayvanlarını çevreme toplayıp ziyafet çekmek istiyorum 7/24. Tabi bir de dünyanın tüm aç çocuklarını, adamlarını ve kadınlarını. Kedi ağlar ben ağlarım... Böyle böyle geçiyor günlerim! Elimden geldiğince hem kendimi hem onları beslemeye çalışıyorum da işte yetmiyor ne ruhuma ne sokaktakilerin hepsine. 

Herkes sonbaharda yapılacaklar listesi hazırlıyor. Ben sadece şunları yazabildim listeme, 
-şu sıralar okuyabildiğin her şeyi oku;
-gitmeden önce görmek istediğin yerlere git, amaçsızca da olsa Cezayir'in tozlu sokaklarında yürü, etrafın manzarasını beynine kazı, gerekirse hatırlamak için not al;
-eşyalarını derleyip topla ve içindeki tüm tereddütlerden arın!
-Bir de yazmak istediklerini erteleyip durma demeliyim sanırım son madde olarak...

Şimdi balık zamanı, Cezayir'in balıkçılarını yazayım en iyisi. Sonra da gidip çamaşırları toplarım.