resim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
resim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mayıs 2015 Cumartesi

Verandamızda bahar halleri


Veranda'da geçiyor şimdilik bazı akşamlarımız ve eğer rüzgar yoksa cuma sabahı kahvaltılarımızı hep burada yapıyoruz. Şantiye hayatı işte, neresinden tutarsan tut bir şekilde elinde kalan bir yerleri oluyor. Malzeme eksik kalıyor, gidip istediğin şeyi alamıyorsun, bulamıyorsun. Yine de bir şekilde hayat geçip gidiyor. Veranda veranda dedim umarım çok şahane bir yer beklemiyordunuz. Burası nev-i şahsına münhasır bir yer, yani ne öyle modern ne de çok fazla eski sayılır. Mavi beyaz çizgili kumaşlar evlerin balkonlarını kapatmak için kullanılıyor genelde. Bana plaj havasını yaşattığı için pek seviyorum. Sanırım cicoz da bahçedeki kanepeyi ve kumaşı sevdi, bu sıra hep dışarda olmak istiyor. 


Bir evde her şey birbirinden farklıysa bizim oralarda çingene çadırı gibi olmuş derler. Bizim veranda da biraz öyle, biliyorum. Perdeler daha önce burada bizimle yaşayan arkadaşım Duygu'nun bıraktığı perdeler. Öğleden sonraları ve akşamın erken saatleri çok güneş aldığından oturulamadığı için elimizdeki perdeleri değerlendirelim dedim. Hem çok yol ağzı olduğu için evimiz; perdeyle kapanması da iyi oldu. Oturup kitap okumak için çok ideal bana kalırsa. Çok fazla rüzgar olduğunda perdeleri yerinde tutmak zor oluyor o da ayrı bir konu. 


Yemek yediğimiz bu masayı majorelle mavisine yeni boyadık hatta son katını henüz atmadık. Üzerinde dekoratif amaçlı kullandığımız hasır yuvarlak süsü de yine biz yaptık ve tabi masanın arkasında duran ahşap bank'ı da. Onları aşamalarıyla birlikte ayrıca yazacağım. O bankın ahşaplarını el testeresiyle keserken video bile çektik, zevkli ama bir o kadar da yorucuydu. Burada böyle hobilerle uğraşmak harika oluyor, hem zaman değerleniyor hem kendi yarattığımız eşyalarla ortam güzelleşiyor. Bambuları da eşim tutturdu mesela, kanepe olarak kullandığımız yatağı da bir yerde bulup onarıp, temizleyip boyadık. Tunus'tan aldığımız fenerler de paslanmıştı onları da elden geçirdik. 
 

Kapının içindeki mavi kısmı da yeni boyadım. Kenar çizgisi henüz boyanmadı, koyu mavi kısma desen de yapacağım bir boş vakitte. Stencil çalışmalarımız da içimizi açıyor. Daha sırada Zeki Müren, Barış Manço, Müslüm Gürses de var. Elektrik ocağımızda çay demliyoruz akşamları. Yanındaki ahşap ayaklı lambamız da bizim gibi kabiliyetli olan arkadaşımız Serkan'ın hediyesi. Ayrıca en alttaki fotoğraftaki su kabağından lambayı da o oydu ve süsledi. Eşim Yiğit ile iyi bir ikili oldular hobiler konusunda. Bazen ben onları gaza getiriyorum bazen onlar kendilerini gaza getiriyorlar ve sonuç hep iyi oluyor:) Köpek kulübesi de yaptık birlikte, şimdi bahçe hamağı için kolları sıvadık. Yiğit büyük bir titizlikle hamak için ahşapları kesmeye, yuvarlamaya, delmeye devam ediyor. Sanırım hamağın ip kısmını da hazır almayıp örecek:):)


Bu da lehim teli ile yoğun ısrarlarım üzerine yaptıkları bisikletim. Sepet kısmına zaman zaman taze kır çiçeği kopartıp koyuyorum :)Kanepenin hemen baş kısmındaki duvarda asılı.


Bu fotoğrafta bankımızı ve henüz ayaklarının boyası tamamlanmamış masamızı da görüyorsunuz. Çok rüzgarlı günlerde perdeleri bağlıyorum. Bir de sırada bankın ve koltukların üzerine yine mavi beyaz çizgili kumaşla kaplayacağım süngeri almak kaldı.


Gerçekten çok rahat bir yaşam alanı oldu bizim için. Otururken çok keyif alıyoruz. Kendi emeğimizle oluşturduğumuz güzellikler mutlu ediyor bizi. Akşamları arkadaşlar geliyor çay içiyoruz kimi zaman mangal keyfi yapıyoruz. Havalar güzel olunca kutu gibi evlere kapanmak kötü oluyor. Orada uzanıp kitap okuyor, yeni başladığım battaniyemi örüyor ve mavi masamda mektup yazıyorum. Son rötuşlar da yapılınca yeniden güzel güzel kareler yakalayacağım sizler için. 

Umarım bizim kadar siz de sevmiş, beğenmişsinizdir. Şantiye koşullarından elimizden gelen bu! 

Yeter ki huzur olsun, sağlık olsun.

7 Ocak 2015 Çarşamba

Rengarenk bir grilik


Fotoğraf: Pinterest

Yılın ilk yazısını yazıyor gibi hissetmiyorum şu an pek. Çünkü aslında günlerdir yazıyorum aklımdan.

Yılbaşı gecesini yedik bitti. Üstüne üstlük bir de üç günlük tatil yaptık ama sanki hepsi hayal gibi. Hala tatil havasından çıkmış değilim. Sanırım o hava doğarken benim üzerime kazınmış. Hiç bir zaman çalışkan biri olmadım zira ama hep amaçlarım, yapmak istediklerim oldu, hemde bolca. Yalnız üzerimden yıllar yılı atamadığım bir bezginlik de var. Bir yerlerde sanki sadece tüm bu yaptığım şeylerden çok başka bir amaç için dünyadaymışım gibi bir hissiyatım var. Çoğu zaman yaptığım her şeyin daha fazlasını yapmayı arzu etsem de bir arpa boyu yol alamıyormuşum gibi geliyor. Bu belki de hayatı kaçırıyor olduğum fikrinden ileri gelen bir duygu durumudur. Belki dönünce çabucak sıyrılırım bu durumdan. Yine de tüm bunlara rağmen dönmek istemeyen bir kişi de barındırıyorum içimde. Alışkanlıklar nasıl da kuşatmış diyorum etrafımızı. Dile kolay geçen bir 7 seneden sonra aklıma yerleştirmeye çabaladığım dönüş fikrine hala alışamadım, bunca yaklaşmışken hemde.

Artık ortam burada çok soğuk. Sabahları genellikle buz gibi bir havaya uyanıyoruz. Yine de kardan eser yok. Belki bir ümit yağar diyorum ama henüz sadece dolu yağdı. Yani demem o ki başka yerlerdeki insanlar gibi bol ışıklı, renkli ve eğlenceli yeni yıl fotoğraflarım yok. Yılbaşından bir gün önce çıktığım ufak gezintide de hiç renkli izlenimlerim olmadı. Burada her gün birbirinin tıpatıp aynısı. Ama son gün de olsa yılbaşı ağacımı süsledim ve evin en görünen köşesine yerleştirdim. Sanırım birkaç ay daha orada duracak. 

Şu sıra en çok kafamı kurcalayan şey beyaz üzerine harika kızıl desenleri olan o gördüğüm an çok sevdiğim el dokuması kilim. Yatıp kalkıp onu görüyorum ve acaba satıldı mı endişesini taşıyorum. Bir kilim için oldukça pahalı ama emeğini düşününce ben yapsam o paraya bile satamazdım diyorken buluyorum kendimi. 

Buradaki sessiz ve sakin hali seviyorum. Tuhaftır ki her geçen gün bu uzaklığın bana kazandırdığı sabıra daha çok alıştığımı fark ediyorum. Tüm o gösterişli kalabalığın ardında gizli masalsı bir dünyadan kaçmayı planlayan tuhaf bir canavar gibi hissediyorum. Oysa daha göremediğim ne çok renk ve desen var. 

Sabahları gri oluyor hava genelde. Yine de tüm o sisin içinde etraf alabildiğine renkli. Çiçekler soğukta bile açıyor inadına, etrafta güller papatyalar ve yemyeşil otlar var. İki hayatı birden yaşıyoruz burada, işte en çok onu seviyorum. 

Cezayiri anlatan güzel fotoğraflar buldum yine, yeni yazılar yazacağım. Şimdi biraz çalışayım sonra yine gelirim. Bu uzun soluklu geri dönüşlere ara vermenin vakti geldi. Okumak ve yazmak burada yalnızlığın yanında gelen iyi bir arkadaş. Hem ne demiş Kafka Milenaya Mektuplarında; '...istediğin zaman yalnız kalabilmek mutluluğun en önemli nedenlerinden biridir.' Bu sıralar favori sözüm bu, sanırım aklımdaki boş bir levhaya çakmalıyım!

3 Aralık 2014 Çarşamba

Olabilir mi, olabilir!



'-Bugün benim günüm değil ama yarın olabilir mi?
-Olabilir!'

Bugün bir yerde okudum bu deyişi. Gerçekten de güzel hissettim okuduğumda çünkü hava kasvetli, yağmur var ve üşümeyi sevmiyorum. Bu havalar yazmak konusunda genellikle benim motive etse de, yemek yapmak haricinde diğer şeyler için motivasyon sağlayamama neden oluyor. Daha çok her günü pazar günü olarak hayal etmek gibi. Elimde sıcak bir şeyler, film izlemek, kitap okumak örneğin. Ama yapmam gereken pek çok şey var. Şimdi yeni bir blog yazısı hazırlıyorum güzel bir konu: Tuareglerden oluşan bir afrikan blues grubu, ilgi çekeceğine inanıyorum. Bu çerez bir yazı olsun.

Ayrıca yaratıcı resim için kutluyorum, Marilyn ve Michael karışımı müthiş olmuş bence. Sanki böyle bir havadayım ben de bugün!

4 Kasım 2014 Salı

Beklenmedik ayrıştırıcı

 Resim: Pinterest Blue Beard, CassiaLupo

Böyle buyurdu internet!

Bir beklenmeyen ayrıştırıcı varmış hayatımda. Meğer habersizmişim, safmışım, bilmiyormuşum meğer çocuk gibiymişim; öyle hissettirdi. Çat dedi açıldı kırmızılı çizgili falan bir sayfa, hoşuma gitti, günlerdir gelmeyeni beklemek gibiydi biraz da!

O resimdeki upuzun koridor bugünlerse eğer ve ben orada ilerliyorsam, şu karşıma çıkacak olan mavi sakallı adam da ancak ayrıştırıcı olabilir. Çünkü öyle bir hali var. Hem günleri de ikiye ayırmış işte görüyorsunuz, yolları da. 

Belki o tablolardaki kadınları da ayrıştırmıştır birbirinden incelikle. Belki diğer kadınlar en baştaki kadının ayrıştırılmış halleridir. Hem kim kimi ayrıştırmıyor ki şu günlerde. Sinsice bekleyen kabuslar gibi o ayrıştırıcılar. 

Bugün çok gürültülü bir gün. Rüzgar son hızla, geceden beri esmeye devam ediyor. Dallar kırılmış, ağaçlar yorulmuş bir halde. Benim de kafam bulandı sesten. Kedim, koca gözleriyle dolaşıyor evde, rüzgardan hayaletmişçesine korkuyor. Yazık ona! Yine de kucağım da ya hep, bazen bencilce seviniyorum korkuyor da bana sığınıyor diye, seviyorum o halini. Kediler de olmasa halimiz duman. Etrafta kedi olunca mutlu oluyorum.

5 gündür yazmamışım yine, içimden gelmedi pek. Aslında hep geldi, kafamdan yazdım durdum ama klavyeyle yapamadım o işi. Bazen kafamdan o kadar çok sayfa yazıyorum ki yoruluyorum, ellerimde derman kalmıyor. Yoksa uzun aralar vermek hiç bana göre değildi. 
İnternet öyle boktan ki. Bunu artık insanlara dile getirmeye utanıyorum. Bahane oluyor gibi geliyor, oysa hayat kadar gerçek. Sayfalarca yazıp iletemeyince internet yok deyince, hadi oradan diyor içimden bir ses, yani üzülüyorum öyle değil aslında, internetsiz günlerimizi ancak burada yaşayan anlar. 

Bazen hepsi gitsin diyorum gitsin ne varsa elektrik, televizyon, su v.s öyle kalakalalım da görelim, çünkü çok sinirleniyorum. Yahu 7 senedir nedir bu internetten çektiğimiz? O kadar çok küfür eder oldum ki kendime şaşırıyorum, ayıplıyorum bu halimi. Bazen not alıyorum sırf sesli küfür etmeyeyim diye. Öyle bir defter yaptım kendime, sinirlenince küfür yazıyorum. Ahhh yazdıklarımda bir şey olsa, gören çok güler, belki de güleyim diye yazıyorum...

Havalar sıcak hala, akşamları serin sadece ama çok soğuk değil henüz. Bu halini seviyorum. Soğuğa hiç hazır değilim hala. İnatla yazlıkları kaldırmadım, kaldırasım da yok. 

Bir kek bir çayla günlerce idare ederim gibi geliyor şu günlerde aynı yazları çay ve börekle idare edebileceğim gibi. Börek açmaya mecalim yok ama olsa da yesek derdindeyim hep. Ahh canım börek ne çok özlemişim! Bir kıymalı börek uğruna kilometrelerce yol katedebilirim. Biraz enerji toplayıp açmak gerek en kısa zamanda. 

Yeni konular için notlar alıyorum. Aklıma gelmişken hep yazayım da ara vermeyeyim yine. Bir gün içinde iki yazı yazarsam diğerine haksızlık gibi geliyor. Oysa bazen çok çok yazmak istiyorum. 

Hadi şimdi sıcak çayımı içeyim de sonra yine yazayım. 
Keyifli zamanlar dilerim.

28 Ekim 2014 Salı

Güneşli bir salı ve müzik

 Fotoğraf by Swiatoslaw Wojtkowiak

İtiraf edebilirim hile yaptım. Bu yazıyı pazar gününe ithafen yazmaktı amacım, baktım salı gelivermiş. Ama doğru olan kısmı bugün de güneşli bir gün, evet, hem üzüm bağındaki amca takasıyla dolaşıyor üzüm denizlerinde. Ofiste değil yazlığın balkonundan yazıyorumdur belki de...

Pazar günü aynı bu fotoğraftaki haldeydim. Gözlerim ağır bir metale bulanmış gibiydi. Vücudum da bu sıra deli gibi yere dokunmak istiyorum. Nedense taşa toprağa çimene yatasım var. Belki dünyanın enerjisine ihtiyacım vardır, beni iyileştirmesine ve güçlendirmesine. 

İki gündür internetimiz yoktu yine. Ahh şu internet, kölesi yaptı ya bizi. Olmamasından istifade biraz mektup yazdım biraz da resim yaptım. Şimdi yine işe döndüm artık, durmaksızın yazıyorum ve hala yazacak çok şey var. Kelimeler yetse daha neleeer neleeer...

Dışarıdan tuhaf bir gıcırtı duyuluyor son yarım saattir. Biri hunharca salıncağa biniyor sanki tüm çocukluğundan yaşayamadığı o anları bir defada yaşamak istercesine. İçim gıcıklanıyor yine, hem salıncağa binmek hem de demirin kokusunu hissetmek istiyorum, tozlanmak istiyorum biraz da. 


Bahçede bir süredir duran fazla seramikler vardı. Çay demlediğimiz zamanlarda tüpten yememek için aldığımız ufak elektrikli ocağın altına koyuyorduk bu seramikleri. Beyaza boyadım önce, sonra frida geldi oturdu baş köşeye. Henüz tamamlanmadı. Daha çok yaprak çizilip boyanacak. Çok şahane olmadı ama elimdeki boyalarla ve içinde bulunduğum ruh haliyle ancak bu kadar olabildi. Fena da sayılmaz. Artık elektrik ocağının altına koyamam bunu. Evde yeni bir şey için de yer yok, ama bulacağım. Daha birkaç tane sağlam seramik var onlara da melek kızlar çizmek istiyorum belki birkaç tane de kitap. 

Daha önce pek üzerinde çalışmadığım bir proje türedi kafamda. Öykü yazmayı çok nadir denemişimdir, çok zevk alamadım, belki de başaramadığımı hissettim. Harika kurgu yaptığım da söylenemez. Ama yeni bir karakter doğdu içimde. Az biraz deli, titiz, geçmişine bağlı, pek çok sevdiğim karakterin karışımı olan bir erkek. Adı da Çetin Ceviz. Burada yayınlamaya cesaret edebilir miyim bilmiyorum ama artık ona dair birşeyler yazmayı planlıyorum. Kalemimi de biraz geliştirmek adına. Bu ismi bir anda ceviz kırarken buldum. Başkasından çalmış olmak olmasın diye de araştırdım izine rastlamadım. Ama öyle bir karakter varsa görmediğimi eklemeliyim tamamen gündelik yaşamın getirdiği sevimli bir tesadüf benim için. 

Not: Bir de yazmadan edemeyeceğim blog sayfamdaki yeni müzik listesi uygulaması var. Cezayir'in çok olmasa da Kuzey Afrika'nın, bu büyülü coğrafyanın ruhunu yansıtması maksadıyla bir müzik listesi koydum blog açılışına alt bölüme. İstediğiniz gibi durdurup ileri alabileceğiniz, şarkı seçebileceğiniz yahut kapatabileceğiniz. Pek çok insan, okuduğuma göre hoşlanmıyormuş bu tip uygulamalardan. Ben aslında güzel geri dönüşler aldım. Yine de sormak istiyorum fikirlerinizi, genel kanıya göre hareket etmek niyetindeyim. Daha çok etnik geleneksel bir model çizmeye çalışıyorum müzik listesinde, bangır bangır olmayacağına garanti verebilirim çünkü ben de okurken çok dikkat dağıtıcı müzikler dinleyemem. Bu konuda fikirlerinizi belirtirseniz memnun olurum. 

Mutlu kalın. 

2 Ekim 2014 Perşembe

En sevdiğim ay, 4 günün meydan okuması ve evrene mesajlar



Artık Ekim ayındayız. Ekim benim en sevdiğim ay, çünkü doğduğum ay. Genelde duyduğum, insanların doğdukları ayı sevmedikleri ama istisnalar elbette ki var. Ben kesinlikle sonbaharı çok seviyorum. Renkler, kokular, baharın içinde barındırdığı hüzün benim yansımam gibi hayattaki. Git gelli ruh hallerim de epey uygun bu aya. İnsan inanıyorum ki doğduğu ayın özelliklerini üzerinde taşıyor gerçekten. 

Ayı 1'i itibariyle yazmak istiyordum aslında ama malum önümüz bayram, bir bayram temizliği havasına kapıldım dün, fırsat bulamadım. Yine üşenmeyip bilgisayarımı eve taşıdım yazarım diye ama rüzgar el vermedi bahçede yazmaya. Gecenin ilerleyen saatlerinde hava epey ılıktı, bahçede çay içip gitar çaldık. O an da hiç bilgisayarı açıp ortamın havasını bozmak istemedim. Bir filme takıldım tv'de dün gece, elbette Poirot'u izledikten sonra. Eşim dışarı çıktı havayı güzel görünce, biraz pratik yapayım parmaklarım iyice nasır tutsun diyor bu sıra:) Baktım o ince melodi eve dağılıyor, sonra oturdum düşündüm bu anı kaçırmamalıyım dedim, çünkü tekrarı yok. Filmi tamamlamaktansa onunla bahçede olmayı tercih ettim, sadece durdum ve dinledim, hayal kurdum; sonra birlikte şarkı söyledik, iyi geldi. Müzik ve sevgi hep iyi geliyor!


Harika gifler var bu sitede, bayıldım :)

Kitap meydan okuması halen devam ediyor, az kaldı bitimine. Sonlara doğru sorular zorlaştı benim için ama elimden geleni yapmaya çalışıyorum. 

14. gün: Filmi çekilen ve mahvedilen bir kitap
Bunu cevaplamak zor. Genelde okumasını heyecanla ve ilgiyle bitirdiğim kitapları filmi çekildiğinde izlemeyi tercih etmem. Çünkü beklentim yüksek olur ve filmde illaki bir eksik bulurum. Patrick Suskind'in Koku adlı eserini, filme sonradan dahil olarak izledim ilk seferinde. Epey karanlık gelmişti bana film. Mahvetmemişler güzel çekmişler ama kitabı kadar heyecanla izleyemedim ne yazık ki. Dan Brown'un Melekler ve şeytanlar kitabını tuhaf bir heyecanla okuyordum, uykudan uyanarak veya bir arkadaş buluşmasından koşarak eve gelerek. Filmi güzeldi ama o hissi yaratamadı bende. Mahvedilmemiş ama hissiyatı zayıf diyelim. İlk göz ağrım kitabım Alice in wonderland'da filminde kesinlikle çuvallamış bana kalırsa. Once Upon a time bile filme 10 basar kanımca.

Ayrıca Bizim Büyük Çaresizliğimiz filmini öncesinde izleyip ardından kitabını okusam da filmi yetersiz bulduğumu ifade etmeden geçemeyeceğim.

15. gün: En sevdiğin erkek karakter 
En sevdiğim erkek karakter deyince aklıma ilk Poirot geliyor ve bir de 100 seri kitabı bile çıksa delice koşup alacağım Mentalist dizisindeki Patrick Jane. Hayatımda en sevdiğim ilk erkek karakter babam, ikincisi eşim ardından da bu beyler geliyor:) 

16. gün: En sevdiğin kadın karakter
Elbette ki Virgina Woolf'un Mrs.Dalloway'i. Belki de bir takıntı ama seviyorum. İçtenlikle yakın bulduğum, arızalı hallerini sevdiğim, hafızamda yer tutan iyi bir karakterdir. 


17. gün: en sevdiğin kitaptan en sevdiğin alıntı: Kitapla ilk tanıştığımda okuduğum ilk cümle nedenini bilmediğim bir şekilde içime ağır bir taş gibi çöküp kalmıştı. Daha pek çok alıntı yapmak isterim elbette ama şu an gönlümden geçeni bu!


Bu sıra epey konuşuyorum kendisiyle. O koskocaman haliyle beni ne kadar duyabiliyor bilmiyorum ama o da kendince sinyaller gönderiyor diyelim. Geçen akşam eve gitmeden önce yemekhaneye uğradım acaba ne yemek var diye. Ofis yolundan dönüp, yemekhanenin yokuşunu inmeye yakın aklımdan karpuzun mevsiminin geçtiğini, artık yiyemeyeceğimi düşündüm. Kavun kışın bile kalıyor, tarlalar hala kavun dolu ama epeydir karpuz yemiyorduk. Nereden  bilmiyorum ama düşüverdi işte bir anda aklıma. Yemekhanedeki aşçıya akşama ne var dediğimde direk yemekten önce çok harika karpuz var bal gibi ve kıpkırmızı dedi! Şaşırdım. Sanki az evvel dile getirdiğimi evren ona pıt diye hemencik ulaştırıverdi. Birkaç seferdir bunun gibi benzeri durumların içerisinde buluyorum kendimi. Epey hoşuma gidiyor ama bazen düşüncelerimden korkuyorum, sanki hepsi olacak gibi. Deniz kenarında oturmak istiyorum biraz, dalgaları izlemek, acaba olur mu evren? Aaa bir de kitabım için biraz ilhama ihtiyacım var bocalıyorum lütfen yardım et!

 Görsel: Pinterest

Bu sıra çokça Ankara'yı düşünüyorum. Sokaklarını, havasını, sonbaharda renklenen yapraklarını, sahaflarını, bir de o sakarya caddesindeki ufak mantıcıyı. İki porsiyon yemek istiyorum şu an, yanında bir ufak şişe kola da içerdim. Bazen eve giderken bile canım çeker, yolumu değiştirir mantı yer öyle dönerdim. Ufacık samimi havasını seviyorum. Ne zaman Ankara'ya gitsem ki birkaç senedir gidemedim, yalnız da olsam mutlaka uğrarım, sanki zamanda yolculuk yapmak gibi ve sanki beni hala hatırlıyorlarmış gibi. Tüm bunlar kafamdan geçerken hop diye mailime düşen bir posta ile Ankara'dan yeni bir arkadaş edindim. İyi geldi bana, Ankara'nın bozkırlarının tozlu kokusunu burnuma getirdi teşekkür ederim kendisine okuyorsa bu satırları. Mina ise benim Ankara'daki ruhum, yansımam oluyor daima, anılarımı onun kelimeleri ile tazeliyorum çoğu zaman, onu anmadan geçemeyeceğim. Ankara deyince artık aklıma gelen yegane şey kendisi!
Evren böyle bir dost kazandırdığı için bana minnettarım. Belki bir gün gelir benim de ona bir kıyağım olur, bilemem...

15 Eylül 2014 Pazartesi

Poirot'a mektup

                                                       


                                                         15.09.2014

Mr. Hercule Poirot;

Kişisel görüşünüze ihtiyaç duyuyorum. Lütfen bu sabah gördüğüm rüyanın ne anlama gelebileceğini ve olası sonuçlarını benim için açıklığa kavuşturabilir misiniz? Oldukça tuhaf bir rüyaydı ve şöyle başlıyordu;

Ailemin daimi olarak ikamet ettiği İzmitteki evimizin balkonundan uzanarak beyaz bir tekneye biniyorum, gecenin karanlık saatlerinde.  Yanımda ne bir kimlik ne bir pasaport olmaksızın Fransa'ya doğru yol alıyorum. Yanımda bir kaptan, annem ve kuzenim var. Hatta gittiğimiz için arkamızdan neler söyleneceğine dair konuşmalar yapıyoruz yol alırken. Sonrasında daimi bir yalnızlık süreci yaşıyorum, yanımdaki kişiler görüş alanımdan tamamen çıkıyor ve uzun süredir dostum olan biriyle eski bir apartman dairesinin kapısında buluşuyorum. İçeride Cezayir asıllı bir kadın bulunuyor. Onu eter ile bayıltıp eve sokuyorum. Eve şöyle bir göz atıp mutfaktaki dolapları karıştırıyor ve telden yapılmış fincanları çantama koyuyorum. Evin genç ama hüzünlü sahibesi zamansız uyandığında ona ağır bir cisimle vurmak suretiyle oracıkta öldürüyorum. Bir müddet o ufak, karanlık ve rutubet kokulu evde yaşamayı sürdürüyorum. Bir gün genç ve yakışıklı bir polis evde tuhaflık olduğunu sezinleyip kapıyı çalıyor. Onu kibarca eve soktuktan sonra öldürüyor ve mutfakta yanan odun sobasına atıyorum. Bir süre hayatın akışına kapılıp sokakları dolaşıyorum. SOnrasında tuhaf bir istekle yeniden Türkiye'ye dönme planları  yapmaya başlıyorum. O gün için geldiğim tekneyle ve geldiğim kadroyla yeniden denize açılabileceğime dair bir isimsiz mektup alıyorum. Ertesi sabah uyandığımda ve evden çıkmak üzere hazırlanmak için çantama uzandığımda sobanın geniş çekmecesinin açıklığı gözüme çarpıyor. İçinde insan vücudu parçaları buluyorum. Sonrasında görüşüm aydınlanıyor ve dostumu da öldürdüğümü fark ediyorum. Çantasına uzanıyorum cüzdanından paraları ve fotoğrafları alıyorum. İskeleye doğru koşmaya başlıyorum. O esnada hızla ufak dükkanların yanından geçerken öldürdüğüm dostumun suretini başka bir bedende görüyor ve irkiliyorum. İskelede tekneyi tam da açılmak üzereyken yakalıyorum. Benim orada olmamı beklemediklerini yüz ifadelerinden anlayabiliyorum ve bir parça tedirginlikle yol almaya devam ediyorum. Nihayet ülkeye vardığımızda htüm bunlar hiç yaşanmamışçasına bir rahatlık ve huzurla ve elbette ki gülümseyerek insanların arasına karışıyorum.

Lütfen söyleyin çok sevgili Monsieur Poirot;
Sizce bu bir cinayet öngörüsü olabilir mi?
Yahut deliriyor muyum?


                                      Lady Charlotte

Not: Tuhaf bir rüya gördüm ve onu Poirot'ya yazdım. Burada mektubu yazan kişi Lady Charlotte benim takma adım. Belki bu sıra biraz fazla Agatha Christie izliyor olabilirim :)

'Hercule Poirot can't die...'
 

21 Ağustos 2014 Perşembe

Beni Yanni; Detaylar

Önceki yazımda biraz bahsetmiştim Beni Yanni'den. Bulunduğumuz yere uzaklığı 1.5 saat kadar sürüyor. Aslında yollar virajlı ve tek şerit olmasa belki biraz daha kısa sürer. Gidiş bana Kefken yollarını hatırlattı. Manzara oldukça güzeldi. Hava da o gün sıcak olmasına rağmen fırın gibi değildi. Durup düşündüm ya buralarda doğmuş olsaydı ve oradan dışarı çıkamasaydım nasıl bir yaşamım olurdu diye? Akşam saatlerinde sokaklar çok dolu oluyormuş, sadece fuar zamanı değil normal zamanlarda da. Kadınlar dışarı çıkar, sokaklarda yürürlermiş. Ama çok büyük bir yer değil, sadece çok tepede. Kadınların en büyük lüksü herhalde sokakta yürümek diye düşündüm, üzüldüm. Bu tarz yaşam alanlarında hep öyle aslında, camdan bir fanusun içinde gibi yaşanıyor.


Gündüz saatleri, aslında öğle saati demeliyim pek çok dükkanın kepenkleri böyle kapalı oluyor. 


Burası da bir eczane. Daha çok savaş zamanından kalma gibi veya bir depo gibi. Türkiye'deki modern eczaneleri düşününce nasıl da tuhaf geliyor bu yerler. Ama işte buraların yüzü hala eskiye dönük, görüyorsunuz. 


Bu da bir ev ve bahçesinin girişi. İçini de görmek isterdim aslında. Hoşuma gitti bahçesindeki ağacı, tahta kapısı. Belki içeriyi görsem çok üzülürdüm, hayal etmek daha iyi. Ama bahçeye bakınca orada oyun oynayan çocukları hayal etmek pek zor olmadı.


Eczanenin bulunduğu binanın yan cephesi burası. Duvarda iki tane tablo asılıydı. Bu resimdeki kişi kim bilmiyorum ama orası için önemli biri olmalı. Herhalde aile eşrafından birini asmamıştır adam evinin duvarına, sokaktan görülecek şekilde. Yine de hoşuma gitti. 


İkinci fuar alanına giderken arabayı park ettiğimiz yerden almak istemediğimiz için yürüdük. Dağ havası almak da iyi geldi aslında. Yürürken susadığımız için kasetçiden bozma bir bakkaldan meyve suyu ve su aldık. İçerisinin fotoğrafını çekmemize izin vermedi amca, halbuki ne olacak çeksek? Biz de kapıda asılı oyuncakları çektik. Görüyorsunuz ya oyuncaklar ne kadar eski. Benim çocukluğumda bile daha güzel oyuncaklar vardı. Eminim çocuklar onlara sahip olmak için bile ne hayaller kuruyorlardır.


Burası da sergilerin kurulduğu okulun içindeki bir sütun. Çok iç açıcıydı. Öyle eski, pis ve bakımsız bir okulda böyle bir sütun olması şaşırtıcıydı ama hala bir umut olduğuna dair işaret gibi algılamama yetti. 


Bu da okulun girişindeki bir bank. Bu bankı alıp, sırtlayıp götürmek istedim. Üzerindeki mavi seramikleri çok sevdim.Tuvaletlere yakın bir yerde olduğundan oturup soluklanamadım ama yine de uzaktan da bakmak güzeldi.


Yolda bir minik kafeye uğradık. Bir dondurma aldık bir de meyve suyu. Çilekli süte benzer bir meyve suları var, rengine vuruluyor insan ama tadı beni çok baydı, içemedim. Kafenin tuvaleti nispeten temizdi. Girişte banklar ve böyle yuvarlak masalar vardı. En çok masaları sevdim. Biraz soluklanıp yolumuza devam ettik.


Giderken de yolda gördüğümüz teyze bu sefer geri dönüyordu. Durdu bize selam verdi, para istedi. 101 yaşındaymış. Hala yürüyebilmesine sevindim. Ama zayıflıktan kemikleri sayılıyordu. Saçları kınalıydı, tupturuncu, ama yüzünde hüzünle karışık bir aydınlık da hakimdii gözleriyse yorgundu. Sımsıkı tuttuğu bastonuna sarılı ellerine baktım en çok. Yaşlılarda beni en etkileyen ikinci şeydir eller, ilki bakışlardır.


Kimi kimsesi yok mudur diye merak ettim. Bacakları incelikten kırılacak gibiydi. Acaba torbasında ne vardı? Onca yolu ne için yürüyordu acaba? Kabylece konuştuğu için pek anlaşamadık, sormak isterdim tüm bunları. Belki tüm hayat hikayesini anlatmak isterdi bize. Ona gönlümüzden kopan bir miktar para verdikten sonra elimizi öptü, çok mutlu oldu. Burada genelde yaşlılar ellerini öptüğünüzde onlar da sizin elinizi öpüp alnına koyuyor. Sanırım saygıya karşı minnettarlık. Yoksa bizdeki gibi yaşlıların elini öpmek gibi bir şey herhalde yok. Birkaç kez daha başımıza benzer şey geldi, kimi öptürmüyor kimi de öptürünce karşılığında o da öpüyor. Güzel bir şey aslında. Ama bu teyze elimizi öpünce içimiz parçalandı. Keşke ona hayat daha iyi davransaydı!


Bu da bir hatıra fotoğrafı. Adını bile öğrenemedik ya. O sırada sormak aklıma bile gelmedi. Umarım herşeye rağmen gülümsemeye devam eder.

16 Mart 2014 Pazar

Pazar notları


Yazmak içten gelmeyince kelimeler de küsüyor tabi ister istemez. Bu yüzden aslında en güzeli durmaksızın yazmak, yazacak bir şey olmadığına inandığın zamanlarda dahi. Veyahut en yakıcı anlarda acı çekerek yazmak gerekiyor, ağlayarak; kelimelerinin anlamlarını yitirdiklerini düşündüğünde bile yazmakta direnmek gerekiyor, bugün bunu anladım.

Yürürken içime çektiğim sisin kokusu her yanımı sarmış gibi sanki. Dışarı atmak istediğim çok şey biriktiriyorum içimde. Bu sıra yine şiirler iyi geliyor, başka bir dünyanın varlığına inandırıyorlar beni. 

Burada hayat hep aynı, hatta öyle aynı ki bazen üzerimdeki kıyafetlerden anlıyorum farklı bir gün yaşadığımı. Bir bahar gelse belki ben de yol alacağım kendi içimde. Kırık dökük bir hayatta düşüncelerimin dağılmasından çok sıkıldım. Hele ki masallardaki kahramanlar da ölünce ötesine inanamıyor ki insan. Bir küçük prens gitti dünyadan, şimdi daha iyi bir yer oldu yaşadığımız yer birilerine göre. Ahh o insanlar irin sarmış sanki hücrelerini.  Delicesine bir melodram yaşıyoruz! Delirmemek için deliliği yaşıyoruz adeta...


Bahar gelse de tüm yollar denize çıksa keşke. Kokusunu bile öyle çok özledim ki. Burada bir başka kokuyor deniz, daha az tadı var sanki ve daha az iyot kokuyor. Yine de saçlarımdan damlayan o tuzu yalamak ve güneşe vermek istiyorum tenimi, sessizce.


Yazmaya başlayalı tam 6 sene olmuş meğer, dolmuş hatta iki gün önce. Bir türlü aklımda tutmayı başaramamışım o günü yine. Olsun! İlk geldiğim yıllarda daha blog'un ne olduğunu bile kavrayamadan yazmaya koyulmuştum. İyi ki diyorum şimdi iyi ki girmişim bu yola. Ne büyük mutluluk!

Anneannemin doğum günüydü 12'si. 89 yaşını doldurdu. Kocaman bir ömür, geride bıraktığı binlerce anısı ve yaşayacakları. Her birine ben sahip çıkmak istiyorum ama olmuyor. Hala ellerine bakıp haline şaşırması dokunuyor en çok içime. İnanamıyor ki bu yaşta olduğuna. Ben de ne zaman ellerime baksam onu görüyorum sanki ellerimde, sonra da annemi. Ben de inanamıyorum çoğu zaman 30'larımda olduğuma. Zamanı içip bitirdim sanki.

Ayın 13'ü dedemin ölüm yıl dönümüydü. Balıklı, rakılı, ananaslı, radyolu, denizli, traş losyonu kokulu, kaktüs sulu, incir sütlü, işkembe çorbalı, ekmek kadayıflı anılarım toplandı yine bir araya. Dizinde gülümseyerek oturan o sarışın minik kız çocuğuyum  sanki hala. Ne zaman misafirliğe gitsem kapıların ardına saklanmak isteyen. Ben ölünce nasıl anılar bırakacağım ardımda acaba? Ne kokacak, ne tat verecek bıraktıklarım? Benden ne kalacak geriye?

Şimdi herkese pazar bugün, bir bana salı sanki. Çünkü ne kalabalık sofralar ne lezzetli kahvaltılar ile başladık güne. Ilık bir çay, birkaç dilim peynir ve zeytin vardı tabağımda. Şu türk kahvesi de olmasa?

Hadi bakalım şimdi ucundan kıyısından günü yakalamak lazım! Şu pencereden gördüğüm çimene atasım var kendimi ama zamanı değil henüz...Bekliyorum, durdum!

6 Mart 2014 Perşembe

İyi bir gün

Bugün iyi bir gün, gerçekten öyle, durup da bir düşününce. İyi olmaması için bir neden yok. İyi ki yok. Güneşli bir sabahtı. Yataktan kalmak isteyerek doğruldum, hatta sıcak yorganın altında biraz oyalandım, kediyi izledim. Ben yataktan çıkarken o hala uzanmış uyuyordu. Tombik göbeği bir aşağı bir yukarı hareket ediyor, pufff diye nefes alıyordu. Sonra kuş sesleri geldi kulağıma. Onun da gelmiş olmalı ki fırladı pıt pıt patileriyle camın önüne. Dışarı çıktığımda ılıktı hava. Sonra yola koyulduğumda bu sevimli ördek ailesi eşlik ettiler bir süre bana. Ben arkalarından sessizce ilerlemeye çalışırken onlar vak vak vak sıraya dizilip telaşla uzaklaştılar. Renkleri öyle güzel ve tipleri o kadar sevimli ki, durup sıkıca sarılmak istedim aslında. 


Hava kapalı da olsa, belki biraz kasveti de kabul edebilirim ama gün içinde güneş az da olsa kendini göstersin istiyorum. Güne gölge düştüğünde bile uzaklarda da olsa bir parçacık güneş görmeyi seviyorum. İyi bir gün güneşli, çizgi film bulutlu ve bol çiçekli bir gündür de aynı zamanda. 


İyi bir gün olması için anılara da ihtiyaç var elbet. Güzel anıları olmayanın nasıl iyi günü olsun ki? Bu çiçeği seviyorum ve bir çiçeği sevmek iyi hissettiriyor. 


Bugün bahçede kahve içmedim. Bu fotoğraf birkaç gün öncesinin. Ama içebilirdim. Öğlen sıcaktı bahçenin sandalyeleri. Pencereden dışarı bakarak yudumladım kahvemi. Kahvemizin olması da iyi bir gün olmasında bir etken elbette. Gurbet işin içine girdiğinden beri evde olan kahveye, peynire, zeytine şükretmeyi de öğrendik.


Yine bez çantamda bolca renkli kalem, birçok baskı malzemesi, mektuplar, zarflar ve kağıtlarla dolaştığım bir gün bugün. Bir şey yapmasam da orada yanı başımda olduklarını bilmek güzel. Bunları da iyi ki yapmışım. Henüz sahiplerine doğru yola çıkmasalar da çıkacaklar. Resim yapmayı hep severdim. Böyle minik detaylarla uğraşmak da iyi bir gün için yeter de artar bile. 


Aaaa iyi hissetmek için minik sivri ve tombuk bir patiden daha güzeli var mı ki? O patinin yumuş yumuş kısımları, kadife çiçeği gibi geliyor bana. O iki tırnağın çıktığına da bakmayın, gösteriş yapıyor aklı sıra. Ön patilerinin tırnaklarını kestik çünkü kala kala bir bunlar kaldı:)


Evde beni bekleyen bir kediciğin olması da iyi bir gün geçirmek için neden aslında. Daha arabanın sesini duyar duymaz cama fırlıyor. Kapının dibine gelene kadar da orada kalıyor, geldiğimize emin olunca anahtarı çevirir çevirmez de kapının hemen dibindeki komodinin üzerinden bize hoşgeldiniz diyor. Ama ben en çok eve giden yola girdiğimde hemen karşımda beliren bu tipi seviyorum:)


Doğa iyi bir gün için bize türlü şeyler de sunmayı ihmal etmiyor. Güneş böyle bir manzarayla gidiyor. İzlemek oldukça güzel ve heyecanlı. Başka bir yerde yeni bir gün başlıyor, biz elimizdekini bitirirken. Yeni gün, yeni şans demek, yeni umut demek, yeni bir tazecik nefes demek.


Bir de her gün içimde yenildiğim şu yiyecek bir şeyler yapmak arzusu olmasa ne yapardım bilemiyorum. Lor peynirli kurabiyeyi pek sevdik. Türkiye'den arkadaşımız getirmiş sağ olsun. Yarım paketimiz kaldı. Arada çay ile yerken keyif alıyoruz işte bu minik tombik lezzetlerden. 


İşte tüm bunlar iyi bir gün demek aslında. Aaa bir de güzel bir gelişme oldu. Ne zamandır Cezayir'e de Türk peyniri ve çeşitleri, yoğurt falan gelecek diye bekliyorduk. Yörükoğlu ile anlaşma yapılmış deniyordu. Nihayet doğruluğu ispatlandı. İlk malzemelerimizi aldık. Daha pek çok çeşit varmış. Henüz sadece bir markette var. Yoğurt da yokmuş ama yakında gelecek diye ümit ediyorum. Bunca zamandır bekliyorduk, nihayet şehir efsanesi olmaktan çıktı. 


Bu güzellikleri Cezayir'de görmenin ne denli harika bir duygu olduğunu yaşamayan bilemez. Tabi Cezayir'in ilklerini yaşamak, tarihe bizzat tanıklık etmek de ayrıca mutluluk veriyor. İlerde anlatacağımız güzel anılarımız var ve hep olsun umuyorum...

28 Şubat 2014 Cuma

Kedi severler için


Bu takvimi pek sevdim. Benim gibi kediciler için güzel olacağını düşündüm. Umarım benim kadar seversiniz. 

Mutlu hafta sonları...