29 Aralık 2014 Pazartesi

Bir pazartesi gününün sonu

 
Sabah olmuş mu olmamış mı anlayamadığımız bir güne uyandık. Hava alabildiğine karanlık ve yağmurluydu. İçerideyken sanki büyük bir fırtına kopuyormuşçasına çığlık atan dış dünya, çıkınca tam da tersine sakindi ve sadece yağıyordu inceden. 

Yeni yıla girmeye az kaldı. Hala yılbaşı ağacımı kurmadım, belki bugün, belki de son gün kurarım bilmiyorum. Bu günlerde resim yapıp yazıyorum bol bol. Keki kurabiyeyi ve böreği ne kadar çok sevdiğimi tekrar tekrar keşfediyorum. 

Yeni yıla dair umutlarım var. Bir mucize olmasını beklemiyorum elbette çünkü yaşamın kendisi gerçekten koca bir mucize aslında. Sadece sağlık istiyorum, o oldu mu herşey ardından geliyor zaten, gülümsemeler, mutlu anılar, keyifli zamanlar...

Son yazımdan bir gün sonra ay bitene kadar her gün yazacağım demiştim yine sözümü tutamadım. Planladığım şeyleri yapamamak gibi bir huy edindim. Bu ayın en güzel tarafı üç adet şahane posta almamdı. Artık hala severek okuduğum bir Tezer Özlü kitabım var. Beni seven, düşünen sıcak insanların varlığını hissetmek büyük mutluluk. İşte görüyorsunuz ya koca bir ayı içine alıyor bu üç adet mutluluk zarfı. Aklımda diğer günlere dair çok da bir şey yok büyük bir rutinden başka. 

Yıllık izin yaklaşıyor. Kesin dönüş de çok uzak görünmediğinden artık yavaş yavaş fazla eşyalarımı götürmeye başladım. Burada bırakmak istemediğim ve dönerken taşıması zorluk çıkartacak şeylerimi ayırmaya çalışıyorum. Dönerken bir de elimizde kedimiz olacak çünkü. Bu ilk kedili yolculuğumuz olacak, bu yüzden epeyce endişeliyim aslında. Kutusunu sevmeyen ve böğürmekten yorgun düşen bir kedimiz var:) Nasıl zaptedeceğimi pek bilemiyorum, hem kendimi, hem duygularımı hem de kedinin çırpınışlarını...Umarım uçaktan atmazlar bizi.

Cezayirle ilgili listeler yapmaya başladım. Almak istediğim şeyler, görmek istediğim yerler ve tatmak istediklerime dair. Neyse ki almak istediklerimin listesi o kadar göz korkutucu olmadı. Gidebileceğim yerler de var listede, yani öyle pek de görmesi zor olmayan yerler. Ama bir de uzak olanlar var bakalım onlar için neler yapabileceğiz. Cezayir nasılsa bildiğimiz bir yer artık, uzun seneler tecrübe ettikten sonra belki sonraki yıllarda da gelip hatırını sorabiliriz. Zaten bir de Cezayirli gelinimiz var, artık bir ayağımız da burada sayılır. Açıkçası Cezayir'in 15-20 sene sonra nasıl bir yere dönüşeceğine dair meraklarım var, tecrübe etmek isterim. Kitabım konusunda da ziyaret edeceğime dair inancım büyük. Çünkü şu anda pek vakit ayırabildiğim söylenemez. 

Türkiye'ye yılbaşında kar gelecekmiş. Buraya da yağsın istiyorum. İzmir'deki evimi özlüyorum. Yazın yeni aldığımız fırınımı deneyememiştim, şimdi gittiğimizde hemen bir kek kalıbı alıp bir kek pişirmek var aklımda. Bazen çok gülüyorum benden başka kim Türkiye'ye gideyim de bir kek pişireyim diye düşünüyordur ki :) 

Akşama yemekte kıymalı karnıbahar yemeği varmış. Sebze olsun da çamurdan olsun. Şu nefret ettiğim kerevizi de özlüyorum ya daha ne diyeyim bilemiyorum! 

Yarın çok yağmur yağmasın, evren'den istediğim şu anda sadece bu. Bir de çilek bulabilirsem sevineceğim.
Yarın yine yazarım söz!

23 Aralık 2014 Salı

Pazar, pazartesi, salı


Bugün de akşam oldu. Her yer sessizliğe gömüldü, bir anda hemde. Onca koşturmacanın ardında ofis de bir başına artık. Boşluğun ortasında ağır gövdesiyle sakince duruyor. Hoş bir başına sayılmaz evet, ben hala buradayım ama olsun. Bazen densiz kamyonlar korna çalıyorlar kızıyorum ama sonra en azından yaşama dair bir işaret oluyorlar diyorum kendi kendime.  Çünkü yaşamın ilerlemediğini sandığım günler de oluyor. Rutinin içerisinde anlaşılmıyor dün nasıldı bugün nasıl.

Artık sabahları sisli bir güne uyanıyoruz. Uzunca bir zaman da geçmek bilmiyor o yoğun sis perdesi. Sise girerken biraz tedirgin oluyorum, kaybolacakmışım gibi geliyor ama bir kere girmeyegör sihre kapılmak gibi tuhaf bir his yaratıyor insanda. İçindesin ama farkında değilsin, bir o kadar berrak sanki etraf, bir de hafiften bir yanık kokusu çalınıyor insanın burnuna; dünden kalma kızarmış ekmek kokusu gibi aynı.


Bazen gök deliriyor. Türlü oyunlar ediyor bize, güneşi saklıyor kimi zaman, bazen de her şeyi onun ellerine teslim edercesine çekiliyor karanlık kıyılarına dünyanın. Belki de en çok böyle zamanlarda seviyorum bu coğrafyayı.  Alacakaranlık derler ya güneş battıktan sonraki ve doğmadan hemen önceki zamana, işte öyle bir an bu fotoğrafı çektiğim an, araf gibi biraz da, ne gündüz ne gece. Biraz da ben gibi...


Afrika çiçekleri derdim önceleri bu güzelliklere. Meğer burada gördüğüm pek çok çiçek aslında Türkiye'de de yetişiyormuş. Kimi zaman rast geldiğim de oldu. Yine de burada daha kendilerine has bir havaya bürünüyorlar sanki. Bir ressamın elinden çıkmışçasına muntazam ve göz alıcı gerçeklikte. Yanında da birkaç sıra portakal, limon ve turunç ağacı duruyordu ki adeta bir kamp havası veriyordu insana ortam. Öyle sıcak hisler yakalayabildiğim yerler fazla değil burada. Her yerin kendine has dokusunu severim ama içime işleyen azdır, yani yaşayıp gördüklerimin yanında azlar. Ömrümüzden günler gidiyor ya hani o yüzden işte!


Böyle bakacağım ben yarın güne, içimden öyle geçiyor şu anda. Biraz atarlı ama sevecen. Bakınca insana mutluluk da veriyor ama biraz düşündürüyor da :) Canım pisiciğim benim pek hoşlanmıyor fotoğraf çekmemden. Onun için rahatsız edici olan şeylerin arasında spreyler, elektrikli süpürge sesi, bir de fotoğraf makinesi var. Arada uğuldayan rüzgar da korkutuyor unutmayayım onu da. Şimdi gidip ona kocaman sarılacağım. Ofisten geç çıktığımda hava da kararmış oluyor artık, evde karanlıkta kalmasını sevmiyorum. Arabanın farlarını yakıp söndürüyoruz bahçeden geldik diye, hemen cama çıkıyor. İşte günün belki de en güzel anı o an oluveriyor hemen.

Pazar, pazartesi ve salı böyle hızlıca geçip gitti işte. Pazar günü yazmak çok içimden geldi aslında ama başlayıp devam edemedim. Artık haftanın bitmesine sadece iki gün kaldı diye daha mutluyum. Bir günlük tatiller dinlendirmekten çok yoruyor,  özellikle de beni. Çok fazla kitap da okuyamıyorum bu sıra ama en azından bolca yazıyorum. Yazmak belki de bana en iyi gelen şey burada. Keşke ruhuma iyi gelen şeyleri hep yakınımda tutabilsem. Bir de memleket hasreti çöktü ki omuzlarıma. Oradayken türlü bahaneler bularak uzaklaşmayı arzu ettiğim güzel İzmit şimdi burnumda tütüyor. Dile kolay bir sene oldu gitmeyeli. Sokaklarını, kocaman çınar ağaçlarını, mis gibi çıtır simitini, pofur pofur pişmaniyesini, ıslak hamburgerini, eskimeyen çocukluk anılarımı, tarihin içindeymiş gibi hissettiren eski binalarını özledim. İnsanın anıları neredeyse orası gerçekten de özel oluyormuş. Hani doyduğun yer derler ya yaşamak denen şey böyle zor olmasaydı doğduğun yerden daha mühimi olmazdı kesinlikle! Nereye gidersem gideyim kalbim hep anılarımla memleketimde olacak...

18 Aralık 2014 Perşembe

Dilek takası



Her zamanki gibi yazacak pek çok şey var aslında kafamda ama birincilik sırasını kime vereceğimi bilemiyordum, ta ki bir haber okuyana kadar. Belki de okuduğum an, yani dün yazsam daha iyi olacaktı ama fırsat yaratamadım. Böyle kasvetli, bulutlu, soğuk ve ıslak bir gün için güzel bir haber bence. İçeriğini çok bilmiyorum fakat hayalini kurması güzel. 

Ayşe Arman'nın dünkü köşe yazısında bahsedilen İmpossible adlı site dilek takası yapan bir siteymiş anladığım kadarıyla. Marka konferansı adlı bir hizmet etkinliğinin 15. yıl kutlamaları dolayısıyla çeşitli konuşmacılar davet ediliyormuş. Buradaki konuşmalarda yer alan  Lily Cole adlı kişi herşeyi karşılık bekleyerek veya para ile yapmamız gerekmediğini anlatmak üzerine bu siteyi kurmuş. Gerçekten güzel bir düşünce biçimi. Benim epey ilgimi çekti ama içeriğini henüz detaylandıramadım. Aklımda örneğin bu sene için gerçekleşmesini istediğin dileklerini siteye yazdığını ve o hayallerini gerçek edebilecek birinin sana elini uzatacağı bir kurgu yarattığımı fark ettim çocukça. Ama bu takas yöntemi ile olacak herhalde. Yani benim çok istediğim bir oyuncak varsa ve onu halihazırda elinde bulunduran bir kişi varsa benden başka bir şey alarak onu yollayabilecek. Ahhaahaa sanırım çok da buna benzer bir şey değil. Ben sadece hayalini kurmayı çok sevdim. 

Eski zamanlara dair en çok sevdiğim şeylerden biri bu takas sistemidir. Günümüzde bile kullanabileceğimiz bir şey olduğunu düşündüğüm çok zaman oluyor. Örneğin Mısır'da hala bu takas sisteminin kullanıldığını biliyorum. Oraya giden tanıdıklarımız bahsetmişlerdi. Giderken yanlarına, şu sokaklarda çoklu olarak satılan ucuz tükenmez kalemlerden götürdüklerini, bunların karşılığından oradaki sokak satıcılarından Mısır'ı anlatan minik heykelcik veya taş yahut kolye ucu gibi anı objeleri alabildiklerini anlattılar. Orada tükenmez kalem bulmak çok güçmüş ve epey ihtiyaçları oluyormuş. Oldukça hoşuma gitmişti. Bunda da bir karşılık var aslında. Tek taraflı bir sistem değil ama gözden çıkartabileceğin bir şeylerin olması veya kullanmadığın, yahut hayatında artık yer almasını arzu etmediğin şeylerin değişimi olarak bakabiliriz. Senin için çok büyük değeri olmayan bir şeyin başkası için cazip bir hediye olacağı fikri de bir gerçek.


İncelemeye değer olduğunu düşünüyorum, belki sizin de hoşunuza gider. Yine de hala çocukça hayaller kurmak hoşuma gidiyor bu konuyla ilgili. Belki Türkiye'de de böyle bir site açılabilir takas üzerine, bana iyi bir fikir gibi geldi! Ya sizce?

15 Aralık 2014 Pazartesi

Yürüdüğüm tüm o yollar

Cezayir'deki ilk yıllarımdı. İçimdeki keşfetme dürtüsüyle sokakları çocuklar gibi arşınlamak istiyordum. O kadar yabancı bir dünyadaydım ki aslında, bunu bilmek dahi engel olmuyordu hislerime. Çok zaman arabayla dolaştık hep. Sırf yürümeye korktuğumuzdan. Hani yanyana yürürüz da bir laf eden olur, hani kayboluruz, hani belki yabancılara sokaklar yasaktır diye. Cesaretimizi toplamamız uzun sürmüştü. İlk kez sokakta yan yana yürüdüğümüz gün dün gibi aklımda. Ürkek, titrek, tuhaf, adımlar hızlı. Bir şey anlamamıştım sokaklardan da insanlardan da. Aramızdan birilerinin geçmesine izin verdiğimde kaybolacağımı sanmıştık ikimizde. Onun aklı gidiyor bana bir şey olacak diye, benim de aklım gidiyor ona bir şey yapacaklar diye. Ne komikmiş düşünüyorum da onca korku!

Abarttığımı sanmayın sakın ha! Gerçekten sokakta yan yana yürümeye korkuyorduk. O zamanlar saçlarım cıvıl cıvıl da bir sarıydı üstelik. Herkes Türkiye'deyken tembihlemişti boyat da git saçlarını kaçırırlar seni orada diye. Sadece baktılar ama yemediler, yiyerek de bakmadılar, o bakışlar farklı olduğumuz içindi. Zamanla yürürken birbirimize değdik, sonra el ele tutuşmadık ama kol kola girdik, şimdi artık elini tutuyorum eşimin, onlar bize alıştı biz de onlara alıştık.

Bu bahsi geçen yer Cezayir başkent'te son derece elit bir muhit olan Sidi Yahya, Hydra denen yerdir. Çok popüler şimdilerde, mango, accesories, koton, benetton falan gibi mağazalar var. İstanbul Bağdat Caddesi gibi bir nevi. Biz orada bu hallerdeydik işte 2007 senesinde. Çünkü çok kötü hikayeler duymuştuk, korkmuştuk, korkutulmuştuk, daha toyduk!

Hala bu tip gerginlikler yaşadığımız zamanlar ve mekanlar oluyor tabi. Ne de olsa el memleketi, dile kolay herşey. Bir minik harekete bakıyor herşey işin sonunda, anında alev alabilecek bir benzin şişesi taşır gibiyiz ellerimizde. Bunu hiç aklımızdan çıkartmadan yaşıyoruz, temkinli ve olabildiğince güler yüzle, barışçıl. 

Cezayir'de farklı farklı çok bölge var. Bir yer el ele tutuşup dolaşabilirken bir yerde arabayla markete bile gidemiyor bayanlar. Bunu da yaşadım ilk geldiğim senelerde Bouira bölgesindeki şantiyemizde kalırken. Bir sıkıcı günün ortasında telefon kartı almak için markete gitmek istediğimde sokakta bir tane kadın bile yoktu ve arabayı yerle bir edeceklerini sanmıştım. Zaten oradaki iki sene boyunca bir daha hiç ne markete ne pazara çıktım, hep şantiyenin içindeydim. 

  Fotoğraf: Poulo Santos

Yani demem o ki bu tabela gerçeğin ta kendisi. Burası çöle yakın bir bölge olan Ghardaia bölgesi, tabelanın asılı olduğu yer. Orada, giden arkadaşlarımdan bildiğim kadarıyla, ulu orta kimseyle konuşamıyor, kadınları fotoğraflayamıyorsun. Gördüğünüz gibi şortlu etekli ve yanya yürümek de hoş karşılanmıyor, hatta yasak. Sanırım aileyseniz çocuğunuz varsa sokaklarda dolaşabilirsiniz demek oluyor bu tabela ve inanın ki gerçek! Benim anlattığım hikaye eskimiş olabilir ama şu zamanda da hala o yıllardaki gibi yaşayan pek çok bölge var.

  Fotoğraf: Toni Carratola by Flickr

Burası başkent Cezayir, Didouche Mourad caddesi. Yine turistik güzel caddelerden biri. Pek çok alışveriş mağazası var. Genelde bizim gibi yabancıların çok ilgisini çeken bir yer. Pek çok kereler gittim dolaştım o caddede rahatlıkla, hatta kız kıza, kol kola. Orada insanlar rahatça geziyorlar, açık kapalı, kadın erkek çocuk herkes. Böyle sokaklarda, kapı kenarlarında, yol başlarında oturan çok insan görürsünüz Cezayir'de. Hatta anlam veremediğim şekilde otoyolların refüjlerinin kenarlarında bile oturur yolu izlerler, tarlalarda otururlar yol kenarlarına bakan taraflarını seçip bir de. 

  Fotoğraf: Toni Carratola by Flickr

Burası da başkentte Postane'ye yakın bir ara sokak. Hemen karşıdaki siyah tabelanın olduğu yere, L'etalon Restoran'a gideriz zaman zaman. Güzel, küçük bir mekandır, canlı müzik de olan. Başkentteki nadir güzel yerlerden biridir. Yabancılar da sıkça tercih ederler zaten. Gece ışıklandırma olmadığından pek seçilemiyor etraf ama böyle gündüz gözüyle görmek güzel oluyor. 

 Fotoğraf: Toni Carratola by Flickr

Burası da yazının girişinde anlattığım caddenin, yani Sidi Yahya'nın o meşhur caddesinin üzerinde bulunan, severek alışveriş ettiğimiz manavımız. Şimdi giriş kısmını cam ile kapattı. Güzel sebzeler, bisküviler oluyor. Magnum buluyoruz burada, bazen kaliteli zeytinyağı, donmuş somon, ispanyol sucuğu da var. Filedeki cevizler en sevdiklerim, pikan cevizi deniyor. Elle bile ayıklanabiliyor ve şeker gibi. Türkiye'de fiyatları epey pahalı. Sanırım Cezayir'deki en sevdiğim manav burası, çünkü tam manasıyla manav diyebiliyorum. Daha önce yazdığım gibi burada manav kültürü pek yok çünkü, genelde manav tabir edilen yerlerde soğan patates ve turunçgiller oluyor sadece. Herşeyi buradaki gibi bir arada bulmak oldukça zor.

İşte yürüdüğümüz tüm bu yollar, ayak izimizin olduğu tüm bu yerler, hikayemizin en gerçek parçaları!

14 Aralık 2014 Pazar

10 günün sonunda, bir pazar günü


Fotoğraf: Tumblr

Her ne kadar kafaya takmamaya çalışsam da şu sayfanın kenarındaki arşiv kısmında bu aya reva görülen yazı sayısını görünce üzülüyorum. Oysa başlangıçta güzel ilerlediğimi düşünerek sevinmiştim. Neden böyle olduğunu anlamaya çalışsam da bir yere varamıyorum ne yazık ki. Yazmak böyle bir şey işte, kimi zaman tam manasıyla deli işi. Belki de pek çok şekilde yazmaya çalışmamdan kaynaklanıyordur. Yada bazen kelimeleri buraya uygun bulmadığımdan. 

10 gün geçti yazmayalı. Ama bu on gün sanki daha dün gibi. Hani şu an herşeye kaldığım yerden devam ediyor hissine kapıldığım gibi tam da. Verdiği sözleri tutmayan bir insan hiç olmadım. Bu yüzden blog adına her söylediğim kelime ona ihanet gibi geliyor böyle zamanlarda. Yine de anlayacağı fikrine sığınıyorum. 

Yazmak için özel bir alana veya bir köşeye ihtiyaç duyanlardanım. Güne ayak uydurup deniz kenarında, bir kafede veya başka bir evde yazabiliyorum ama mutlaka beni ona iten bir sebep arıyorum. Son zamanlarda hep aynı günü yaşıyor gibi hissediyorum. Bu yüzden yazmadığıma inanıyorum. Çünkü şu son 10 gün aslında benim için hiç geçmedi. Elbette ki şükrediyorum. Hala sağlıklı olup nefes alabildiğim için, göz kırpışlarım kadar çok şükrediyorum artık. Sanırım yaş ile ilgili bir durum bu. Eskiden bilmezdim bunu. Burada olabilmek güzel, burada, bu uzak coğrafyada güzel anılarım var benim. Yine de artık günler kimi zaman içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Beni sürekli geren insanlar var etrafımda, bir yay gibiyim adeta. Çoğu zamanda sıkılıyorum. Sıkıntı sanki doğarken kazanılan bir şeymiş gibi geliyor bana şimdilerde. 

Bugün pazardı. O da geçti gitti çabucak. Yarın pazartesi ve ardından salı. En çok perşembeleri seviyorum ben. O günün kendine has sakinliğini seviyorum. İçimdeki tek sendrom Türkiye şu sıra. Hem deli gibi oraya varmak hem de çılgınca ondan uzaklaşmak istiyorum. Çok acayip bir his. Burada herşeyin çok uzağında olmaya fena alışmışım! 

 Fotoğraf: Deviantart 

Pazar günlerine en yakıştırdığım şey yürümek, böyle sisli bir tarlanın ortasında, uzaktaki en büyük ağaca kadar yürümek istiyorum. Tenha yollarda yürümek iyidir, doğayla bütünleşip, dinleyerek yürümek güzeldir. Yazları ise o yolların sonu denize varınca anlamlanır. 

Her geçen gün kedimin hayatımdaki yeri için de şükrediyorum. O buradaki en yakın dostum, arkadaşım. Çoğu zaman beni anlarcasına elimi tutuyor, onunla ısınıyorum yeni gelen güne. Yazacak hala çok kelimem olduğu için şanslıyım. Bakalım yeni gelen gün ne getirecek. Umuyorum ki güzelliklerle gelecek, tıpkı unutmayı hiç istemediğimiz o güzel hikayeler gibi. 

Yakında yine yazarım. Cezayir'i yazarım biraz, ne zamandır yazmadım. Burası bir şehirden daha fazlası...

Ve kendime not:

 Ben de aynı onlar gibiyim aslında bir yerden bakıldığında, tıpkı o sevmediğim insanlar gibiyim!

 Ama her şekilde nereden bakılırsa bakılsın denize kıyısı olmayan insanları da sevemiyorum!

3 Aralık 2014 Çarşamba

Sahra'nın efendileri: Tinariwen




Tuaregler ile ilgili yeni bir yazı hazırlıyorum blog sayfam için ama öncesinde, yayın hayatına yeni atılan Blogger Dergisi için yazdığım yazının çıkmasını bekleyeceğim. Blogger dergisinin ilk sayısı oldukça başarılı, benim de bir yazım var ve bundan ötürü mutluyum, bundan sonra da güzel yazılar ile Cezayir'i anlatmaya devam edeceğim. 

Tesadüf eseri yeni blog adreslerini karıştırırken tanıştım bu grupla ve oldukça ilgimi çekti. Tuaregler'in yerel dilde söyledikleri bir takım şarkıları, şiirleri olduğunu biliyordum elbette ama onları profesyonel sanatçılar olarak hiç tahayyül etmemiştim, çok hoşuma gitti. Rahatlatıcı tarafı var müziklerinin ve başka kapılar açıyor insanın zihninde. 

Tinariwen grup üyeleri Berber kültürüne mensup, yerel dilleri olan Tamaşek diliyle müzik yapıyor. Kapalı bir grup olarak bildiğim tuareglerin bu sayede dünyaya açılmış olmalarına ve kültürlerini tanıtmalarına sevindim doğrusu. 1979 yılında Cezayir'in Tamanrasset şehrinde temelleri atılan bir grupmuş ve o bölge halen Tuareglerin nüfus olarak çoğunlukta olduğu bir bölgedir, çölün kapısı da diyebiliriz. 

Yaptıkları müzik türü Afrikan blues olarak isimlendiriliyormuş, kesinlikle tavsiye ediyorum. Detaylı bilgi edinmek isterseniz de burayı ziyaret edebilirsiniz. Grubun kişisel sayfası için de burayı tıklayın lütfen.




Olabilir mi, olabilir!



'-Bugün benim günüm değil ama yarın olabilir mi?
-Olabilir!'

Bugün bir yerde okudum bu deyişi. Gerçekten de güzel hissettim okuduğumda çünkü hava kasvetli, yağmur var ve üşümeyi sevmiyorum. Bu havalar yazmak konusunda genellikle benim motive etse de, yemek yapmak haricinde diğer şeyler için motivasyon sağlayamama neden oluyor. Daha çok her günü pazar günü olarak hayal etmek gibi. Elimde sıcak bir şeyler, film izlemek, kitap okumak örneğin. Ama yapmam gereken pek çok şey var. Şimdi yeni bir blog yazısı hazırlıyorum güzel bir konu: Tuareglerden oluşan bir afrikan blues grubu, ilgi çekeceğine inanıyorum. Bu çerez bir yazı olsun.

Ayrıca yaratıcı resim için kutluyorum, Marilyn ve Michael karışımı müthiş olmuş bence. Sanki böyle bir havadayım ben de bugün!