28 Aralık 2011 Çarşamba

Yeni yıla ithafen


Kalın bir sis tabakasının hakim olduğu günden yazıyorum şu anda.     Bugün bittiğinde yarın için daha heyecanlı olacağım çünkü yarın yıllık iznimiz için Türkiye'ye gidiyoruz.Yine tüm yükümüz ile yollara düşeceğiz. Bu sefer fazla eşyalarımızı da yavaş yavaş götürmenin derdine düştük. Yoksa kişisel eşyalar öyle fazla değil. Bavul yerleştirme sanatımızı konuşturmanın vakti gelmiş de geçiyordu. Hem zevk ve neşe; hem stres ve telaşla karışık bir hazırlanma oluyor her zamanki gibi. Bir ton hayal de bana eşlik ediyor, böylece ağırlığım artıyor. 

Yeni bir yıla girmeye çok az kaldı. Geçen sene yine yeni yılı evimizde kutladık, bolca gülümsemeyle ve orada olmanın mutluluğuyla. Bu sene de yine Türkiye'de olacağımız için seviniyoruz bolca. Bu sefer değişiklik yapıp dışarı çıkacağız bakalım. Heyecanla bekliyorum:)

Bu yıl sağlığın ne kadar mühim olduğunu daha da iyi idrak ettik ailecek. Şimdi biraz daha farkında olarak yola devam ediyoruz. Şükretmek ne kadar mühimmiş onu da anladım yine bu sene. Bu sıralar durmadan şükrediyorum. Yine her zamanki benim aslında, hala sıra dışı mucizeler bekleyen örneğin Narnia'daki gibi başka bir dünyaya açılan kapıyı keşfetme hayali kuran, aklı kitaplarda kalemlerde, çocuk gibi oyun delisi olan biriyim yine hayatın bana kattığı her şeyin yanında. Önümüzdeki sene de böyle olacağım biliyorum. Yine istediğim milyon tane şey var, uzun sayfalarla liste haline getirebileceğim. Ama sonra durup düşünüyorum ve aslında hiç bir şey istemiyorum diyorum. Ben böyle çok mutluyum. Tek istediğim sevdiklerimin yanımda olması, sağlıklı olmamız ve mutlu olacak ufak sebepler bulabilmemiz. Bunlar olduğunda diğerleri zaten yanında  hediye olarak geliyor. 

Yeni yıl için sağlık dışında dileyeceğim yegane şeyin ismi herkes tarafından teoride bilinen ama pratiğe dökülmekte çok zorlanılan bir şey; adı sevgi. Sadece yanımızdaki yakınımızdakini sevmekten ibaret olmayan, herkesi ve her şeyi kapsayan bir sevgi. Biliyorum bunu bilmek, uygulamak, içimizdeki karanlıkta bulmak epey zor olsa gerek;ama yapmamız şart. Günden güne kötüye gidiyoruz çünkü. Tahammülsüz, hoşgörüsüz, ön yargılı ve bencil insanlar topluluğu olduk iyice. Herkes surat bir karış dolaşıyor, bazıları da göstermemek uğruna yapmacık mutlu maskelerle fink atıyor. Koca koca adamlar birbirlerine küfrediyor, ağız dalaşı yapıyor, yumruklaşıyorlar mecliste; sanatçılar sanat yapmaktan başka her şeyde muktedir; gençler sanki bu zamana ait değil gibi dolaşıyorlar ortada her şeyden bir haberler; kadınlar kızgın, öfkeli ve aynı zamanda ayrık otu; çocuklarsa hep arada kalan taraflar, mutsuz ve şiddet eğilimli. Oysa bize hep sevgiyi öğretti aslında anneannelerimiz,babaannelerimiz,dedelerimiz ve ebeveynlerimiz,öğretmenlerimiz. Biz hiçbirini can kulağı ile dinlememişiz meğer. Şimdi herkes sadece kendini düşünür oldu. Ben 2012 de bu zavallı hali üzerimizden söküp atabilmeyi diliyorum. Biz daha mutlu, anlayışlı, sıcak ve dürüst bir hayatı hak ediyoruz insanlık olarak. Bu dair inancım ve umudum asla tükenmeyecek!


15 Aralık 2011 Perşembe

L'essentiel est invisible pour les yeux


Adieu; dit le renard. Voici mon secret. İl est tres simple: on ne voit bien qu'avec le coeur. L'essentiel est invisible pour les yeux.


Elveda der tilki. İşte benim sırrım, çok basit: sadece kalbimizle iyi görürüz. Esas olanı gözler göremez.

Bugün günlerden bulut ama ben denizim



Bu sıralar her güne isim vermeye başladım, günün nasıl başladığına göre veya kafamda o günü tanımlayabilecek doğal koşullara göre. Zaman zaman böyle oyunlar yapmayı severim kendim için. Bugün bulutlar çok kasvetli, koyu gri ve yoğun. Ofisteki masamdan dışarı baktığımda ilk dikkatimi çeken şey bulutlar ve sonrasında çimenlerin rengi. Klimanın sesi ve klavyenin tıkırtıları dışında şu an pek sessiz etraf. Böyle olmasını seviyorum. Fakat bir şey yazmam gerektiği zaman bütün seslerin bir araya toplanması çekilmez bir durum. Bana özel senfoni hazırlıyorlar sanki.

Denizi ve kokusunu özlediğimi fark ettim bugün gördüğüm bir fotoğrafla. Sanırım en büyük hayalim penceresinden denizi görebileceğim bir evimin olması. Yataktan kalktığımda, kitap okurken, bulaşık yıkarken ve kahvemi yudumlarken göreceğim yegane şeyin deniz olmasını istiyorum. Muhtemelen çok pahalı bir istek bu aslında, çünkü görüp beğendiğim tüm fotoğraflarda evler şato gibi ve  son derece lüks;yine de hayal etmeye devam edeceğim.

Yazıya ara verip yeniden devam etmek zorunda kaldığım için kafamı pek toparlayamıyorum. Bilgisayarımda yüzlerce dekorasyon ve hobi fotoğrafları var. Hobilerden çoğu hep yapmak istediklerim. Fakat bunları ne zaman yapabileceğime dair bir fikrim bile yok. Her akşam işten çıkmadan evvel şunu yapmalıyım diyorum. Eve gidip yemek, bulaşık ve kahve seansından sonra yorgun düşüp televizyon karşısında uzanıyorum. Bazen kitap okuyabiliyorum, ama eskiden günde bir kitap bitirirken şimdilerde 10 sayfayı bile 2 günde okuyabiliyorum çünkü hemen gözlerim ağırlaşmaya başlıyor. Bunca biriktirdiğim şeyi kullanabilmenin bir yolu olmalı. İnsanlar nasıl oluyor da hem ev işleri, hem çocuk, hem iş hayatını ve diğer şeyleri bir arada yürütebiliyorlar bazen anlayamıyorum. Kadınlar gönüllü köleler bence bu hayatta. Yine de kadın olmayı seviyorum tabii ama çoğu zaman erkek olsaydım keşke diye düşünüyorum. Yine de şükretmeyi biliyorum. Her gün ne olursa olsun hayallerime yenilerini eklemeye devam edeceğim. Elbet günün birinde içlerinden gerçekleştireceklerim olacak..Siz de bazen umutsuzluğa düşerseniz kendinize iyi telkinlerde bulunun. Emin olun sürekli olumsuzlukları düşünmek insanı daha çok üzüyor. Biraz polyannacılığın kimseye zararı yok!

10 Aralık 2011 Cumartesi

Hadi Charlotte'a oy kullanalım


 Prensesim bize ilk geldiğinde işte böyle minişti. 

 Birlikte böyle uyuyoruz kimi zaman ama genelde ya göbeğime ya sırtıma yatıyor:)

 Pencereden dışarıyı izliyoruzz birlikte. Kuşları görünce o da viik viik sesler çıkartıp eşlik ediyor kendince.


Tabi bir de böyle şebek halleri var tüm kedilerde olduğu gibi. Bu pozisyonlarda onu muncırmaktan öldürebilirim diye düşünüyorum:):)


 Bu da ben onunla konuşurkenki bakışı. Ne demek istiyorsun şimdi sen bana diye bakıyor:)


Yiğitle aşk yaşıyorlarken:)



Benim pamuk prensesim Charlotte'u Pet Star 2012 yarışmasına kayıt ettim. İlk defa böyle bir şey yapıyorum. Deli gibi heyecanlandım inanın!.Kimbilir belki de kazanırız:)Umut etmesi de güzel.

O benim aşkım. Böyle delicesine kedilerine ve köpeklerine tutkun olanları pek anlamazdım önceleri yani anlamıyormuşum aslında onu farkettim. O hayatıma girdikten sonra bambaşka şeyler oldu. Onun sıcaklığı sevecenliği komiklikleri bana büyük mutluluk verdi. Yemeklerimden ona ayırmak, nerede diye düşünmek, mutlu mu sıcak mı diye onu merak etmek başlıca görevlerimden oldu. O da beni annesi sanıyor herhalde. Beni sevdiğini anlamak öyle güzel ki. Onunla uyumak, yemek yerken başında durmamı istemesi, ona seslendiğimde cevap vermesi, onunla konuşurken beni dikkatle dinlemesi inanılmaz. Bir kedi bu kadar mı insancıl olur. Maşallah benim güzel kızıma. 

Ne versek yiyiyor artık. Kediler pilav yemez derler ya bizimki koca tabağını bitiriyor. Evde yemek kalmadığında ona brokoli bile haşladım yedi:)Yemek yerken zevkten dört köşe oluyor, ağzını şapırdatıyor ve inanamazsınız yemeği genellikle ağzıyla değil patileriyle aynı bizim gibi yiyiyor. Patilerini elleri gibi kullanıyor. Hatta bir videosunu da çektim yakında paylaşacağım. Saklandığımızda ona ceee yaptığımızda oyun olduğunu anlıyor ve katılıyor bize. Her saklandığımız yerden çıktığımızda bize komik sesler çıkartıp eşlik ediyor. Ona öyle alıştım ki, öyle çok seviyorum ki. O benim en iyi arkadaşım. Minikliğinden beri benimle uyuyor. Yiğite de ayrıca aşık. Önceleri ona daha düşkündü ama şimdi beni daha çok seviyor:):):)

Belki bir şansımız olur da kazanırız kimbilir. Kazanırsak onun fotoğrafının olduğu bir takvimimiz olacak belki bir de kedi bakım ürünleri olan bir sepetimiz. Öyle yazıyor yarışmanın sayfasında. Bakım ürünlerine inanılmaz ihtiyacımız var aslında. Çünkü burada hiç öyle şeyler yok. Yemek ve kum bile bulmak o kadar zor ki. Yine de onun için en güzelini ve iyisini yapmaya çalışıyoruz. Çünkü onu çok seviyor ve ailemizin bir üyesi olarak kabul ediyoruz. Umarım siz de onu çok seversiniz:)

 Yiğitle en sevdiğim pozlarından biridir bu poz. Sanmayın biz koyduk onu oraya, geldi kendi kıvrıldı. Tamamen doğal yani:)




 Burada da fas'tan yeni döndüğümüzde hasret giderirken görüyorsunuz bizi. Koynumda nasıl da horul horul uyuyor pamuk..


OY KULLANMAK İÇİN LİNK: http://apps.facebook.com/petstartakvimi/fotograflar/charlotte--7

17 Kasım 2011 Perşembe

Nihayet yine buradayım

Uzunca bir zaman girdi yine araya, aynı beklediğimiz sıralarda çaktırmadan sıranın arasına girmeye çalışan insanlar gibi girdi hem de bu kez. Kendi tercihimiz olmadan böyle uzak kalmak daha fazla üzüyor insanı emin olun. Cezayir pek çok yönden zor bir ülke, ne kadar alışırsanız alışın, mutlaka alışamayacağınız şeyler çıkartıyor karşınıza. Hayatın geçici gerçekliğine inanan biri olarak ne kadar sanal dünyaya pirim vermemişsem de bir zamanlar şimdi onsuz olmanın zorluğu karşısında kıvranıyorum. Vücudumuza girmesine göz yumduğumuz bir zehir gibi aynı, insana acıyı ve zevki aynı anda yaşatan. Bazen körü körüne bağlandığımız bu sanal dünya, çağımızda ne büyük bir gereksinimmiş meğer. Bir ay boyunda internet bağlantımız yoktu ve yapma çiçeklere döndük. Kabloları çalıp içindeki bakır teli satıyorlarmış. Hem de bu olayı tam dokuz kere gerçekleştirmişler. Sonunda yeniden kablo döşesek mi diye karara varmaya çalışıyorlardı yetkililer. Bir an inanın çok korktum kabloları döşemeyecekler diye, ne yapardık o zaman! Nasıl yazardım o zaman içimden gelenleri, anlatmak istediklerimi, ailemle ve dostlarımla nasıl haberleşirdim o zaman km’lerce uzaktan. Yaşadığımız yüzyılda böyle şeyler oluyor ya hala inanamıyorum, ama daha inanamadığım onlarca şey var. Hayat karşımıza türlü türlü şeyler çıkartmayı iş edinmiş kendine adeta. Rutinden her ne kadar hoşlanmasam da bir anda gelen yeniliklerden de haz etmiyorum, sanırım biraz geri kafalıyım bu konuda, gelenekçi desek daha güzel olur sanırım ve biraz da inatçı. Ama inatçılığım yemekte bulunması gereken tuz kadar diyebilirim, fazlası zarar çünkü.

Böyle kasvetli ve yağmurlu havalarda iletişimsizlikle başa çıkmaya çalışırken birden anlamadığımız bir nedenle geliverdi internetimiz. Belki de evrenle konuşmayı başardım, onunla her gece ama her gece konuştum, ona resimler yaptım, yazılar yazdım ve sohbet ettim içimden uzun uzun. Sürpriz yaptı bana ya onu daha çok sevdim. Sürpriz kelimesini de en çok doğum günlerimde sevdiğimi anladım bu süreçte, diğerleri hiç de iç açıcı gelmiyor artık. Bir de görmeyi ummadığım ve özlediğim insanları yanı başımda görebileceğim sürprizleri seviyorum işte bu kadar. O da ben 3000 km uzaktayken pek mümkün olmuyor. Yine de ne zaman sokağa çıksam sanki tanıdık bir yüz görecekmişim gibi dikkatle bakıyorum etrafıma. Şimdilerde Cezayirli esnaftan tanıdıklarım oldu, bazen onları görüyorum ona bile seviniyorum. Cezayir’de bile tanıdık gördüm ya helal olsun diyorum kendi kendime, çok da matah bir şey olmadığını bilsem de. Çocukça sevinçlerim oluyor böyle, mutlu oluyorum. Kedimin ben uzaktan seslendiğimde cevap verir gibi miyavlamasına mutlu oluyorum hem de çok, çekinerek yazdığım maillerime cevap gelmesine, söylemek istediklerimin şıp diye anlaşılmasına, sevdiğim şeyleri yattığımda hemencecik rüyama girmesine mutlu oluyorum bir de. Sonra başımı sokacağım bir yerim olduğu için, yemek yiyebildiğim için, sağlıklı olduğum ve gülümseyebileceğim nedenlerim olduğu için, beni seven insanlar olduğunu bildiğim için mutlu oluyorum ve mutlu olmayı bildiğim için en ufak şeyle. 

Velhasıl kelam hayat akmaya devam ediyor. 30’lu yaşlara gelip dayandığıma inanamıyorum. Sanki hala okulun başlamasını bekleyen çocuklar gibiyim. Okula gitmek istiyorum, sonra kar tatili olsun istiyorum, bayramlarda herkes bir araya gelsin kocaman sofralar kurulsun istiyorum. Hiç 30 larında bir kadının hayalleri yok içimde. O nasıl oluyorsa zaten ben bilmiyorum. Plastiklerin zararlı olduğunu bilsem de ben onları almaktan alıkoyamıyorum kendimi. Melamin olanlara geçiş yapmam lazım sanırım ama burada bulmak çok zor. Çoğu zaman Türkiye’de oturacağım evin hayallerini kuruyor kafamda sims oyunu misali döşüyor, yerleştiriyor ve değiştiriyorum. Bir sürü dosyalar biriktiriyorum hobilerle, dekorasyonla, makalelerle ilgili açıp açıp bakıyorum her gün mutlaka. Bana çok iyi geliyor hayallerimin resmedilmiş hallerine tanık olmak. Bazen uçuk kaçık şeyler de düşünüyor ve yapmak istiyorum ama olmuyor. Olsun varsın ben gene de uçuk kaçık düşünmeyi seviyorum. Yani araya bir aylık bir zaman dilimi girdi ama ben gene aynı benim. Hayatımda büyük değişiklikler olmadı, çok şükür iyiyim. Gurbetin sızısı bir yandan, özlemler bir yandan, kavuşma anı heyecanları bir yandan, soğuk ve kasvetli havalar bir yandan bastırsa da ve tabi bunlar yanında bitmek bilmeyen bir iştah ve açlık; ben yine de aynada kendime baktığımda mutlu oluyorum. Yapmak istediğim çok şey var ve isteyip de yapamadığım çok şey ama ucundan köşesinden yapmaya gayret ediyorum. Yapamasam da üzülmüyorum bir gün mutlaka yapacağım diyorum. Bazen deliriyor gibi oluyor, ağlıyorum, bağırıyorum hatta böğürüyorum ama geçiyor. Herkeste oluyor sanırım böyle zamanlar. Bende de olmasa olmaz zaten. İçimdeki alışveriş canavarını da durdurdum ya şimdilik ona da mutlu oluyorum söylemeden duramayacağım. Biraz da Türkiye’ye saklıyorum kendimi tabi o ayrı konuJ Bol bol gezmek istiyor, bol bol fotoğraf çekmek için yırtınıyorum. Yeni bir kırtasiye açıldı hem de kocaman birkaç hafta evvel bende o harika dünyayı keşfettim onun sevincini yaşıyorum. Yeniden gitmek için de sabırsızlanıyorum. Cezayir’de öyle kocaman kırtasiyeye hiç rastlamamıştım genelde toptan satış yapan yerler var ve pek çeşit olduğunu söyleyemem. Bir kırtasiye canavarı olarak ben büyük bir eksiklik hissediyordum neyse ki yeni keşfim mükemmel. Bir sürü boya, kitap, kalem ve defter var. Saatlerce rafların aralarında kaybolmak ve çocuklar gibi oraya buraya saldırmak istiyorum. Model hamuru, yağlı boyalar ve tuvaller bile var ki belki yakında pişirilebilen polymer kil den de getirirler mi acaba diye hayal etmekten kendimi alamıyorum…

Haberlerde hep kötü şeyler duymaktan çok yoruldum, biraz daha sabretmek lazım diyorum daha güzel zamanlar gelecek inşallah. O zaman her sayfada iç açıcı yazılar, bolca gülümseyen çocuklar, hiç ağlamayan kadınlar ve egosu tavan yapmamış insanlar göreceğiz. Dünya her ne kadar kötüye gidiyor gibi görünse de öyle olmamasını ümit ediyorum ve gelişmeleri yakından takip ediyorum.
Bütün her şeyi bir çırpıda yazmayayım ki daha sonrası için anlatacak yeni şeyler olsun değil mi ama. Yeniden burada olduğum için mutluyum. Bir sonraki yazıda görüşmek üzere hayal etmeye devam edin ve gülümseyin! 

2 Ekim 2011 Pazar

Marakeş masalı



Masal; olağanüstü kişiler ve olaylarla geliştirilen bir türdür. Yolculuk ise belli bir başlangıç noktasından varış yerine değin tek bir taşıtla gidilmesini içeren insan devinimi olarak geçer sözlüklerde. Oysa benim için her ikisinin de manası şimdilerde bambaşka bir hal aldı. Masalları büyük bir iştahla dinler ve o dünyanın içine kaybolmaktan, hayal etmekten büyük keyif alırım çocukluğumdan beri. Masallarda hep ulaşılamayana ulaşılır, görülemeyen görülür ve yeni mucizeler keşfedilir, yepyeni hayatlara kapılar açılır. Çoğu zaman büyüdüğüm için hüzünlenirim, keşke çocuk kalsaydım derim kendime; büyüdükçe çılgın hayallerimizin her birini toplayıp bir kenara kaldırmamız gerekir çünkü. Oysa kısa sürmüş de olsa bir masala yolculuk ettim ben. Masalların; gerçek hayatın içinde nasıl var olabildiğine şahit oldum. Kendim bile inanmakta zorlandım. Marakeş yolculuğumuz bir masaldı benim için ve hep öyle kalacak. Belki de benim her zaman büyük bir merakla görmeyi beklediğim yer olduğu için, belki biraz fazla hayal gücü yüksek biri olduğum için belki de hala masallara inanmayı tercih ettiğim için beni bu kadar etkiledi. Ama gerçek şu ki Marakeş’ten etkilenmeyecek biriyle karşılaşabileceğimi sanmıyorum; benim kadar olmasa da.

Desenli kapılar, boyalı suratlar, eller; daracık sokaklar, mis kokulu baharatlar, rengârenk dükkanlar, lambalar, çantalar, ayakkabılar vs. sanki her biri bir masalın içinden çıkıp gelip bu şehre yerleşmiş gibiydi. Kıyamet meydanı adını verdikleri o devasa meydandaki insan kalabalığını ömrüm boyunca unutamayacağım kesin. Dünya’nın bütün insanları orada toplanmış gibiydi adeta. Kıyametin, dünya ayağı! Meydandaki bitmek bilmeyen eğlence, müzik, insanların o umursamaz ama mutlu tavırları, yılan oynatıcılar, kınacılar, falcılar, faytonlar, develer, tuhaf yiyecekler… Bunları gördükçe başka şeyler de arıyordu gözlerim oradayken, belki bir ejderha çıkabilir, uçan bir halı gökyüzünde süzülebilir, bir mucize olabilir, belki bir dev ile karşılaşabilirdim. Kısacası orada her şey mümkün gibiydi ve bir o kadar gerçekti. Desenlere ve o renk cümbüşüne vuruldum en çok. Hayal etmekte özgürdü insanlar bunu hissettim. O kısacık dört gün bana nasıl da iyi geldi. Tabi sonra kendi gerçeğime adım atmakta epey zorlandım, sanki her adımımın arası bir uçurumdu. Şimdilerde oraya tekrar gitmenin veya bir gün orada yaşayabilmenin hayaliyle geçiriyorum günlerimi. Rüyalarım bile değişti, her zaman çılgın rüyalar gören biriydim ama şimdi daha çılgın rüyalar görüyorum ve uyanmak istemiyorum. Şehrin rengi kiremit kırmızısıydı, her bina da aynı renkte. Bir Avrupa şehri edasıyla salınıyordu sokak kenarlarındaki evler. Kadınlar sokaklarda motosikletlerle tabiri caizse sinek gibi vızır vızır dolaşıyorlardı, yaşlısından gencine, kapalısından mini eteklisine kadar. Orada ilk zamanlar biraz korktum itiraf ediyorum ama sonra kaptırdım kendimi zamanın akışına, ben de aktım onunla.
Keşke bu sayfalardan sizi çıkartıp götürebilseydim o diyarlara. O zaman beni daha iyi anlardınız ve katılırdınız mutluluğuma. Fotoğraf makinemi o şehir sayesinde daha da çok sevdim. Zamandan öyle çok an çaldım ki, şimdi bakıyorum bitiremiyorum; bitsin de istemiyorum. Gördükçe daha çok göresi geliyor insanın, ve gittikçe de hep gidesi.Gözlerimizin içinde bir fotoğraf makinesi olsaydı keşke, onları her kırpışımızda dilediğimizce anı yakalayıp belleğimize hapsedebileceğimiz . Bir de fon müziği istiyorum hayatımda; öyle ki her ruh geliş gidişlerime eşlik edebilecek, bir de kokuları saklayabileceğim bir yer istiyorum, özledikçe koklayacağım. Zira Casablanca’daki salyangoz kokusunu saklamayı tercih etmezdim sanırım. Bir şey hem böyle lezzetli hem de pis kokabilir mi? Yine de görünüşe aldanmayın sakın, deneyin! Ne kadar çok olmazsa olmazı var o şehrin de. Kült bir aşk filmi olan o muhteşem siyah beyaz Casablanca filminin sahnelerinin hala yaşanabildiği Rick’s Cafe’ye adım atmak, o ruhu hissetmek muhteşemdi. Afrika’nın en büyük camisini ağzımı kocaman açarak hayretler içerisinde izlemek, çarşılardaki çeşitliliğe hayran kalmak ve çocukça bir şımarıklıkla hepsine sahip olmayı arzulamak muhteşemdi.


Eğer gitmeyi hayal ettiğiniz yerlerin içinde Marakeş yoksa mutlaka ilk sıralara koyun derim ben. İnsan yaşadığını, hayatın nasıl aktığını orada anlıyor ve yaşamanın güzelliğinin farkına varıyor. Yolda olmak, o kırmızı rüyaya tanık olmak çok etkileyiciydi. Şimdi her fotoğraflayamadığım kare için bin kere pişmanın ve orayla bir kere daha buluşacağım zamanı bekliyorum. Bir devir bitip başka bir devir başladığında ancak bu kadar etkileyebilir insanı! Marakeş işte bu kadar güzel bir şehir!


Bu terliklerden Cezayir'de de var ama bu kadar renkli, çeşitli ve güzel değil.İnsan Marakeş'te ne alacağını şaşırıyor.Daimi oturduğum bir evim olsaydı daha bir sürü şey almak isterdim. İlerde bu hayalim gerçekleştiğinde yeniden Fas'a yolculuk yapmak istiyorum.( Fotoğraf netten çünkü ben çekmeyi ihmal etmişim bu güzellikleri)


Çarşılar'da her şey var halıdan kutuya, bardaktan tabloya, kumaşlardan çantalara. Alabildiğine çarşı zaten her yer. Yiğit aynı İzmir Kemeraltı dese de bence öyle değildi. Sonuçta burası farklı bir kültür. Bizim oralarda da böyle çarşılar var hatta İstanbul'daki Kapalı çarşının güzelliği ile kıyaslanamaz bile ama zaten kıyaslamamak lazım içinde bulunduğu kültüre göre değerlendirmek gerek bence. O yüzden ben bayıldım tek kelimeyle. Her şey bir aradaydı, otantikti ve sihirliydi..


Hele kocaman fenerler, işli lambalar beni kalbimden vurdu. Neyse bir tane taşıyabileceğim gibi ufak bir lamba aldım ama kocamanlarda gözüm kalmadı değil.



Marakeş kedisi:)


 Marakeş tren garı. Otelimiz hemen garın arkasındaydı zaten. Garın içi ise muhteşemdi. Adamlar restorantlar, alışveriş mağazaları falan yapıp süper bir şekilde değerlendirmişler garı. Mc Donald's ve Kentucky vardı örneğin. Hamburger yemeden garı gezmek olmazdı değil mi ama:)




Bunlar da birkaç kapı detayı. Biliyorsunuz Marakeş kapıları ile de ünlü bir şehir. Daracık sokakları, işli ve rengarenk duvarları, evleri, sokakları ve kapılara şehre ayrı bir ruh katıyor. Daha uzun süre kalıp bütün sokakları sabahtan akşama yürümek ve fotoğraflamak isterdim. 



Bunlar da Marakeş'teki yerel kıyafetli amcalar. Şapkalar harikaydı. Sanmayın müzik falan çalıyorlar sadece süslemişler üzerlerindeki giysileri yoksa macun falan da satmıyorlar:) Yine de çok eğlenceliler. Yalnız dikkatli olmak gerekiyor. Güzelliklerinin yanında her şey para olmuş. Sadece baksan bile para istiyorlar, fotoğraf çekmeye para, utanmasalar yürüdük diye de para alacaklardı. Böyle güzel bir pozu anılarımıza kattık ama pazarlık aşaması sıkıntılı oldu..



Bunlar da rengarenk baharatlar. Her çeşit baharat vardı. Rengarenk olmaları ve uzun biçimleri en çok dikkat çeken taraflarıydı. Kuru yemişleri de çok taze ve lezzetliydi ama ben baharat almayı tercih etmedim. Diyorum ya insan ne alacağını şaşırıyor. Bir de bilmediğim bir sürü baharat vardı hangisinden alacağımı bilemedim. 


Ve tabi bu kıtanın olmazsa olmazı seramik, desenli vazolar, biblolar, kaseler. Biz uzun zamandır Cezayir'de yaşadığımız için ve Cezayir'de de bu objelerden çok gördüğümüz için çok fazla ilgimizi çekmedi ama tabiki harikalardı. Türkiye'den gidecek ve bu kıtayı daha önce görmemiş biri inanın bizden çok daha fazla etkilenir ki ben epey etkilendim. Çünkü biz aynı lezzetleri burada tattık, aynı materyalleri gördük. Kültür öyle benzeşik ki Cezayirli bir kişinin yaşantısının Faslı birinden çok farkı yok. Tabi en büyük fark Fas krallık olduğu için inanılmaz modern, süslü, gelişmiş ve medeni. Bir Afrika kültürü Avrupa medeniyetiyle karışmış. Kendimizi Türkiye'de hissettik diyebilirim. Medeniyete geldik dedik. Üzülerek söylüyorum Cezayir Fas'ın tırnağı bile olamaz aslında. O yüzden buraya geri gelmek hiç istemedim. Hava alanında epey ağladım. Keşke burada yaşıyor olsaydık dedim. 




Bunlar da şallar, örtüler. Onlarda rengarenk ve yumuşacıktılar. İpek veya başka güzel bir tür kumaş bulamadım hep bildiğimiz model şallardan vardı o yüzden almadım ama siz benim gibi yapmayın gördüklerinizden pazarlık yapıp alabildiğiniz kadar alın çünkü sonra pişman oluyorsunuz. Ben şimdi ah şunu da alsaydım ah bunu da alsaydım diye düşünüyorum. 


Bir sonraki devam yazısında görüşmek üzere...

27 Eylül 2011 Salı

10:23 İtibariyle

Uzun zaman oldu yazmayalı yine. Eylül ayını pas geçmiş kadar oldum. Ama içimden hiç yazmak gelmedi. Sanmayın buraya yazmadım diye yazmalarım durdu tabi ki hayır sadece blog için geçerli bu durum dergi ve gazete yazılarımı mütemadiyen yazdım hem de zevkle. Bugün de içimdeki o yazmak istemeyiş hallerimi yıktım ve kendimle barış sağladım. 

Sanırım Marakeş'ten döndükten sonra buraya geri dönmüş olmanın hüznüne fazla kaptırdım kendimi. O güzelim şehri gördükçe buraya gelme isteğim azaldıkça azaldı. Sonra döndük ve alışma süreci başladı. Artık eskisi kadar olmuyor bu süreçler. Zaman geçtikçe sebep bulmakta zorlanıyor insan. Artık daha belirgin olsun istiyor insan hayatında bazı şeylerin. Neyse biraz daha sabır bakalım sonu nereye varacak..

Havalar biraz biraz serinlemeye başladı. Birkaç haftadır akşamları bahçede otururken üzerimize hırka, şal, örgü battaniye, eşofman gibi şeyler alıyoruz ve sıcak çay içimizi daha çok ısıtıyor. Yaz gitmesin hemencik diye olabildiğince onunla vakit geçirmeye çalışıyorum ama bir çocuk kadar inatçı; illa gidecek. Neyse az da olsa yine birlikte geçireceğimiz zamanımız var diye avutuyorum kendimi. Hiç kış gelsin istemiyorum. Kış benim için lahana moduna girmek, bitmeyen yağmurlarla baş etmeye çalışmak, sürekli bir tembellik halinde sıcak yataktan çıkmamak için türlü bahaneler aramak, kasvetin içinde hüzne boğulmak, pek çok aktivite'den mahrum kalmak,   sinemayı özlemek, arkadaşlarımı özlemek, kitaplarımı özlemek, elektrikli battaniyemi özlemek, kedim dışarıda yalnız kaldığı için üzülmek v.b demek. Yani pek de iç açıcı değil gördüğünüz gibi. Yine de kışı güzelleştirme çabalarım da yok değil yoksa onu tüm olumsuzluklarıyla kabullenmem çok zor oluyor. 

Marakeş ile ilgili yazmaya devam edeceğim. Fotoğraf koymadığım için bir sürü mail aldım. Koyacağım elbette. Fotoğrafsız Marakeş yazısı olmaz:) Geç de olsa yazacağım o büyülü dünyayı..Şimdilik sadece bilgi amaçlı bir şeyler yazmak istedim hala merak edenler için. Bazen böyle oluyor işte neden bilmem insanın bir müddet yazası gelmiyor, kaçıyor o istek, ama sonra bir geldi mi pir geliyor. Her gün yazasım var artık:) Yaşasın!!!

1 Eylül 2011 Perşembe

Casablanca

Bayram tatilimiz ilk defa böyle uzun olduğu için bu fırsatı değerlendirelim ve bir Fas turu yapalım dedik. Dört günlük tatili böyle değerlendirmek güzel bir fikirdi hem de büyük bir heyecanla görmeyi beklediğim Fas için nihayet fırsat yaratabilmiştik.

Şu anda Casablanca'dayız. Programımızı iki gün Casablanca, iki gün Marakeş olarak yaptık. Dün ilk günümüzdü, çabucak geçti bile. Casablanca'yı Tunus kadar beğenmedim ne yazıkki. Üzücü oldu biraz benim için. Bayram dolayısıyla yine merkezdeki çoğu dükkan, çarşı kapalı. Yalnız akşam inanılmaz kalabalıktı. Herkes kendini sokaklara atmıştı. Tunus'ta sokaklar bile yasemin kokuyordu öyle güzeldi ki. Casablanca sokakları ise sidik kokuyor leş gibi. Çok üzüldüm böyle olduğuna, çünkü Casablanca özel ve güzel bir şehir aslında. 

Dünün en güzel kısmı Casablanca filmindeki Rick'in barına gitmemiz oldu. O ruhu hissetmek harikaydı. Tümüyle korunmuş, çoğu şey aynı duruyor. Televizyonda devamlı Casablanca filmi oynuyor, bu yüzden oradan da karşılaştırma yapabiliyorsunuz. Detayları daha sonra fotoğraflar eşliğinde yazacağım.

Bugün de okyanusa yüzmeye gideceğiz. Hava kapalı olmasına rağmen bir plaj bulmayı ve orada günü geçirmeyi planlıyoruz. Yemek için Mc Donalds ve KFC bulduk ve tabi kaçırmadık. Uzun zaman olmuştu yemeyeli harika geldi o yüzden. Bundan sonraki durağımız Marakeş. Oraya dair umutlarım büyük. O çarşılar, sokaklar, evler eminim ki harika olacak. Gezilecek yerler listemi güncelliyorum ve her gittiğimiz yerin üzerine çizik atıyorum. 

Yeni fotoğraflarla yeniden görüşmek üzere..
Herkese Casablanca'dan sevgiler.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Şehir fırsatları ile ilgili yeni bir keşif



Bana gelen bir mail sayesinde yeni bir site keşfettim ve sizlerle paylaşmak istedim. Bütün şehirleri içeren fırsatlar olması ayrıca dikkatimi çekti. Grup Satın Alma Sitelerinin  ve Özel Alışveriş Kulüplerinin Günlük Kampanyaları tek bir noktada toplanmış. Şehirlerdeki indirimler, fırsatlar tek tek yazıyor. Ben yurt dışında olduğum için şu ana kadar bu sitelerden pek yararlanamadım ama yararlanan pek çok arkadaşım var ve çok memnun kaldıklarını anlatıyorlar.Tatil fırsatları, restaurant, eğlence, aktivite, eğitim fırsatları, sağlık ve güzellik fırsatları, sevdiğiniz markaların indirimli ürün satışları gibi pek çok şey mevcut. 

Bence incelemenizde yarar var. Hem bir blog adresi de var. Blog olduğunu görünce daha memnun oluyorum çünkü orada detaylar mevcut. 


Bu siteyi bana haber veren ve tanıtan Yasemin Hanım da son derece sıcak kanlı bir bayan. Memnun kalacağınıza inanıyorum. Bence tatil için, yemek için, arkadaşlarınızla buluşmak için hala plan yapmadıysanız hemen göz atmanız da yarar var, hatta belki sizi değişik bir fırsat bekliyordur kimbilir:) Hayat süprizlerle dolu:)

Not: Eğer bu adresten yararlanıp güzel deneyimler edinirseniz benimle de paylaşırsanız çok memnun olurum. Zira ben de yakından takip etmeye kararlıyım. 

Mutlu kalın:)

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Beton Kıyamet

İnsan ne yazacağını bilemiyor, içinden, aklından geçen onca şey varken. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen, acılar, anılar, yaşanan her şey dün gibi. Kimisi unuttu gitti tabi, sadece bir tarih kaldı aklında,bazen onu bile hatırlayamıyorlar ya, kimisi hala unutmaya çalışıyor, kimi yaşadı o anları; hayatı, benliği yarım kaldı, kimi de şükrediyor yaşamadığı için. Ben yaşamayanlardanım. Ama her şey aklımda kazılı; gördüklerim, duyduklarım, hatırladıklarım hep içimde. 

Otobüste gidiyorduk Bodrum'a doğru. Kulağımda walkman vardı Şebnem Ferah dinliyordum Bugün çalıyordu, O albümü çok sevmiş olmama rağmen bir daha hiç dinleyemedim. Radyodan duymuştu şoför. Bütün otobüs kulak kesildi, kimi ağladı, kimi hemen telefona sarıldı. Annem ve anneannemle gidiyorduk biz, babam İzmitteydi, babaannem halam, kuzenim, tanıdıklarım, arkadaşlarım, akrabalarım. Radyodaki adam İzmit haritadan silindi dedi hiç unutmuyorum. Pek idrak edememiştim ilk anlarda, küçüğüm de tabi. Babama ulaşamamış, İzmir otogarında bavullarımızı indirmiştik geriye dönmek için, o sırada telefon çaldı ve babam sakın gelmeyin gidin dedi. İyi ki dönmemişiz, zaten dönemezdik sanırım. Babam geldi yanımıza sonra ama ne zamandı hatırlamıyorum. Bodrumda bir gazinoda televizyon izlemiştik günlerce. Bir arkadaşımı görmüştüm haberlerde atv'deydi, annesi göçük altında kalmış başında bekliyordu sağa salim çıksın diye. O görüntüyü hiç unutamam. Tanıdıklarımız öldü o gece, arkadaşlarımız, yüzlerine aşina olduklarımız ve orada bir yerde olduğunu bildiklerimiz. En yakınlarımız sağ idi çok şükür. Eve hiç dönmedik, sadece uğradık, o yerle bir olmuş halini gördük eşyalarımızın, dağılmış kitaplarım, kırılan biblolar, düşen televizyon, çatlayan duvarlar. Neyse ki sadece bundan ibaretti bizim için. Kötü haberler ardından geldi zaten. Dönerken Yalova'da gördüğüm manzarayı da hiç unutamam. O koca koca binalar nasıl da yer ile bir olmuştu. Nasıl da kat kat dökülüvermişti. Hayalet şehir gibi, duvarların arasından perdeler sallanıyordu sadece, evlerin eşyaları dışarılardaydı, hayatımızın korku filmi çekilmişti. İç kısımları hiç görmedim, sadece binaların iskeletleriydi gördüğüm ama çok hikaye dinledim, çok ağlamaya tanıklık ettim. Bildiğimiz tanıdığımız insanların öldüklerini duyunca daha çok idrak ettim yaşanan şeyin tam bir felaket olduğunu. 

Yazlığa geçmiştik hemen. Yazlıkta bir arkadaşım vardı Kubilay. Son zamanlarda önceye nazaran daha da iyi anlaşıyorduk, yakınlaşmıştık. Eski arkadaşımdı zaten, çocukluktan. Gitmek istememişti Adapazarı'na o hafta. Annesi ameliyat olacaktı, denize girmek yazlıkta vakit geçirmek varken sıcakta Ada'da olmak istememişti ama gittiler. Yazlıktayken evleri hep kapalıydı. Ama herkes telaşta olduğu için sandım ki yakında gelecekler. Üç kardeştiler Kubilay, Tuba ve Altuğ. Hatta ben küçük Tuğba'ydım o da büyük olan. Öyle ayırırlardı sohbetlerde bizi. Bir zaman sonra arkadaşlarım beni yanlarına alıp o çok da hatırlamadığım konuşmayı yaptılar. Sadece belli noktaları aklımdadır. Meğer onlar ben bilmeden çoktan gitmişler buralardan, o korkunç gecede. Bazen düşününce hala inanamıyorum. İlk zamanlar köşeyi dönünce karşıdan çıkacak, evlerinin yakınından geçerken balkondan bakacak sanıyordum. Hatta bazen kalabalıklarda aradığım oluyordu. Öyle olmadı tabi. Şimdi düşündüğümde yüzünü bile zor hatırlıyorum arkadaşımın, üzülüyorum. Ben de bir fotoğrafı bile yok. Annesi hastanede olduğu için kurtuldu ama arkadaşım Kubilay, ablası Tuğba, kardeşleri Altuğ ve babaları o gece depremde öldüler. Bir aile yok oldu, geriye cılız bir yaprak gibi, kurumuş,yıpranmış bir kadın kaldı, artık anne bile olmayan.

Yazlıktan ayrılmadan evvel ne sohbetler etmiştik oysa onunla. Çok enteresan kelimeler çıktı ağzından, unutamadığım. Hani derler ya insan öleceğini hisseder diye belki o da anladı, istemedi gitmek o yüzden ama karşı gelemedi. Üniversiteyi kazanmıştı KATÜ Tıp. Hatta ben ona fal bakmıştım orada bile görmüştük:) Ayrılmadan önceki gece ne alakaysa helva yapmıştı annesi, balkonlarında oturup yemiştik gülerek, o sırada benim helvamı mı yiyoruz gibilerinden saçma sapan konuşmuştu, kızmıştık ona. Hatta beni eve bırakırken o hala hatırlayamadığım şarkıyı birlikte bağıra çağıra söylemiştik kısacık yolda, gecenin bir yarısı. Bolca gülümsemiştik, görüşeceğimize dair konuşmalar yapmıştık. Hatta çok sevdiğim ve ondan defalarca istememe rağmen bana bir türlü vermek istemediği gömleğini o gece durup dururken çıkartıp bana vermişti hatıra kalsın diye. Tüm bunları düşündüğümde irkiliyorum, üzülüyorum. Ben de git demiştim ona, bir hafta hemen geçer demiştim,annesi yalnız kalmasın diye. Demeseydim keşke diye düşündüm hep,çok ağladım. Annesinin perişanlığı da gözümün önünden gitmiyor, beni görmek bile istememişti, hele adımı duymak nasıl da içini acıtıyordu. Tanrım ne büyük yıkım, nasıl bir felaketti. Onunla olan tüm anılarım, konuşmalarım hepsi bir anda yok oldu sanki, bir daha yerine gelmemek üzere.

Yazlıkta kalıp bir müddet sonra Ankara'ya gittiğimizi hatırlıyorum. Dershaneye yazılmam gerekiyordu üniversite sınavı için, oysa her şey önceden hazırdı ama bir anda yok oluverdi, İzmit'te hayat durdu. Babam, babaannem, halam onlar bir süre çadırda yaşadılar. Babamın halleri gözümün önünden gitmez, o yüz ifadesi, o korku, o sesinin titreyişleri. Kuzenim yani Tuay Ablam o anın etkisinden kurtulamadığı için bir daha İzmit'e dönmedi. Ankara'da yaşadı. Teyzemler onlara birlikte Ankara'ya yerleştiler. Onların da hayatları yarım kaldı, arkadaşları, anıları geride kaldı, hep özlem duydular yıllarca. Kimi arkadaşımın evleri yıkıldı, amcamların evleri de öyle, çıkartabildikleri eşyalarıyla başka bir eve yerleştiler, arkadaşlarımın aileleri öldü, bir başlarına kaldılar hayatın ortasında. Biz şanslı olan taraftık bir bakıma, tüm olanların uzağında kalabildik, bir yanımız ama hep orada. Bizde Ankara'da bir deprem ihtimaline karşı hazırladığımız çantamız yanı başımızda uyuduk, uyandık bir zaman. Tedirginlik içimizden hiç gitmedi ki.

Şimdi bakıyorum şöyle etrafıma kimse benim gibi düşünmüyor, üzülmüyor, içinden ağlamıyor sanki. Bugün gazeteleri okurken de gördüm yazarların çoğu depremle ilgili bir şeyler yazmamışlar, bazıları tek kelime bile etmemiş hatta. Bazen uzun uzun bağırmak, ağlamak istiyorum tüm tanıdığım ve tanımadığım insanlar için ama yapamıyorum. Öyle bir acı ki aslında insanı ağlatamıyor bile. Ben yaşamamama rağmen bu denli etkilendiysem yaşayanlar ne yapsınlar.

İzmit'e ne zaman gitsem ürkek bir çocuk gibi oluyorum özellikle gece yarılarında. O anlatılan hikayelerin kahramanları rüyalarımı basıyor. Orada hayatı bitenleri düşünüyorum; ben üniversiteye gittim, hayatı öğrendim, çalıştım, okudum, aşık oldum, evlendim ya onlar, çocuk olanlar ama okula gidemeyenler, evli olanlar ama tadına varamayanlar, gençliğini yaşayamayanlar, evlatlarını göremeyenler; bir çığlıkla, belki de sessizce, yarı çıplak, belki sevdiğinin koynunda, hazırlıksız gittiler.Bir daha asla göremeyecekler sevdiklerini, havayı koklayamayacaklar, denize ulaşamayacak yolları, öpüp koklayamayacaklar çocuklarını çünkü çocukları olmadı hiç onların, bilemeyecekler o sevgiyi,annelerini anlayamayacaklar, sevdikleri yemekleri yiyemeyecekler, sinemaya gidemeyecek,sevdikleri yazarları okuyamayacaklar,çocukluk anılarını düşünüp hüzünlenemeyecek, yaz tatilini özlemle beklemeyecekler kışaylarında, baharda aşık olamayacaklar,dünyanın nasıl değiştiğini göremeyecekler, onlar bizim şu anda bildiğimiz pek çok şeyi hiç bilemeyecekler. Onları kaybettik ama kendimiz için olduğundan çok, kaybettikleri hayatları adına da üzülüyorum onlar için. Onlar hayallerini, ideallerini, geleceklerini kaybettiler.

Biliyorum ki yarın yine böyle bir felaket yaşasak göreceğimiz manzara aynı olacak. İnanmıyorum yapılanlara, düzeltilenlere çünkü hepsi yalan. Çatlaklar yamandı, badana yapıldı binalar, süslendi, hasarlı evlere sağlam raporları alındı, yıkılanların yerlerine yenileri dikildi, yeni yapılanlar yine uzun uzun binalar, hala gökdelen yapma derdinde millet, bir de Yalova'ya nükleer santral yapacaklarmış, olası bir depremde Marmara ortadan kalksın diye herhalde haince kurgulanmış bir senaryo bu başka türlüsü olamaz. Nasıl da kendi sonumuzu kendimiz hazırlıyoruz. Akıllanmayacağız. Sadece hatırlamak, anmak ve üzülmek de yetmiyor işte. Bir daha olduğunda hazırlıklı olmak, gücümüz yettiğince dayanmak, hayata tutunmak. Ne zaman anlayacak bunu milletimiz çok merak ediyorum, daha kaç felaket yaşamak gerekecek düzeltebilmek için bazı şeyleri. İçimizdekileri onarmak yetmiyor, hayat dokunduğumuz gibi, gerçek; ve onun gerçekliğinde beton binalar, ağır kolonlar, gri moloz parçaları, toz bulutları, kesif kokular, kısık iniltiler ve kocaman yalnızlıklar var..

17 Ağustos 1999 Marmara depreminde ölen herkese Allah'tan rahmet; yakınlarına da baş sağlığı diliyorum ve acılarının geçmediğini biliyorum. 

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Cezayir ekmekleri

Cezayir'den yeniden merhaba;
Günler yine aynı seyrinde devam ediyor bu kıta'da. Gündüzleri güneşin en yakıcı saatlerini, akşamsa kışa davet çıkartan rüzgarların özgürlüğünü ilan ettiği saatleri yaşıyoruz. Bir Cezayir klasiği diyebilirim. En azından bizim için. Bu ülkede yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hala bilmiyorum. Kelime bulamıyorum ifade edecek. İnsanı huzurla ve durgunlukla sersemletiyor, bir anda karşınıza çıkarttığı güzelliklerle hayallere daldırıyor, hem acıtıyor hem avutuyor. Ben diyeyim bir yanı Ege bir yanı Karadeniz bu ülkenin. İçindeki iki ayrı ruh var, hatta belki de daha çok...

Cezayir'i daha açık ve tane tane anlatmaya karar verdiğimden beri bu yazıları yazmaya başladım. Her şeyi parçalar halinde anlatmak daha güzel oluyor. Cezayir'i bölümlere ayırıp belki de en sonunda yeniden bir bütün halinde ele alabilirim. Çok noktası var anlatılması gereken. Ufak notlar alıyor, unutmamaya çalışıyor ve araştırıyorum. Sadece tecrübelerimden yola çıkarak yazamıyorum çünkü dört senedir burada yaşamama rağmen, içinde bulunduğumuz koşullar nedeniyle, görmediğim çok fazla yer, tatmadığım bir sürü lezzet, ayak basmadığım bir süsü sokak, tanışmadığım bir sürü insan ve onların hikayeleri var. Fotoğraf da çekemiyorum epeydir. Zaten bu ülkede benim için en büyük sorun bu herhalde. Biraz cesaret eksikliğim var. Oysa burada da fotoğraf okulları var geziler düzenleniyor, bir sürü insan ellerinde koca koca makinelerle ortalarda dolaşıyorlar. Ben yine de yapamıyorum hem zamanım yok, hem yalnızım, hem de fransızcam henüz yeterince iyi değil. İnternet, bildiğim bazı şeyleri görsel olarak da size anlatmam için inanılmaz büyük bir yardımcı. Google'a bayılıyorum mesela. Bazen beni çileden çıkartsa da benim en büyük destekçim o. Genelde, bulduğum fotoğrafların adreslerini, çeken kişilerin bilgilerini paylaşıyorum ama bazen de atlayabiliyorum, tabi bunu da belirtiyorum beni emek hırsızı sanmasınlar diye. Ben sadece iyi bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Her fırsatta da bunu dile getiriyorum.

Şimdi başlıyorum bu yalnız ve uzak ülkenin ekmeklerinden bahsetmeye. Ekmekleri her zaman çok sevmişimdir, daha sevdiğim pek çok şey gibi. Bazen durup dururken burnuma taptaze ekmek kokusu gelir. Çocukluğuma gider orada dinlenirim. Ekmeği ve kokusunu sanırım bana geçmişimi hatırlattığı için seviyorum. 

Bu görüntüye bayılıyorum. Pazarları ve bunlar gibi sokak tezgahlarını çok seviyorum. Orada dolaşmak harika bir duygu. Ben böyle bir yeri Cezayir'de sanırım sadece iki defa gördüm ama unutamadım. Bu fotoğrafı Alger forumlarından birinde bulmuştum yanlış hatırlamıyorsam Cezayir ekmek pazarı adı altında. Tam olarak yerini kestiremiyorum. Bu yeri keşfettiğimde ilk işim soluğu orada almak olacak. Cezayir'de ekmekler fırınlarda, marketlerde, manavlarda, büfelerde satılıyor. Fırından sıcak ekmek alabiliyor olmak büyük bir lüks. Uzun zamandır ben bu lüksten mahrumum. Bir defasında ekmek hamuru almak istemiş, ne için istediğimi anlatana kadar akla karayı seçmiştim. En sonunda fırıncı yaşlı amca pizza yap bununla deyip elime tutuşturmuştu hamuru. Üstelik yabancı olduğum için para da almamıştı. Şimdi evimizde kalmadığımız için fırına da gidemiyoruz ne yazık ki. 


Bu el bir Tuareg eli. Onlar çölde ekmeklerini böyle pişiriyorlar. Bir keresinde Boumerdes sahilinde ekmek pişiren bir Tuareg görmüştüm umarım yeniden görebilirim günün birinde.


 Bazen pişirdikleri bu lavaş benzeri ekmeğin içine diğer fotoğraftaki gibi zeytin, nane, limon veya patates, acı kırmızı biberden yapılan sosları Harissa'dan da koyuyorlar. 


Bu fotoğrafta gördüğünüz ekmeğe tava ekmeği de diyebiliriz. Tencerede pişiriliyor. Hamur açılıp üzerine zeytinyağlı, karabiberli ve salçalı karışım dökülüp, şekil verilip tavada pişiriliyor. 


Soldaki fotoğrafta yine ev yapımı, badem taneleri ile süslenmiş ekmek görüyorsunuz. Yanında da yine adı Khobz El Dar  olan ev yapımı ekmek var. Khobz El Dar zaten yazıdan anladığım kadarıyla ev yapımı ekmek demek. Bu görseli çok severek takip ettiğim bu blogdan aldım. Ekmeğin içinde yine irmik var. Genelde un ile karışık irmik kullanıyorlar. Ayrıca anason tohumları, portakal aroması, tereyağ, süt, tuz ve tabi kabartma tozu. Maya kullanmamışlar. Piştikten sonra bal ile servis yapmak genel bir adet. Tatlıların şerbetlerini bile şekeri kaynatarak değil de bal koyarak yapıyorlar. 


Soldaki açmaya benzer ekmek ise oldukça lezzetli görünüyor , hiç tatmamış olmama rağmen fotoğraftan böyle hissettim. Bu ekmeğin adı Caak diye söyleniyormuş. Şekerli bir tadı varmış ve içerisinde rezene, susam taneleri, portakal çiçeği suyu denilen bir şey varmış. Bu,portakal çiçeği suyunu hep tariflerde okuyorum bir çeşit aroma diye düşünüyorum bizim keklere kattıklarımız gibi. Enteresan bir lezzeti olduğuna eminim. Cezayir ekmeği yapacağım ilk gün bu tarifi denemeyi düşünüyorum. Bu tarif için yine bu blog'a bakabilirsiniz. Yan fotoğraftaki ekmek ise M'semmen veya Mhajebs. Daha gözleme tarzında bir ekmek, biraz da kıtır olabiliyor. Yine de o zaman bile oldukça lezzetli. Yalnız yağlı olduğuna dikkat çekmek isterim. Hazır pakette satılanları da var. Denemeye değer. Acı salça, acı biber veya kıymalı yapılan çeşitlerini ben oldukça leziz buluyorum. 

Bu fotoğraftaki ekmeğin adı ise doğru anlamışsam eğer Kesra. Aşağı da da değişik fotoğraflarını göreceksiniz. Yeşil tabaktaki de onun incesi. Ben onu daha çok Katmer'e benzetiyorum, çünkü sıkı bir yapısı var. 



Yukarıdaki fotoğraflardaki ekmekler de Cezayir ev ekmekleri. Krep bile diyorlar:) İsimlerin çok fazla önemi yok sanıyorum onlar için. Çünkü bazen içinden çıkamıyorum neye ne ismi verdiklerinin. Bir ekmek ismini başka bir yerde değişik isimle gördüğüm çok oluyor. Cezayirli arkadaşlarıma sorduğumdaysa ikisi de olur diyorlar. Lavaş benzeri bu ekmekler, yine domatesli acı sos ile, meyve ile ve tereyağı ve bal ile de yenebiliyor.


Gözlemeye benzediği için ben en çok bu Mhajebs'i seviyorum. Evde istediğiniz malzemeyi içine koyarak yapabilirsiniz. Yan fotoğraftaki de susamlı çörekotlu beyaz ev ekmeği. O fotoğraf ve diğerleri için bu adrese göz atabilirsiniz. 



Bu yukarıda bahsettim Kesra isimki ekmek, böyle özel bir tabakta pişiriliyor. Bu tabağa da Tajine deniyor. Yani sadece üzerinde kapağı olan, televizyonda gördüğümüz desenli tabağa tajine denmiyor. Genele içine yemek konulan her kap için kullanılabiliyor bu kelime. 


Hazır olarak pakette satılanları da bunlar. İnce baklava hamurundan, milföy hamuruna kadar çeşit de bulabiliyorsunuz rahatlıkla..

Yeni yazımda börekler ve kreplerden bahsedeceğim. Mutlu kalmaya devam edin..
Norman Cousins şöyle demiş: Yaşamın trajedisi ölüm değil, yaşarken içimizde ölmesine izin verdiklerimizdir.

4 Ağustos 2011 Perşembe

Cezayir pastaneleri, çörekler, tatlılar ve kurabiyeler

Cezayir hakkında bilgiler vermeye devam ediyorum severek. Aldığım mailler de beni çok güzel motive ediyor. Daha fazla fotoğraf görmek ve Cezayir ile ilgili bir şeyler öğrenmek isteyen insanlar o kadar çok ki. Tabi Cezayir hakkında kaynağın az bulunması da büyük rol oynuyor bu durum üzerinde. Bana arkadaşlarım 'Cezayir Fahri Büyükelçisi' diyorlar. Açıkçası ben de çok keyif alıyorum bu durumdan, mutlu oluyorum siz güzel şeyler yazıp, yazdıklarıma ilgi gösterdiğinizde. 

Bu yazıda Cezayir'in geleneksel ve modern tatlılarından bahsedeceğim sizlere. Birbirinden renkli ve ilginç şekilleri olan tatlılar göreceğiz. Bir şehri, bir kültürü tanırken yemeklerini öğrenmek büyük bir adım bence. Hele değişik lezzetler keşfetmenin ve o muhteşem kokuları hafızalarımızda saklı tutmanın güzelliği tarif edilemez. 


Bu fotoğrafta çok sık karşılaştığımız geleneksel tatları görüyorsunuz. Soldan başlayarak minik çiçekli tabaktaki tatlının ismi Makroud, ortadaki tatlı ise yine makroud fakat şekil olarak farklı. Sağdaki ise Cezayir'de çok bilinen ve pek yerde karşımıza çıkan bir lezzet Kalb Louz. Cezayir'lilerin çok sevdiği bir tatlı. Ve bu kültürün demirbaşlarından. Makroud aynı zamanda Fas şehrinde de tüketilen bir tatlı. Kültürler benzeşik olduğu için yiyeceklerde de ortaklık fazla. Makroud irmikten yapılıyor, taneleri orta büyüklükte olmalıymış ama burada irmikler çeşitleniyor, kalın, ince ve orta olarak. Bal ve tereyağı da ana malzemesi. Kalb louz ise bizim revanimize ve aslında daha çok şambali tatlısına benziyor. Revani biraz daha yumuşak olabiliyor çünkü, şambali ise biraz daha ağdalı ve sıkı oluyor. Ben kalb louz'u seviyorum. Tabi güzel yapıldığı taktirde. İçine badem tozu da koyuluyor. O da farklı bir tat veriyor tabiki. Denemeye değer. 


Soldaki fotoğrafta gördüğümüz tatlı içi marmelatla doldurulmuş kurabiye. Bizim kurebiyelerimizden farkı yok, içine istediğiniz reçeli veya marmelatı koyabiliyorsunuz. Ortadaki ise milföy hamuru ile yapılıyor, yine içine marmelat koyulmuş hali de var. Aslında yaratıcılığınıza kalmış, burada hurma veya bal da koyuyorlar. Ben seviyorum. Gerçekten puf puf oluyor. Zaten tasty puff pastry deniliyor ki bu da leziz milföy hamuru demek. Milföy de puf puf oluyor:) Ben ama içinde tuzlu malzemeler olan milföy börekleri daha çok seviyorum. Yine de nutella ile de deneyin derim sıcakken süper bir lezzet. Sağ fotoğraftaki ise bir nevi ay çöreği. Üzerinde badem taneleri var incecik. Bizim ay çöreği kadar lezzetli bulmuyorum ama değişik bir tat uğruna denenebilir. 


Cezayir'de en çok sevdiğim tatlılar bunlar işte. Yalnız şu ana kadar yediklerim hep görüntüden ibaretti. Yani güzel görünümlerinin ve özenli duruşlarının dışında tatları pek damağıma hitap etmedi. Daha çok pastaların üzerlerinde süs amaçlı kullanılan şekerlere benzer bir tatları var. Ama istisnalar da vardır elbet. Yine de tüm bu süs, motifler insanda daha çok almaya yönelik hisler uyandırıyor. Her renkten her desenden almak istiyorsunuz. Bence Türkiye'de de böyle şekilli kurabiyeler, çörekler daha çok yapılmalı. Bu tatlıların özel isimleri var mı bilmiyorum ama geleneksel Cezayir tatlısı olarak anılıyor. Genelde de kutu içinde sunuluyor. Daha çok özel günlerde bunlardan tercih ediyorlar. Hem de renk renk kurdeleler ile süslüyorlar kutuları ve ufak da notlar oluyor içinde. Ben bayılıyorum. 


Soldaki fotoğrafta yine o sevimli kurabiyeleri görüyoruz değişik şekilleriyle. Kimisi bademli kimisi fındıklı ve üzerinde de kiraz şekeri var. Onun yanında sigara böreği var. Geleneksel bir ramazan tatlısı olarak sadece ramazan aylarında çıkıyor bu tatlı. Tatlı diyorum çünkü sigara böreği bizim yaptığımız gibi tuzlu değil. Üzerine tatlı şerbet döküyorlar. Ben sigara böreği delisi olarak her zaman yapılan peynir maydanoz karışımının haricinde bu yapılış tarzını bir türlü benimseyemedim. Pek yiyesim gelmiyor açıkçası. 

İkinci sıradaki ilk fotoğrafta yine milföy hamurundan bir tatlı görüyoruz. İçine elma, ceviz, hurma ve kıyma da koyuyorlar zaman zaman. Onun yanındaki tencerede ise bizim çok yakından tanıdığımız tel kadayıf var. Burada satılıyor genelde kasaplarda görüyorum ben. Özel bir zamanı yok ama her zaman bulunmuyor. Bazı marketlerde de zaman zaman rastlayabiliyoruz. 

Üçüncü sırada ise Zlabia ve Cezayir Baklavası var. Yayvan tepsideki yüksek dizilen tatlı zlabia. Tunus ve fas tatlısı olarak da anılıyor. Mayalı hamurdan yapılıyor ve içine boya katılıyor. Çok canlı renklerde olanları da var ve son derece sevimli görünüyor. Ama kızgın yağda kızartıldığı için fazla yağ çekiyor. Yine de buraya gelip tadına bakılmadan gidilmeyecek kadar dikkat çekiyor bana kalırsa. 


Bu fotoğrafları da alışveriş için çıktığımız sırada Tizi Ouzou'da çektim. Klasik bir pastane. Yalnız temiz ve arısız olanlarından. Kimi pastaneleri görmelisiniz, arı kaynıyor ve bu durum onlar için çok normal. Arılar yapılan tatlıların lezzetli olduğunu gösteriyormuş. Hatta bir keresinde paketlenen tatlıların içinden bile eve geldiğimde iki tane arı çıkmıştı. Türkiye'de olsa düşünemiyorum, hemen kapatırlardı herhalde pastaneyi. Sağ fotoğrafta stand'ta görülen pastalar da yine Cezayir pastaları. Güzel sunumlu olanları var. Ama pasta deyince aklıma ne yalan söyleyeyim bu pastalar gelmiyor. Kremaları çok acayip. Şu ana kadar harika ve hafif kreması olan bir pasta ne yazıkki sadece bir defa yedim. Genelde ya çok ağır ya çok yağlı ya da kokulu oluyor. 


Yine şekilli kurabiyeler, ayçörekleri ve milföyden marmelatlı tatlılar görüyoruz. Ben burada en çok satılan tatlıların altlarına koyulan danteli andıran kağıtları seviyorum. Ben de bolca edindim, servis yaparken son derece sevimli oluyor. Her renkleri var, pembesini bulduğumda sevinçten çıldırmıştım ve kocaman olanları da var hepsi mini mini değiller. Sanki masal kurabiyesi gibiler. 


Soldaki tombik kurabiyelerin ismi Ghribia. Tarçınlı veya bademli çeşitleri var ve yapımı da son derece basit. Bence asıl nokta onları öyle tombik yapabilmekte. Yine ortadaki fotoğrafta Zlabia var,  bu sefer üzerine beyaz susam serpilmiş haliyle. Sanırım onun da en zor kısmı şekil vermek. En sağdaki fotoğrafta ise tartları görüyorsunuz. Burada minik tartlar çok meşhur. Ayrıca çeşit çeşit tart kalıbı da bulabiliyorsunuz. 

Tart demişken; ben Cezayir'de en çok çilekli tart yemeyi seviyorum. Sidi Yahya'da çok güzel kafeteryalar var çilekli tart yapan. Sırf onlardan yemek için bazen onca yolu gidebiliyoruz. Evde de yaptım, hamurunu başardım ama içinin muhallebisi düşündüğüm gibi olmadı ne yazık ki.


Bu da bir Cezayir pastası. Yanındaki de çiğ yumurtadan yapılmış bir tatlı. Eşimin doğum gününde güzel bir restorant'ta servis yapmışlardı ben bayılmıştım. Bizde de yapılıyor aslında ama ismini bir türlü çıkartmadım. Bilen olursa bana yazın olur mu? Belki tarifini de bulabilirim böylelikle. 



Burada ise en başta bademler ile süslenmiş helva görüyoruz. Türkiye'de nasıl balık yendikten sonra sıcak helva yaparlar burada da aynısını yapıyorlar. Adı Temina. Yine orta büyüklükte irmikten yapıyorlar. Benim yediğim soğuktu ama sıcak da servis edileni var. Yalnız biraz kıvamlı oluyor sanırım içine tereyağını bolca koyuyorlar. 

Yanındaki fotoğrafta ise hurma tatlısını görüyoruz. İçine şam fıstığı veya badem yerleştiriyorlar. Onun yanındaki tatlı ise yine kalb louz. 


Bu da en sevdiklerimden. Normalde Türkiye'deyken fırından ekmek hamuru alıp bu süper leziz kızartmalardan çok yaparız kahvaltılara. Burada üzerine toz şeker serpiyorlar ve bazen şerbete de batırıyorlar. Tunus'a gittiğimizde de kaldığımız otelde sabah kahvaltısında servis yapmışlardı. Ben şerbete atılıp toz şeker ile tatlandırılmadan önce o ilk haliyle yemeyi tercih ettim alışık olduğum lezzetiyle. Yine de evde deneyebilirsiniz toz şeker ile de fena olmuyor. Bir de muffin var tabiki. Burada da yapılıyor, muffin kapları da her yerde bulunuyor, kağıt olanlarından tabiki. Üzümlü, çikolatalı, fındıklı pek çok çeşiti var. Ben sanırım iki kez yedim burada ama eminim pek çok pastane vardır başkentte muffin yapan. 

Çalışma arkadaşım benim için Cezayir yemekleri ve tatlılarının tariflerini içeren bir dosya hazırlamıştı. İlerleyen günlerde değişik tarifler de yazacağım. Bir başka yazıda da ekmeklerden, sulu yemeklerden, çorbalardan da bahsedeceğim. Umarım hoşunuza gider. Ramazan da da gelen misafirlerinize değişik tatlar ikram edebilirsiniz. Tariflere ulaşmak için verdiğim isimleri google'a yazmanız yeterli. Ben oradan da teyit ettim. Yine de isteyen olursa bana mail atabilir.