30 Kasım 2015 Pazartesi

So(m)bahar giderken


Som; katışıksız ve içi dolu olan anlamına gelen sevdiğim bir kelime. Bir de şarkısı var sevdiğim. İçimde dizeleriyle uyandığım, zaman zaman...
'Çok şey istemem ihtiyacım var bir tebessüme' diyor. 

Dünya bunca çıldırmışken sadece bir tebessümün iyi ettiği insanlardan olmak istiyorum ben de. 

Bir zaman kayıp sözcükler oluyor ağzımda gözümü açar açmaz sabahın o ilk yakıcı ışıklarıyla, bir zaman da öyle bilindik, tıpkı eskiden olduğu gibi. Sadece iki gündür dilimde bir şarkıyla uyanmıyorum. Çünkü ağırlaşmış hissediyorum. Gün içinde onlarca sınava tutulacakmışım gibi heyecan var göğsümde. 


On gündür aralıksız yağdı so(m)baharın yağmurları. Hırçın, tehlikeli ve çıldırmış gibi. Ne varsa attı gitti önünde. Şimdi güneşe teslimiz ama aldatıcı bir güzellik olduğunu bilerek verdik ipleri eline. Yine de göğü mavi görmeyi üç kısa günde bile özlüyormuş insan bunu anladım. 

Sinekler var etrafta çamura yapışır gibi üzerimize yapışan. Evdeki yaza kaçmaya çalışan bir iki de sersem sivrisinek var. Kadınlar olağan gücüyle çalışıyor, elleri çamaşır suyu kokarak, herkes işinde gücünde. Kiminin evlenme hayalleri var her gün dile getirdiği, çekinmeden, bağırarak; kimiyse sadece aş derdinde ve yeteri kadar para. Erkeklerin çoğu da bıkmış görünüyor içinde bulunduğu yaşantısından. O bıkmışlığıyla çiğniyor ağzındaki lokmaları şaap şaap. O bıkmışlığıyla temizliyor tabağını ekmeğiyle ve ağzını doldurarak. Tüm bu bıkmışlığın içinde her güne gülümseyerek devam eden bir tek kişi var o da yaşlı bir kadın, çiçekli basma entarisiyle. Sanırsınız ki dünya onun için rengarenk bir eğlence parkı. Utanıyorum onu gördüğüm zaman yorgunluğumdan. Aslında bütün dertler üzerinde ama o hep gülümsüyor inadına.


Kasım gidiyor. Ne zaman geldiğini bile hatırlamazken hafızam çıktığı gün için minnet duyuyorum. Çünkü bugün hala yaşıyorum. Onunla hoşçakal diyorum so(m)bahar'a, umutlar ve hayaller eşliğinde.

Bu mavi panjurlu eski evlerin göğün altında parıldaması gibi durmalıyım diyorum göğün altında kendime. Yeni gelecek yıl için umutlanmaya gayret ediyorum. Bir yanım delicesine bitkin, halsiz ve 90'larında bir kadın gibi. Ne var ki diyorum şu deli dünyada yaşamaya değen. Dürtüyor öbür yanım kendine gel diye. Çünkü diyor hala aklın yerinde, sağlığın iyi ve sevenlerin var etrafında seni iyi edebilen. 

Yani işte durum bundan ibaret. Dışarıda kocaman bir gün var yaşamak için. Ya o da olmasaydı, ya göğü göremeseydik kapalı kapılar ardında kalsaydık kelimelerimizle. Şu evrende küçücük bir nokta kadar yer kaplayan dünyada insanları kapatmaya hakkımız yok yazmış bugün Nil, ne güzel yazmış, hep onlar yankılanıyor aklımda, üzülüyorum. Utanıyorum yeni başlangıçlar için heyecan duymaya! 



Burası huzurun başkenti değil elbette. Bir anlatsalar da duysanız yaşadıklarını insanların. Bir anlatsalar da kulağınıza çekinerek, ne işkenceler çektiklerini kısacak geçmişlerinde. Ama şaşırıyorum doğrusu, şu anda benim memleketimden huzurlu bir yer burası. Korkuyorum buradan adım atacak olmaya. Düşünsenize gelmekten korkuyorum. Geceleri hep türlü türlü sorular kafamda, uyku tutmuyor, üçü çeyrek geçiyor, sonra uyuyorum. Bir de hep şehir var aklımda, sokaklar, sarı pembe çiçekli battaniyeler var balkonlara asılan, bağıran satıcılar ve eski püskü arabalar. Eski arabaları yollarda görmek çok güzel, içinden geçmek gibi zamanın. Seviyorum bu eskimeyen eskiliği!


İşte öyle böyle geçiyor hayat. Günler kovalıyor birbirini. Bir bahar bitiyor,  yerine kardeşi geliyor soğuk ve sevimsiz olanı. Ama gelirken onu sevelim diye renkler de getiriyor yanında, ya da renksiz ama pamuk gibi yumuşak güzellikler. Herkes telaşta, süsleyip duruyorlar evlerini ve mis kokan yemekler pişiyor dört bir yanda. En güzeli de bu, kediler uyuyor, çocuklar koşuyorlar. Kadın olmaksa zor zanaat, içinden çıkılmıyor. 

Gideyim; biraz güneşe bakayım. Yarın yeni bir ay, yeni bir gün, güneşli. Yazayım bolca. İçimdeki enerjiyi bayat ekmeklerle değil ancak yazarak atabilirim. Yeni ay, yeni umutlar getirsin. 2015 gitsin, yerine daha iyisi gelsin, öyle umalım, öyle olsun. Olduğu kadar, olmadığı kader artık ne yapalım!

Not: Fotoğraflar web'den çeşitli forumlardan alıntıdır. 

23 Kasım 2015 Pazartesi

Çay ve hikâye

 Fotoğraf:www.pbase.com/cyrilp/kabpays

Bizim buraların manzarası aynen böyle. Son birkaç gündür havalar soğumaya başladı ve elbette ki sabahları yoğun bir sis var etrafta. Aslında güzel zamanlar, her mevsimin tadı başka. Yeşiller coştu yine, her yer alabildiğine ot. Çamların iğnelerindeki damlalar bile neşe verebiliyor insana. Böyle güzel köprülerimiz de var dağların yamaçlarında. Üzerlerinden tren geçenleri de var, yaya olarak yürünenleri de. Her yer doğaya ait, her yer kendi hikayesini anlatıyor sabah akşam. Sabah kalkıp bulutların içinden geçiyorum ve öğlen yeşil bir denize atıyorum adımımı, ofisin önündeki çimlere bir örtü sersem bir ormanın içi sanki. Oysa yazın nasıl da çorak ve sarı. 

Fotoğraf:www.routard.com

Her detayın bir hikayesi var. Böyle hissediyor insan burada yaşarken. Bir de insanların yüzleri...Sanki çoktan dünyanın her yerine yolculuk etmişler de türlü anılar toplamışlar gibi yüzleri. Kiminin kasvet dolu, kimininki alabildiğine telaşlı ve dalgalı. Kimi yaşlı, parasız, kimsesiz ama yüzündeki gülümsemeyi durduramıyor; kimiyse alabildiğine mutsuz ve huzursuz. Etraf hikayesi olan insanlarla dolu tıpkı diğer coğrafyalarda olduğu gibi aslında. Burada sadece daha gerçek geliyor bana her şey, daha az oynanmış, yalansız ve maskesiz. 

Cezayir'de en çok sevilen şey şu naneli şekerli çay sanırım. Çoğu kişinin de merak ettiği yegane şey, yemeklerden sonra. Biz de bayılıyoruz bu çaya. Aslında şekersiz de tercih edebiliyorsunuz ama çoğu yerde direk şekeri koyuyorlar içine. Ama evde yaparken şekerini azaltabilirsiniz elbette. 

Bu çay her kesimin sıkça tükettiği bir içecek türü. Yemek sonrasında hazmettirici özelliği de var bana göre. Naneli olması ferahlatıcı ve ayrıca yeşil çayla yapıldığı için sağlıklı da. Denemek isteyenler web'den de Thé à la menthe marocain(Naneli Fas çayı)veya Thé à la menthe Algerien yazarak detaylı tarif bakabilirler ama ben kısaca yazacağım. 

Fotoğraf: Pinterest

Böyle köpüklü olmasının sırrı da bu tip bir ince ağızlı demlikle oldukça yukarıdan dökülerek servis edilmesi. E tabi bardaklar ve tepsi de buraların ruhunu yansıtıyor güzelce. 

 https://www.pinterest.com/nabilabz

İlk denemem de itiraf edeyim içilmesi çok güç zift gibi acı bir çay yapmıştım. Yazık; annem, teyzem ve kuzenlerim de heves edip yaptım diye beni kıramayıp o iğrenç çayı içmişlerdi. Birkaç kere yaptıktan sonra alıştım. Aslında işin sırrı hafif bir yeşil çay almakta ve az süreli olarak ateşte tutmakta. 

Naneyi bol koyarsanız bence daha güzel oluyor ama tercih sizin. 

 https://www.pinterest.com/regi12/marokko/

Fas'ta böyle hazır olarak da satılıyor içmek isteyenler için. Yan tarafta şekersiz olanları da var. İçine hemencik kaynatılmış yeşil çayı ekleyip veriyorlar. Hem öyle çok sıcak olmasını da beklemeyin, genelde evlerde içtiğimiz çaydan daha ılık geliyor bu çaylar. Ama kendiniz yaptığınızda sıcak sıcak tüketebilirsiniz.

Thé à la menthe Algerien (Naneli Cezayir çayı)

Malzemeler;
Bir demet nane
Küp veya toz şeker
Kaynamış su
Yeşil çay

Yapılışı ise şöyle;
İstediğiniz ölçüde bir kapta kaynattığınız sıcak suyun içine, ki iyice kaynar olursa su harika olur, bir çorba kaşığı toz şeker atın. İki kaşık bile atılabiliyor, istediğiniz tada göre. Ben iki atıyorum:) Yalnız orjinalinde epey şekerli bir çay olduğunu yeniden belirteyim. (Tariflerde 4 kişilik çay için 30 küp şeker atıldığı yazılıyor genelde.) Şeker erimeye yakın bir çorba kaşığı da yeşil çay ekleyin. Şöyle bir karıştırıp ocaktan alın. Yeşil çay, hemen rengini veriyor zaten, çok bekletip demlensin derseniz acısı çıkıyor ve içilmez bir şey oluyor. Bu yüzden dakikalar çok önemli. İlk seferde olmasa da ikincisinde mutlaka tutturursunuz merak etmeyin. 

Bir demliğe naneleri koyup yıkayın. Kaynattığınız çayı süzgeçle süzerek nanelerin bulunduğu demliğe aktarın. Sonra demliği biraz yukardan tutarak ve köpürterek servis edin. İsterseniz servis edeceğiniz bardakların içine nane koyarak da bu işlemi yapabilirsiniz. Zevk size kalmış:)İşte bu kadar basit! 

18 Kasım 2015 Çarşamba

İçimden trenler geçiyor


'Garibim.
Ne bir güzel var avutacak gönlümü, 
ne de bir tanıdık çehre.
Bir tren sesi duymayagöreyim
İki gözüm iki çeşme...'

Orhan Veli


Bu haliyle sevdim ben şehrimi. Tıngır mıngır trenleriyle ve upuzun, paslı demir raylarıyla. Çocukluğumu sever gibi sevdim ağaçlarını, yollarını, eski beton duvarlarını. Binaları yok oldu zamanda, yırtıldı dantelli perdeleri tanımadıklarımın. Yok yerleri resimlerle doldurabilmeyi sevdim. Yenisi yapıldı eskinin yerine, bir iz arayıp bulamadığımda dahi geçmişten, bir zamanlar orada olanı sevdim ısrarla. Orada doğdum, büyüdüm, doğruldum, sevindim, sevildim. 

Bugün Orhan Veli geldi buldu beni, bir tren sesi geldi kulağıma ağladım. Sisinin kokusunu bile özledim dedim kendime, kendimle konuştum. Babannemin elinden tutup çarşıya giderken raylardan geçme heyecanımı duydum yeniden içimde, gizli saklı köşelerde bulduğum taşları tokaçları toplar gibi topladım her birini, beş satır şiirde.  

Memleketimi özledim. Hoş; pek kimse özlemiyor bu devirde böyle hallerini. Bir ben mi kaldım uslanmaz ruhumla dolaşan bu siyah beyaz karelerde. Az sonra geçecek sanki bir tren ve el sallayacak babannelerinin elinden tutan tüm çocuklar. Annem de hemen şuracıkta duracak, gideceğim öğlenleri yanına, fotoğrafın tam da bittiği yerde...


Annem, teyzem ve anneannem. Üç güzel insan. Yürüyorlar sokaklarda zamana gülümseyerek. Ben ailemden öğrendim memleketimi sevmeyi, hatıralarımı sevmeyi. Biz hep sevdik çünkü, yerleri, odaları, sokakları, başka yüzleri. 

İzmit, içinden trenler geçen şehrim. Hep o haliyle kalacak hatırımda ve ne zaman bu şiiri hatırlasam benim de içimden geçecek o trenler, çocukluğumla!

Not: İzmit fotoğrafları web'den alıntıdır. 

15 Kasım 2015 Pazar

Pazar notları: Suskun mavi

Fotoğraf: https://www.flickr.com/photos/redaferdjaoui/ 

Bugün pazar. Burası için çok ehemmiyeti olmayan sıradan bir gün. Böyle deyip içimden kızıyorum aslında kendime. Nitekim her gün önemli aslında, biliyorum. Çünkü bir gün daha yaşayabilmişim, nefes alabilmişim demek oluyor yenilenen gün.

Buz gibi bir hava karşıladı yine sabah bizi. Etrafta sis yoktu ama hava hafif de değildi, gri bir yoğunluk vardı sanki. Kuşlar da üşümüş olacaklar ki sessizdiler. Belki de pazar rehaveti vardı üzerlerinde, kimbilir. 

Cezayir yeni bir güne başladı doğan güneşle. Birkaç kişi kahvesini eline alıp gelmiştir işe muhtemelen. Akşama kadar özenle içtikleri o miniminnacık kağıt bardak, arabalarından indikleri andan itibaren soğumaya başlamıştır. 

Cuma günleri bu fotoğraflardaki gibi oluyor sokaklar. Bazı cumalar hariç elbette. O cumaların da özelliği nedir hiç bilemeyeceğim sanırım. Sabahın erken saatleri ve gecenin sessizliğinde kaldırımlarda sadece böcekler cirit atıyor. 

Fotoğraf:www.flickr.com/photos/wsrmatre 

Üç beş insan tanıyorum artık sokaklarda yürürken. Tabi daha çok bize yakın olan Tizi Ouzou bölgesinde. Ama bir hoşuma gidiyor ki sormayın. Bazen eşim de şaşırıyor yolda birilerine selam verdikçe. Kimi market görevlisi, kimi tezgahtar, kimi terzi veya manav; hepsi arkadaşım sanki. Yıllardır süregelen gidiş gelişler neticesinde oluşan gülümseyişlerimiz var birbirimize. Kısa sohbetler bile yapabiliyoruz kimi zaman. Hala burada olduğuma sevinir tavırlarını memnuniyetle karşılıyorum. Bunca yıl burada olduğuma inanamayanlar da var elbette. Çocukluğumda yemek yediğimiz restoranın çıkışında sakız veren yaşlı amca gibi yaptığım alışveriş sonrası hediye verenler oluyor. Kasap maydanoz veriyor hediye, züccaciye anahtarlık veriyor, sıkça gittiğimiz bir restoran lolipop veriyor hem de üzeri çiçek desenli. Para üzeri olarak sakız verdikleri de oluyor. Hatta fırına ekmek hamuru gittiğimde para almamıştı amca, çünkü şaşırmıştı. Burada kimse fırından ekmek hamuru almıyor, acımıştı sanırım bana. Bu naifliği seviyorum, bu bozulmamışlığı ve sokakların mavi suskunluğunu seviyorum.  

Fotoğraf: Tripadvisor.com.tr

Binalar asırlık sırlarıyla duruyorlar şehrin göbeğinde. Kolluyorlar birbirlerini zamanın karşısında. Yankılanıyorlar bir yandan da adeta sokakların görünmez sınırlarına çarpa çarpa. Asfalt sıcağın alnında eriyor her gün biraz daha. Belki çok değil, bu fofoğraf çekildikten dakikalar sonra dolacak meydan. Bu meydan ki mahşer kalabalığını yaşatıyor kimi zaman. Ortadaki binanın hemen önü çiçekçiler sokağı, üzerinde de tarihi bir saat var. Şehrin en güzel hali sokaklarında gizli.

 Fotoğraf: Skyscrapercity 

Göğe uzanan mavi yollar var burada. Uzun köprüler misali binalar binaları taşıyor. Yollar kimi zaman çıkmaz, kimi zaman çok kirli ama güzel yine de. Bilmediğimiz sokaklara giriyoruz bazen, keşfetmek heyecan veriyor; tabi günün aydınlık vakitlerinde daha çok. Sarı taksilerin eskiliğini seviyorum, o pahalı modellere inat bağıra bağıra yol alıyorlar şehirde. Plakaları okudukça bir devri bitiriyorum sanki, ağzım çocukça bir şaşkınlıkla açılıp öylece kalıveriyor. 

Ruhunu seviyorum her şeyden çok. Suskun mavisini, delişmen turuncusunu, haylaz sarısını ve heyecanlı yeşilini. 

Şu pazar gününde, günün adına istinaden bahçede güneşin alnına çekip sandalyemi oturdum biraz. Gönül isterdi ki çiçek dolu bir park olsun oturduğum yer. Metal levhalardan dışarıyı göremedim, göğe baktım. Göğe baktıkça açıldı gözlerim, kendimi buldum. İyi geldi taşlara dokunmak, çimeni okşamak, kirlenmek iyi geldi...

10 Kasım 2015 Salı

İçimden ne geliyorsa



Heybemde Fotoğraf blogunun sahibi Ebrar bir etkinlik düzenlemiş 

Etkinlik sondan iki önceki yazısında. Katılmak isteyen Ebrar'ın blogundaki postasından bir fotoğraf seçecek. Onun çektiği fotolara bakarak içimizden ne gelirse yazıyoruz. Ben elbette ki hemen deniz ve vapur temalı fotoğrafı seçtim. Aslında sonbahar yaprakları da uygun geldi ama kararım denizden yana oldu. 

Deep ise beni yazısında etkinlik için etiketlemiş. Bu yüzden fotoğrafa bakıyorum ve içimden nasıl geliyorsa yazıyorum. 

***

Denize yakın bir yerde güne bir kez daha  başlamak; hayatın tekrarının olduğuna inanmaktır.
Bir gülümseyişle yalana aldanmaktır...
Günün yalanlarının toplamında acı bir keman sesiyle tekrar uykuya dalmaktır. 
Bir gülü koklamak,
Bir insanı anlamak,
Bir bedeni kavramak gibi
dürüstçe ama gizli gizli sızmak bir başkasının derinlerine...
Denizi anlamak yaşamı kavramaktır bir nevi.
Rüyalarım hep mavidir benim.
Kapanırsanki tüm kapılar geceleyin üzerime uzağındayken 
başka bir hayatı devralırım...
Nöbetleşe yaşarım bir başka bedenle, susuz, kupkuru...
Anlamsızca saat başlarında uyanıp su içmek gibi hep aynı saatte denizle olabilmeyi düşlerim...
Etrafımda evler yıkılıyor gibi hani öyle biçare, yanı başımda koca bir deniz…allak bullak...
Hasretimi dile getirmek için doğru bir vakit belki ama kelimelerim benden çıkmak istemiyor sanki şu anda. Kuvvetlice çekmek hatta saçlarına asılmak gerekiyor her birinin. Sonra da acısı dinsin ve bana sessizce kendisini bıraksın diye masumca okşamak. Bazen de nabza göre şerbet vermek! Deniz bu sağı solu belli olmaz.
Kaçıyorken durmadan bir şeylerden yanıbaşımda hep o mavilik vardır.
Hep telaşlı, hep tedirgin ama hep yanımda.
Gitmesi gerekiyordu ama hiç gitmedi sadık bir dost gibi adeta...
Günler geçti fakat hep aynı gün aynı saatte orada olmak gerekiyormuşcasına geçirdim dakikaları. 
Türlü zamanlardan geçtim, kumlar yaktı ayaklarımı,  yıldızlar soğuk soğuk esti üstümde, ben genede dönmedim arzularımdan...
Hatta insanlar bile nefes verdi yanıbaşımda..
Şunu hatırlıyorum bir de; elimde mor ve hardal renginden oluşan bir eşarp sallandırıyorum rüyalarımda, denize doğru. Sonra gökdelenlere tırmanıyorum ama kapısı açık asansörlerle. Rüzgarın uğultusu sağır edercesine ağır. Biri itti beni rüyamda; sırtımda bir paraşüt ; deniz renginde.
Düşüyordum tüm devirlerden geçercesine…
Açıldı o küçük çanta ve bir çift kanat sahibi oldum bir anda… sığ bir suya düştüm..
Suda yıkandım
Ağlıyordum
Kızgındım
Korkmuştum
Ama öyle mutluydum ki
Bütün duyguları  aynı anda yaşıyordum...
O bekliyordu..
Sessizdi, gülümsüyordu ışıldayarak. Işıkla gülümseyenini görmemiştim daha önce.
Kızmak, delice haykırmak gelmişti içimden ona, bunca uzak kalışımıza.
Ama öyle mutluydum ki
Anlam veremedim içimdeki kızgınlığa...
Bir el beni itti ve sanki bambaşka bir hayatta buluverdim kendimi...
Kızamadım sarıldım sonra dalgalarına.
Yürüdüm dar geçitler boyunca...
Yüzler gördüm hiç tanımadık...
Ama güldüm, içimden geldiği gibi...
Bana ait olmayan bir tarihte yolculuk yapıyor gibi şaşkın ve ürkektim
Bekledim.
Biri beni çağırıncaya dek,
Biri beni bu rüyadan çekip alıncaya dek. Denizlerimden ayırıncaya kadar düşlediklerimi.
Çünkü sonunda uyandım. Rüyanın içinde uyandım. 
Birbirimize baktık... Etraf daha aydınlanmamıştı.
Bir hayatın rüyasından uyanmanın şaşkınlığıyla birbirimize baktık denizle ve o anda etrafta müthiş bir ot kokusu...
Karadeniz’in yaylaları sanki dibimizde..
Sonra anladık onunla düşlerimizi ortak yaşadığımızı... Yüreğim denizdi benim, ellerim, gözlerim...
Gülümsedik birbirimize...
Perdeler camdan dışarı salınmıştı mor ve hardal,
Salkım salkım dağılmıştı güneş dört bir yana..
Kızarmış ekmek kokusu odada...
Ve son...Rüyam bitti...
Kalkıp gittim sonra günü yaşamaya!

Not: Yazı bana aittir. Bir rüyayı anlatır ve denize olan bitmek bilmeyecek özlemimi.

Mimlenenler: Klio, Macera kitabım, Sebuş,  Deniz, ayrıca isteyen herkes katılabilir. Aklıma gelenler şimdilik bu blog sahipleri oldu. 

Röportaj; Cezayir'de Kadın Olmak

Madalyonun öteki yüzü; Cezayir’de kadın olmak…

'Bu yazım daha önce Bizim Darıca ve Kadının Sesi Gazetesin'de yayınlanmıştır. Burada da sizlerle paylaşmak istedim bir kez daha.'


Cezayir’de kadın deyince akıllara ilk gelenler yüzleri hüzün kaplı, derin çizgilerle yaralı olan, baskı ve şiddet gören kadınlar. Evlilik cüzdanlarında, onlardan başka eşlerin adlarının da yazılabileceği sayfaların olduğu kadınlar. Kadın olmayı; eskiden beri süregelen adetleriyle sürdürmeye devam eden kadınlar. Bunun dışında kalanlar da var elbet. İş sahibi, kariyer peşinde olan, okumuş modern kadınlar. Cezayir bu yüzden iki yönlü bir kaderi yaşatıyor kadınlara. Okuyacağınız röportaj Madalyonun öteki yüzünde yer alan modern bir kadının portresini çiziyor bizlere.

Madame Karima Cezayir’de çalışan bir kadın ve aynı zamanda iş arkadaşım. Onunla Cezayir’de kadın olmanın, anne olmanın, hayatının ve hayallerinin üzerine kısa bir sohbet gerçekleştirdik;

Sizi daha yakından tanıyabilmemiz için kendinizden bahseder misiniz?
Adım Karima Idir. İnşaat Mühendisiyim. 33 yaşındayım. Evliyim. (Şu anda eşiyle birlikte Kanada'da yaşıyor)

Nasıl bir ortamda büyüdünüz ve bu ortamın ileride size ne gibi etkileri oldu?
Tüm kardeşlerim arasında en küçük benim, dolayısıyla korunaklı bir ortamda yetiştim. Daima bana yardım edecek, tavsiyelerde bulunacak birileri vardı.

Cezayir’de yaşamak zor mu? Koşullar nasıl?
İmkânları olan insanlar için Cezayir’de yaşamanın zor olduğunu düşünmüyorum. Cezayirli kadınlar için hayat koşulları uzun zaman önce oldukça değişti.

Bir kadın olarak Cezayir koşulları nasıl? Dilediğiniz şeyleri rahatça yapabiliyor musunuz, kendinizi rahatça ifade edebiliyor musunuz?
Şahsen iyi ya da kötü istediğimizi yapabilme ve kendimizi ifade etme özgürlüğüne sahibiz.

Hayatınızda nelerin farklı olmasını isterdiniz?
Doktoramı alabilmek için eğitimime devam edebilmeyi isterdim.


Günlük yaşamınızda neler yapmaktan hoşlanırsınız?
Ailemle ilgilenmekten, iş hayatımda kendimi geliştirmekten ve son olarak da sık sık seyahat etmekten çok hoşlanıyorum.

Çocukken şu anki yaşınıza geldiğini düşündüğünüzde nasıl bir hayatınız olacağını hayal ederdiniz; şu anki hayatınız hayalinizden ne kadar farklı?
Büyüdüğümüz zaman hayatın küçükken hayal ettiğimiz gibi bir peri masalı olmadığını fark ediyoruz, ama hayatımda daha önce belirlemiş olduğum bazı hedeflerimi gerçekleştirmek için iyi yolda olduğumu düşünüyorum. Tabi bu yolda yeterince zorluk var.

Cezayir’e çeşitli sebeplerden ötürü gelmiş olan yabancılar hakkında neler düşünüyorsunuz?
Yabancılar ülkemiz için yararlı ne varsa bunlara yatırım yapmak üzere geliyorlar.

Cezayir halkının Türkler ile ilgili neler düşündüğünü kısaca özetleyebilir misiniz?
Türkler Cezayir’de bir asırdan fazla zaman kaldılar, her iki halk da aynı geleneklere ve aynı dine sahipler, zaten Cezayir’de çok sayıda Türk asıllı aile var. Dolayısıyla Türklere neredeyse ‘kardeş halk’ diyebiliriz.

Cezayir’de nelerin değişmesini istiyorsunuz?
Bürokrasinin değişmesini istiyorum.

Keşke şöyle olsaydı dediğiniz neler var hayatınızda?
Hayır hiç yok.

Yabancı haber kanallarını izliyor ve dünyanın farklı yerlerinde neler olduğunu takip ediyor musunuz?
Evet yeterince sık takip edebiliyorum. Fakat haberleri izleyecek vaktim olmadığında daha sonra internetten göz atıyorum.

Ailenizde veya yakınınızda sizin gibi çalışan başka bir kadın var mı?
Tabii ki var. Örneğin kız kardeşlerim çalışıyor.

Türkiye’nin bazı bölgelerinde kadınların çalışması istenmez. Cezayir’de kadınların çalışmalarına nasıl bakılıyor?
Daha önce belirttiğim gibi Cezayirliler ve Türkler aynı geleneklere sahipler. Dolayısıyla burada da aynı Türkiye’deki gibi. Aile ve bölgeye göre değişkenlik gösteriyor.


Cezayir’de evlilik yaşı genelde nedir? Çocuk yaşta evlilik var mıdır? Varsa siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cezayir’de bir kadın için ortalama evlilik yaşı 25-35 arasında. Genç yaşta evlilik hala var ama çok nadir. Şahsen ben genç yaşta evliliklere karşıyım, çünkü bir yandan kız küçük olduğu için evlilik sorumluluğu ile yüzleşmek için güçlü olmamakla beraber, diğer yandan evlilik; eğitimini tamamlamasına engel teşkil ediyor.

Cezayir’de bir kadından beklenen nedir ? Nasıl olması istenir?
Cezayir’de bir kadından beklenen günlük hayata dahil olabilmesi ve orada kendine bir yer edinebilmesidir. Ayrıca bir kardeş, bir eş veya bir anne olarak anlayışlı olabilmesidir.  Özellikle de iş ve özel hayatı arasında denge sağlayabilmesidir.

Genel olarak bir kadın eğitimini tamamlamak istediğinde kendisine karşı çıkan insanlar olur mu ? Çünkü Türkiye’de bazı aileler kız çocuklarının okumasına izin vermez.
Evet bu durum hala var bazı bölgelerde ama çok nadir. Zaten artık aileler de kızlarını yurt dışında eğitim almaları için cesaretlendirmektedirler.


7 Kasım 2015 Cumartesi

Ben bahçe değilim

 Fotoğraf: Flickr by Amina Seddar Yagoub 

Sabah serinliğini ve yoğun sisi uzun bir yolda yürüyerek karşılamak isterdim. Arkama baktığımda ne iz bıraktığımı görmesem de yolda olmak iyi gelirdi. O bahçenin ucunda öten minik serçeyle arkadaş olmak isterdim. Konuştukça cevap verircesine ötüyor haylaz. Belli ki onun da yanında olmasını istediği birileri var. 

   Fotoğraf: Pinterest

Ben bir bahçe değilim, olmadığımı biliyorum. Ama bir ağaç olabilirim. Tozlu yolların bittiği ve yemyeşil büyük alanlara uzandığı bir yerde, yalnız da olsa dimdik duran yıllanmış bir ağaç mesela. Dokunduğunda tozlu ve pürüzlü belki ama içinde derinliği olan ve yumuşak bir kalbi. Sonra yaprakları hışırdar ya rüzgarda ağaçların, benim de içimden söylediklerim var daima, tıpkı onun gibi. Güneşte parıldayabilirim ve yağmurda kendime çekilip hüzünlenirim.

Ben bahçe değilim evet ama kolaylıkla yeşerebilirim, büyülü bir bahçe gibi değişik renklerle donanarak.

 Fotoğraf Pinterest

Bir kedi de olabilirim mesela. Çizgili çarşafları severim ve olabildiğince uzamayı, gerinmeyi. Sıcağı severim ve de sevilmeyi doyasıya. Ayaklarımı oynatırım durduk yere ve torbaların çuvalların içlerindekileri karıştırmayı severim. Burnum iyi koku alır ve gözlerim çok iyi görmese de karanlıklarda yol alabilirim. 

                                Fotoğraf Pinterest

Bir bahçe değilim, belki de  henüz değilim ama bir deniz barındırıyorum içimde. Kimi zaman durgun kimi zamansa hırçınım. Açıklarım her zaman tehlikeli değil, lakin batırabilirim ruhumun derinliklerine kadar inenleri. Sevdiklerimi el üstünde tutarım tıpkı denizlerdeki dubalar gibi. Güneşi göremezsem her daim üşür ellerim ayaklarım, illaki ısıtacak bir şeylere ihtiyaç duyarım yaz kış. Beni sevenler için her daim geriye vereceğim sevgilerim vardır, aldıklarından fazlasıdır çoğu zaman hem de. Tıpkı denizlere bırakılan çöplerin kıyılara eninde sonunda vurması gibi. Kötüye bile dayanamaz iyilikle karşılık veririm, doğam böyle. 

Ama bir bahçe olmak isterim. Belki ailemle ve beni sevenlerle kocaman bir bahçeyimdir kimbilir. Ben bir ağaç veya ağaçta bir kedi, onlarsa rengarenk çiçekler, kuşlar hatta taşlar ve çeşmeler. Her şey bir aradayken güzel! Tıpkı kalabalık bahçeler gibi...

4 Kasım 2015 Çarşamba

Günübirlik özgürlük


Çok değil daha onbeş gün önce tattım özgürlüğün huzurunu. Hem naif hem de alabildiğine delişmendi. O gün şimdi ismi lazım olmayan bir sır gibi hafızamın derinlerinde dinleniyor. 

Sokaklar insan kaynıyordu. Çoğu pürtelaş işinde gücünde, kimisinin kafası dumanlı, az bir parçasıda hülyalıydı insanların. Binalar yaşlı bir baykuş gibi derin, dans eden sığırcıklar gibi de iç içeydi. Etraftaki bütün insanları toplasanız da binalar ve suretleri mahşer yeri yaratabilirdi kendi kendilerine. 

Çıktım ve o cümbüşe varmak için epey yol aldım. Öyle uzun geldi ki yol iki sigara bile yaktım. Ne çekilmez şey şu araba dolu yollar, o tıkışık alanlar. 


Onlarca kilometreden sonra sadece planladığım iki yere varabildim gönlümce. Oysa gönlüm birkaç saatte tüm Cezayiri görebilecek kadar büyük ve hevesliydi. Beklemediğim şeyse bir süredir internette karşıma çıkan bu zümrüt yeşili kubbesi olan camiyle karşılaşacağımdı. Hoş, yakın temas sağlayamasak da var olduğuna şahit olabildim. Bir başka gün buluşmak üzere dedim arabanın camından sessizce. En çok da bu hallerini seviyorum da dedim kendime Cezayir'in. Öyle karşınıza neyi çıkartacağı belli olmuyor. Bir anda bir diyardan başka bir diyara sürüklenirken buluverirsiniz kendinizi.


En sevdiğim yerlerden biri de bu Ketchoua camisi ve onun yer aldığı Casbah sokaklarıdır. Ketchoua buraya ayak bastığımız günden beri restorasyonda. Bir ara ziyarete açıldığı olmuş diyorlar ama bilmiyorum. O kadar heybetli ve cezbedici ki. Uzaktan bile kendini hissettiriyor. Bakalım buradan ayrılmadan kucak açacak mı bize. Önceleri kilise olarak hizmet veren bu yer sonradan cami olarak kullanılmaya başlanmış. İçinin ne kadar güzel olduğunu düşünmeden edemiyorum.


Bu sıcacık özgürlük gününde denize de yakınlaşabildim. Mis gibi kokusunu içime çektim durdum dakikalarca. İnsanlar havanın güzelliğini fırsat bilip sahile atmışlar kendilerini. Bunu beklemiyordum, görünce sevinçle dolu şaşkınlık yaşadım. Ne güzel şeydir denizi sevmek ve ona yakın olmak dedim. Bu ufak deniz fenerinin olduğu sahil şeridi ziyaret ettiğimiz Palais des Rais'in arka kısmından bir görüntü. İçi harika, dopdolu, etkileyici ve tarih kokuyor. Orada bulunmak öylesine iyi geliyor ki insana, kalabilmeyi bile hayal ediyorum.


Paylaştığım yerlerin hepsi aynı güzergahta değil ama olsun. Burası son durağımız olan Sidi Yahya taraflarında bulunan eski bir bina. Belki yaşanmış ama terk edilmiş bir yer. Burayı alıp restore etmek ne kadar harika olurdu diye hala düşünüyorum. İçinde kimsecikler yok ama bir zamanlar yaşadıklarına eminim. Ürpertici gibi görünse de insanı kendine çeken bir tarafı var. Kemerli verandasındaysa acı bir kahve içmek için kurulmuş masa ile sandalye de bir zamanlar yaşanılan bir yer olduğu izlenimini veriyor. 


Casbah'a çıkan sahil yolunun paralelindeki bu cadde de oldukça güzel. Köşeyi dönen bir gölge var ve az sonra ana caddeye ulaşacak. Tüm o kocaman bulutların yanında güneşi getireceği hissine kapıldım bir an. Köşeyi güneşle beraber dönecek gibi sanki, öyle hareket ediyor adeta. Balkondaki kadınsa kim bilir ne düşüncelerle içeri adımı atıyor. Elinden bir naneli çaya veya tavuklu nohutlu kuskusa hayır demezdim sanırım o an.


Burası da gidiş yolumuzdaki bir ufak köyün içi. Bakkalın önüne açılmış ufak bir manav tezgahı. Kabaklar çıtır çıtır ve fasulyeler henüz toplanmış gibi. Teyze elinde bastonuyla plastik sepetlere vura vura siparişini veriyor, indirim konusunda da ısrarcı. 


Bu kocaman han kapısı gibi kapıların ardında kim bilir ne hayatlar yaşanıyor. Teyze kapıdan geri geri çıkıyordu. Trafikten ötürü bir süre izledim. Göründüğü gibi içeri girmiyor, kapıda eşik olduğundan belki de adımını dikkatle atıyor. Anneanem de böyle yapardı bazen, eskiden. Belki bir apartman değil de devlet dairesidir, olabilir. Çünkü sahil boyunca uzanan bu binalar genelde iş hanı olarak kullanılıyor anladığım kadarıyla. 4 numarayı bir dahaki sefer için hafızama kazıyorum özenle.


Şimdi yine döndük köhne binaların yuvasına. Burası başkente çok uzak sayılmayan, bize 20 dakika mesafedeki Tizi Ouzou şehrindeki bir bina. Burada binalar başkentteki gibi çekici değil, daha yıpranmış ve haşin. Estetik belki de sadece içeride kullandıkları bardaklardadır kim bilir!

Özgür olmak günübirlik olsa da güzel, telaşla olsa da güzel, stresli olsa da güzel. Hoş, günlerce veya aylarca hatta yıllarca dört duvarda tıkılı kalmıyoruz ama ona benzer hissiyatlarımız var içimizde barındırıp büyüttüğümüz. Yürümek, havayı solumak, insanların yüzlerini ve telaşlarını görmek güzel. Elbette bir de alabildiğine yaşamak, her koşulda, yaşamak güzel!