29 Nisan 2013 Pazartesi

Minik salyangozun hayatının bir dakikası

Bu sıra bizim buraları terk etti yine bahar, kışa mı döndük nedir? Yağmurları çok severdim eskiden ben ama artık sevmiyorum demek istiyorum. Burada yağmurlar başlayınca bitmiyor, çok inatçılar. O keskin inatlarıyla daha sıkı tutunmak istiyorlar yeryüzüne hiç gitmemecesine. Yağmurların en güzel tarafı toprağı misler gibi kokutması, güneşle birlikte yağınca o sihirli gök kuşağını bize göstermesi ve tabi minik salyangozların dünyamıza adım atmaları. 

Bu kasvetli ve biraz da soğuk zamanları elbette kitap okuyarak geçirmeye çalışıyorum. Bugün kış ruhuna epey bir bürünüp sıcak çikolata bile yaptım kendime. Ruh halim havaların etkisiyle nasıl bu kadar da çabuk değişiyor anlayamıyorum. İçimde durmadan dönen bir topaç var sanki ve midemi bulandırıyor. 

Fotoğraf çekmek yağmurlu zamanlarda zor da olsa eğlenceli oluyor. Minik bir belgesel çektik yağmur sonrasında. Minik salyangozumuzun hayatının bir dakikasına göz atmaya ne dersiniz? Onların da kendilerine göre hayalleri vardır belki de kim bilir? Bence en büyük korkuları da gelip birilerinin üzerlerine basacak olması korkusu. Ne kadar önüme dikkatlice bakıp onların yol üzerinden kaldırsam bile bazı zamanlarda içimi acıtan o ezilme sesiyle irkiliyorum. Doğa çok enteresan ve insan oğlu da çok cani. Keşke daha çok görebilsek böyle yakından onların hayatlarını belki o zaman daha yakın hissederiz kendimizi onlara.

İşte minik videom umarım seversiniz. 


Yeni videolarda görüşmek dileğiyle. Mutlu kalın. 

27 Nisan 2013 Cumartesi

Paris: Louvre Müzesi

Louvre müzesinin görmeyi heyecanla bekliyordum. Paris'in her yeri insana heyecan veriyor ama yine de insanın aklında daha öncesinden anlatılan bir kaç yer daha kalıcı etkiler bırakabiliyor. Teyzem yıllar öncesinde Paris'i gezdiğinde bana birkaç yerden bahsetmişti, Notre Dame, Louvre, Champs Elysee, Disneyland ve göremediği Versailles Sarayı. Bunlar diğer yerlere nazaran benim için daha ön planda olmuştu. Şu anda gördüğüm diğer yerlerde de bunların üzerine eklenince ayırım yapamıyorum inanın. Yine de Louvre Müzesi insanı çok etkileyen bir yer. Özellikle kocaman olması, eserlerin fazlalığı, odaların ihtişamı ayrı bir duygu yoğunluğu yaşatıyor. İlk defa bu kadar büyük bir müze geziyor olmanın da heyecanı ayrıca güzellik katıyordu kendisine. Müzelere ilgim her zaman çoktu. Üniversite yıllarında Anadolu Medeniyetleri müzesine arkeoloji bölümünden aldığım ders vesilesiyle her çarşamba giderdim ve saatlerce eserleri çizerdim, öyle büyük bir keyifti ki zamanın nasıl geçtiğini anlayamazdım. Ders bitiminde bile oradan çıkmak istemezdim hatta diğer dönem bile bu gidiş gelişleri alışkanlık haline getirmiştim haftada bir mutlaka giderdim. Yani beni bıraksanız ben her gün Louvre'un ayrı bir yerini keşfetmeye hazırdım. 


Buraya da gelmek diğer yerlere olduğu gibi kolaydı. İlk bakışta kocaman bir gar izlenimi uyandırdı bende. Kapısı, sütunlarındaki işlemeler çok göz alıcıydı. İçeriye giriş karanlıktı ve o karanlığın ucunda büyük bir ışık hüzmesinin içinden o çok sevdiğim piramit bana bakıyordu. O hissi tarif edemem. Da Vinci'nin şifresi filminden sonra da oraya gelince kendimi büyük bir keşif yapmış gibi hissettim ve delicesine gülümsedim. Bilmiyorum benden başka insanlar var mı bu derece etkilenen. Çok kez ağlamaya başlarım böyle anlarda, çünkü benim için değeri başkadır böyle yerler ile buluşmanın. Ama etrafımda gördüğüm kadarıyla kimse benim kadar etkilenmiş görünmüyordu. Yine de yolda yaşlı birini görüp de babaannesi, anneannesi aklına gelen ve salya sümük ağlayan biri olduğum için bu durumu yadırgamadım.






Müzenin içinden de avlu kısmı böyle görünüyordu ve pencereden bakıldığında üst fotoğraftaki minik karelerden oluşturulan bahçeyi görmek çok güzeldi. 



Nedense içeriye adım attığım andan itibaren filmdeki bazı detayları aradı gözlerim ama ya o anın heyecanından ya da yanlış hatırladığımdan pek öyle benzer kareler bulamadım. Sanki filmde daha farklı şekilde göstermişler gibi geldi ki nitekim öyledir herhalde kim bilir ne montajlar yapmışlardır o sahnelere. 




O kocaman piramitten içeri adımınızı attığınızda ki merdiven inerek üst fotoğraftaki ana salona ulaşıyorsunuz. Buradan bölünmeler başlıyor farklı salonlara. Mutlaka bir şeyleri es geçmek icap ediyor zaman kısıtlı olduğu için. Ben şimdiye kadar gelip de bir günde her salonu gezen kimseyi duymadım sanıyorum. Bana öyle geliyor ki zaten bir günde koca müzeyi de gezmek biraz imkansız :) Bir de telaş durumu olmasa şöyle eserlerin karşılarında oturup uzun uzun izleyebilsek keşke. Kimilerinde epey zaman harcadık ama yine de tatmin etmedi beni :)


Şu tavanı görünce insan kafanı şöyle bir çevirip de nasıl geçer gider. Olabildiğince içine girmek, tüm resimleri dikkatle incelemek, dokularına takılıp kalmak istiyorsunuz. Bir de beni en çok etkileyen yerlerden biri bu merdivenlerin sonundaki devasa heykel oldu. Uzaktan belki o haşmetli duruşunu kavrayamıyorsunuz ama yanına gidince bir anda kendinizi ufacık hissediyorsunuz inanın!Eserlerin detayları hakkında bilgi sahibi olmak için buraya ve resmi sitesine yani buraya bakabilirsiniz. 


Kanatlı Zafer Heykeli veya Kanatlı Zafer Anıtı denilen bu heykel, Yunan mitolojisinde zafer tanrıçası Nike'nin MÖ 3.yüzyıldan kalma mermer heykeliymiş. Başı ve kolları bulunamadığı için böyle sergilenmekteymiş. Daha detaylı bilgiye erişmek için buraya tıklayabilirsiniz. 


Böyle devasa odalarda devasa tablolar görmek ne müthişti. 


Üst fotoğraf bir kenar süsü alttaki ise bir tavan süslemesi. 


Burada da bazı hoşuma giden tabloları göstermek istedim sizlere. Tablolarda en çok sevdiğim özellik çok canlı olmalarıydı. Renkler çok güzeldi ve özellikle kadın portreleri inanılmazdı. 

  
Gelelim Mona Lisa'ya. Mona Lisa çok kıymetli bir eser. Biz de girişten sonra birkaç yer keşfedip direk Mona Lisa'ya yöneldik. Yalnız diğer tabloların yanında Mona Lisa beni biraz hayal kırıklığına uğrattı diyebilirim. Çünkü o kadar küçük ve uzaktı ki. Orada bir sürü değerli tablo vardı fakat hiçbiri onun kadar ulaşılmaz, donuk ve minik değildi herhalde. Ben de Mona Lisa amaçlı gittim aslında Louvre'a ama bilmiyorum neden bana görmeyi heves ettiğim kadar çok etkileyici gelmedi. Belki biraz daha yakın olabilsem, belki biraz daha inceleyebilsem, biraz daha temas kurabilsem ve onunla konuşabilseydim daha iyi anlaşırdık.


Üst fotoğraftaki altın renkli Medusa'ya benzeyen yüz formundaki süs bir masanın kenarındaydı. Epey eğilip büküldüm çekebilmek için o kalabalıkta. Altındaki ise bir kemerin görüntüsü. Hala nasıl yapıldıklarını düşünüyorum delicesine:)


Bunlar dinlenirken çektiğim fotoğraflar. Pencerelerin önüne koyulan güzel banklardan etrafı izlerken bu pencere kolları dikkatimi çekti. Çok güzel kulplardı. Keşke daha çok detay çekebilseydim. 


Burada da bir güzel işli kulp var. Bu şekilde açılan pencereler benim oldum olası ilgimi çekmiştir zaten. Yine o sevdiğim zambak arması da bir sütunda kullanılmıştı özenle..




Tavanın pencereli yapısı bir uzay üssü hissi yaratıyor insanda ama daha çok müzenin genelini düşünürsek zamanda seyahat gibi diyebilirim. Beni hep geriye götürdü. Zaten ne çok teknolojik şeyleri severim ne de çok modern sanat öğelerini, ben eskiciyim bildiğiniz herkes bana öyle der aklım da nostaljik ruhum gibi, modern yapımın altında bir gelenekselci barındırıyormuşum meğer bunca zamandır:)


Şu meleklerden evime de yaptırabilir miyim acaba? Böyle düşünen kaç kişi vardır ki? Bu muhteşem yere gidip, o harikulade eserlerin arasında kaybolmuşken beğendiklerinin hepsinin içinde yer alacağı devasa bir şatoda sonsuza dek onlarla iç içe yaşamayı düşleyen kaç kişi var, hatta vampir bile olmak istiyor olabilirim:):)



Bebek melek figürlerini pek sevmem ben, daha çok kadın melekleri seviyorum hatta belki biraz da düzgün formda olmayanları, yalnız Louvre'da gördüğüm bebek melekler çok farklıydı daha önce gördüklerimden sanki sonsuz kombinasyonları vardı hepsinin. 


Bu taçlar ise inanılmazdı. Üzerlerindeki taşların gerçek olduklarına inanasım gelmedi pek, büyüklüklerini göz önüne alınca dehşete kapılıyor insan. Ama Topkapı'da kaşıkçı elmasını gördüğüm andaki dehşetimi geçemedi taçlardaki bu süslemeler. 


Mısıra özel ilgi duyduğumuz için o alana geçiş yapmadan edemezdik. O kadar güzel ve çeşitliydi ki. İndiana Jones olmak istedim hemen oracıkta. Hatta bir zamanlar delicesine izlediğim bir profesör arkeolog bir kadının maceraları veriliyordu Trt'de sanırım işte o an o kadına dönüşmek ve eserlerin üzerindeki tüm yazıları çevirmek istedim teker teker. Mısır arkeolojisi dersi aldığım zamanlarda epey fikir sahibi olmuştum mısır yazılarının üzerinde ama çoğu bilgimi unutmuşum veya çok gerilere saklamışım. Rehber edasıyla az da olsa anlatmaya çalıştım bazı şeyleri ama ne kadar başarılı oldum bilemiyorum.


Bu mumyanın en çok elleri ilgimi çekti her ne kadar fotoğrafta kendini çok iyi yansıtamamış olsam da mumyanın gerçek olduğunu en çok parmakları belli ediyordu bana kalırsa.


Bu pozu vermeden olmazdı :) Seviyorum aynaların içinden kendimi fotoğraflamayı. Benim sevimli eşim de bir kedi delisi olarak aynı zamanda, kedi tanrıça Bastet'in  arkasından şirinlik yapmayı ihmal etmedi:) Kendi çapımızda eğleniyoruz işte biz de böyle:)



Sol alt köşedeki devasa tablo en sevdiklerim arasında, İsa'nın son akşam yemeği tablosu. Bir de tabi hemen yanındaki Mısır bölümünde bulunan hiyerogliflerle bezeli taş mezar harikaydı. 


Yine o harika kulpları olan pencerelerden dışarı baktığımızda gördüğümüz o göz alıcı masal dünyası. Bir müzeden çıktıktan sonra bile insanın kendini hala bir müzede hissedebildiği nadir yerlerden biri herhalde Paris. Bitmek bilmeyen bir sanat, bitmek bilmeyen bir heyecan, devamlı yenilenen içsel enerji, aşkla yoğrulan saatler ve ruhun su kadar dingin olması hali demek olmalı bu şehir. 

*Louvre ile ilgili şunları da söylemeliyim içeride fotoğraf çekmek yasak değildi, herkes çekiyordu ve kimse bir sorun çıkartmadı. Ayrıca çekilmediğine dair de bir ibare yoktu. Bazı bloglarda okudum gizli gizli fotoğraf çektiklerini şu anda öyle bir uygulama yok gayet rahat çekebilirsiniz istediğiniz her kareyi. Yalnız tripod götüreceksiniz bazı yerlerde sorun olabiliyor. Louvre'da olmadı biz götürdük ama Versailles Sarayında içeri almadılar tripodumuzu. Bir de uzun kuyruklar bekleyerek girmedik Louvre Müzesine, otobüsle gittik değişiklik olsun diye, sokakları izledik o koca camlardan, önünde indik ve o güzel sütunlu kapısından içeri girdik sonrasında da piramidin içine girdik. Bir tek sıra beklemedik diyebilirim. 29 Aralık 2012 Cumartesi günüydü. Ayrıca sabahın erken saatlerinde de gitmedik 12'ye gelmiyordu henüz sanırım saat ve akşam üzerine doğru da müzeden çıkmıştık. 

Hepsini en baştan yeniden anlatabilirim her gün...
Devam edecek...

Mutlu Kalın

23 Nisan 2013 Salı

Bugün 23 Nisan


23 Nisan'ı her zaman çok sevmişimdir. Uzaklarda olunca insan kıymetini daha çok anlıyor. Çocukluğumda gittiğimiz bayramları, neşeyle yaptığımız bayram hazırlıkları hatırlıyorum da ne büyük bir heyecan ne büyük bir sevinç kaynağı idi bizler için. Çocukların en mutlu günü. Büyüdüm kocaman oldum ama hala en sevdiğim bayramdır 23 Nisan. Sabahları hep 'bugün 23 Nisan neşe doluyor insan' şiiri le güne başlarım. Öyle laf olsun diye değil gerçekten de içim neşe dolar 23 Nisan'da. 


Memleketimde olup o kırmızı bayraklar asılmış sokakları görüp, o neşe içindeki çocukların gözlerine bakıp sevinmek isterdim. 

Bayram duygusunu, içimdeki o kıpırtıyı taa çocukluğumdan beri hissederim. Bu hissi her çocuk da tatsın, bilsin, öğrensin isterim. Şimdilerde bu güzel bayramımız statlarda kutlanamıyor ya artık içim sızlıyor. Oysa sabah kalkıp stada gitme telaşı ne kadar güzeldi. Oraların görkemi, kalabalıkların coşkusu, renk renk elbiseleri ile mutlu çocukların şarkıları şiirleri ne kadar da harikaydı. Hangi akla hizmet diyeceğim ama işte o akılların kime hizmet ettiğini de biliyoruz ne yazık ki.


İçimdeki çocukla umut etmeye devam ediyorum her gün. İlerde bir çocuğum olduğunda onu stat kutlamalarına götürmeyi hayal ediyorum. Ne olursa olsun içimizdeki bu sevinci, bu yaşama coşkusunu söndüremeyecekler. Çocuklar o gülen gözleri ile buna örnekler. 

Hepimizin, bütün çocukların, bütün ulusun 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun. Bu bayram tüm çocuklara ve içinde hep Atatürk sevgisini barındıran, büyüten, yaşatan çocuk ruhlu büyüklere Atamızdan en güzel armağan. Ne mutlu bize!


21 Nisan 2013 Pazar

Paris: Palais de Justice- La Conciergerie

Paris'te yolculuğumuza devam ediyoruz kaldığımız yerden. İkinci günümüzde Saint Chapelle'i gezdikten sonra kocaman bahçesinde turlamaya devam ettik.

Palais de Justice yani Adalet Sarayı Saint Chapelle ile aynı yerde bulunuyordu. Biz aslında orada olduğunu bilmeden gitmiştik ama bize güzel bir sürpriz oldu. Yine her zamanki gibi işlemeler, altın varaklar ile çok ihtişamlı görünüyordu. İçerisine girmedik açık mıydı onu bile şu an hatırlamıyorum herhalde ziyarete gelen insanlar yoktu. Sadece merdivenlerinde fotoğraf çektiriyordu turistler. Biz de turist olarak bir  hatıra fotoğrafı çekilmeyi ihmal etmedik.



 Saint Chapelle için sıraya girmeden evvel bu kapıyı görmüştük fakat adalet sarayının kapısı olduğunu bilmiyorduk. Biraz acemilik yaptık elbette ki :)



Paris'te çok sevdiğim bir diğer şey ise bu sokak lambaları oldu. Hele mavi gökyüzündeki beyaz bulutlarla  muhteşem yapılar bir araya gelince hep güzel görüntüler elde ediyor insan. 

Şu yaprakların, kral tacının ve çiçeklerin güzelliğine yakından şahit olmak büyük bir şans gerçekten de. Kalkan görünümdeki yuvarlak kısmın içindeki arma'da yine çok sevdiklerimden biri.



Melekler her yerde. Sanırım daha evvel bu kadar çok meleği bir arada görmemiştim. Bu estetik ve ruhla aynı gökyüzünün altında buluşmak insana her daim ilham veriyor. İnsan Paris gibi bir yerde yazar ya da şair olmaz da ne olur acaba?



Şimdi sıra La Conciergerie'de. Burası Mary Antoinette'in idamını beklediği yer olarak biliniyor. Eskiden hapishane olarak kullanılıyormuş. Şimdi büyük bir sanat galerisi. Notre Dame Katedraline çok yakın. Zaten metro kullanarak her yere ulaşmanın çok kolay olduğunu yazmıştım ama Paris'te yürümek de büyük keyif. Biz hayatımızda hiç bu kadar çok yürümemiştik. Pek çok birbirine yakın yere, ara sokakları da görmek niyetiyle hep yürüyerek gittik. 

Gördüğünüz gibi La Conciergerie kocaman bir yer. Gerçi içerisindeki harika eserlere takılıp bu kadar büyük olduğunu idrak edemiyorsunuz ama yine de büyük bir yapı olduğunu anlıyor insan duvarlarından, yüksekliğinden ve yürüme mesafesinden.


Tavanı özellikle benim çok ilgimi çekti. Biraz da Yerebatan Sarayına benzettim bu fotoğraftaki haliyle. Oraya gittiğimde epey küçüktüm ama içeri girdiğimde direk çağrışım yaptı. 




Burada da Marie Antoinette'in canlandırmasını görüyorsunuz. Biz bu hali ile görmedik ama beklettikleri özel yeri gösterdiler. 


İçeride hayran kaldığım pek çok eser vardı. Masal kitabından fırlamış gibi görünen kocaman kocaman kaleler, minik şatolar, şövalyeler vardı. Projektör ile tablolara yansıtılan görüntüleri özellikle çok beğendim. 


Kitaplar cam bölmeler ile korunuyordu. Çok da iyi oluyor böylesi yoksa benim gibi kitap delileri kendilerini alamayıp kesin koklamaya dokunmaya kalkarlardı. Yazılar öylesine büyüleyiciydi ki. O devirlerde yaşamak çok isterdim. Evimdeki bütün kitaplar böyle olsaydı keşke. Sayfaların kenarlarında altın varaklar vardı. Altın yaldızlar ile yazılan kısımlar vardı. Resimler zaten çok ilgi çekiciydi. Sayfaların inceliği ve yumuşaklığı baştan çıkartıyordu insanı. Yumuşak olduğunu nereden mi anladım? Hissettim. Sayfaları öyle inceydi ki insan dokunmaya kıyamazdı. O camın arkasından bile buram buram eski kağıt kokusu geldi durdu burnuma. 

Bu kitaplara da bayıldım. İkinci kitap bir masal kitabıydı Bluebeard (Mavi sakal). Charles Perrault tarafından 1697'de yayımlanan bir kitapmış. Detayları linkten okuyabilirsiniz. 


Burada da yine altından muhteşem bir kale, içinde de görebildiğim kadarıyla Paris'teki ünlü yerlerin (Notre Dame, Sacre Coeur , Saint Chapelle ) minik tasvirleri yer alıyor. 


Deniz manzaraları virane şatonun hayranı oldum. Yağlı boya bir tablo ve o kadar canlıydı ki. Denizin dalgaları insanı kendine çekiyordu. Renkler ve doku mükemmeldi. Aşağısındaki şatoyu da çok beğendim. O da bir el çizimi, renkleri ve muntazam çizgileri ile harikaydı.


Sanırım burada beni en çok büyüleyen ve dakikalarca başında kalmamı sağlayan şey bu Harry Potter'dan çıkmışçasına önümde duran kitaptı. Kitabın sayfaları aslında boş sadece yazılar var üst fotoğrafta görüyoruz. Alttakinde ise projektör ile resmin yansımış hali ile kitap bambaşka bir hal alıyor. Böyle bir şeyi ilk kez gördüğüm için öyle heyecanlandım ki anlatamam. Sayfaların geçmesini bekledim ve izledim çocuklar gibi. Çizimler de oldukça güzeldi. 






Bir de bu kaleleri ve şatoları çok beğendim. Ayrıca başka değişik evler, saraylar, şatolar, bahçeler vardı. Sindy bebek evleri, disney şatoları, legodan şatolar bahçeler de vardı. 



 Buradan da ayrılma vakti geldi de çattı çabucak. Daha bizi bekleyen bir sürü yeni yer olduğu için heyecanımızı koruyarak ilerlemeye devam ettik.


Bir sonraki yazımda yine bolca fotoğraf eşliğinde Paris'i gezmeye devam edeceğiz. Durağımız Louvre Müzesi olacak. Orada çektiğim fotoğrafları on ayrı postta yayınlasam yine de yetmez sanırım :)

Herkese mutlu bir hafta diliyorum.