30 Mart 2011 Çarşamba

Yine fimo, yine fimo

Bugün tuhaf bir rüyanın etkisiyle uyandım sersem bir halde. Rüyamda öyle çok ağlamıştım ki sanki gerçek gibiydi ve yorgun düşmüştüm. O yorgunlukla başladım güne. İçim çekilmiş resmen..Böyle zamanlarda güne başlama hevesi gelmiyor insana, o sıcacık yorgandan dışarı kendimi atmak eziyet gibi oluyor. Sonrasında hemen alışıyorum tempoya ama aklımın bir kenarında hep ona varmak kalıyor. Ahh diyorum bazen uykumu güzelce alamadığımda; keşke öğlene kadar çalışsak sonra iş olmasa. Hani İtalyanlar yaparlar ya aynen öyle..Ya da Cezayirlilerin yaptığı gibi. Dükkanlarını 12 dedin mi kapatıyorlar sonra 4 gibi falan açan açıyor, açmayan da o sabahın kazancıyla yaşamına devam ediyor. Bunlarınki sırf tembellikten, çalışmaya isteksizlikten, hayata karşı beklentisiz olmaktan. Öyle olmak değil tabi amacım. 

Dün yine kendimi tutamadım ve aldım fimolarımı önüme. Yaptıkça yapasım geldi. Dün Milli maç olduğu için beyler lokalde maç izlemeye oturdular ben de arkadaşım Ayşe ile evde takıldım. Ona da bulaştırdım sanırım fimo arzusundan. Birlikte sohbet ettik ve eğlendik. Kafamız dağıldı biraz iyi geldi. Zira bazen burada olmak bile insanın içini sıkabiliyor. Gün kötü başlamışsa, hava berbatsa, kimse işten kafasını kaldıramıyorsa veya bir problem varsa beter oluyor. Yoksa herhangi bir yerde olmaktan farkı yok. Aslında bazen nerde olduğunun da önemi olmuyor eğer mutluysan, huzurun varsa, sevdiğin yanındaysa ve koşulları güzelleştirebiliyorsan..Biz de elimizden geldiğince güzelleştirmeye çalışıyoruz yaptığımız minik şeylerle.

Bu sefer sanki daha kolay oldu benim için fimo ile upraşmak. Sanırım yavaş yavaş alışıyorum. O da bana alışıyor, hemencik kendini bırakıyor ellerimde:) Önceden fimoyu yumuşatmak için nasıl da savaşırdım adeta. Şimdi güzel ve sevimli şeyler üretmeye başladıkça daha çok fimom olmalı diyorum daha çoook..

İşte yeni fimolarım: Bu sefer kenarlarını delmeyi unutmadım, iğneyle deldim sonra minik halkalar geçireceğim içlerinden ve ta taaam kolye olacaklar veya başka bir aparat..


 Bu benim cici çikolataaamm. Bence epey de benzedi. Hatta bir ara ısırsam diye düşünmedim değil:)


Bu da süslü çaydanlığım.


Vee geçenlerde Gül Yılmaz'ın bir videosunu izlemiştim oradan esinlenerek bu bıçağı yaptım. Gül Hanım bıçağın kesme kısmını soda kutusundan yapmıştı ama ben elimde öyle bir şey olmadığı için aliminyum folyo'dan yaptım birkaç kere minik minik katlayarak ve makasla keserek..Bu arada mutlaka görmelisiniz Gül Yılmaz'ın harikalarını. Buradan bakabilirsiniz Facebook Sayfası ve Bloğuna...


Bu da yine internette gezinirken gördüğüm bir örnek. Kapı tokmağı :) Benim gördüğüm daha harika bir şeydi ama ben ancak bu kadarını yapabildim. Broş gibi kullanabileyim diye de arkasına siyah oval bir kısım yaptım kenarlarını da kafama göre yuvarladım..


 Bu da okuma koltuğum. Üzerinde miniş yastığı da var. Üst kısmında da halka takmak için deldiğim kısımı görüyorsunuz. 


Bu da içi kahve dolu bir fincan. Alttaki tabak önceden yaptığım tabak. Beyaz fimom bitmesin diye eski yaptığımı altına koydum. Pişince ikisi takım gibi olacak. Bunun da kenarından kulp kısmından halka geçirebilirim diye düşündüm. 

Aklımda yapılacak daha bir sürü fikir var. Öyle harika şeyler yapıyor ki insanlar bazen hayret ediyorum. Ama inanılmaz bir olay bence bu fimo. Biraz beceri biraz hayal gücü ve biraz da hırsla süper şeyler yaratılabiliyor. Bu yaptıklarım benim için şahsen çok değerli çünkü inanın bu kadarını bile çıkartabileceğimi düşünemiyor, ben hayatta öyle yapamam diyordum. Yapabiliyormuşum meğer :) Çok seviniyorum. Yeni yeni şeyler öğrenmek istiyorum. Türkiye'de olsam ama kesin bir gruba katılır veya bir kursa giderdim ya da Gül Hanım'ı arayıp sizin çırağınız olabilir miyim derdim :)

Mutlu kalın!

27 Mart 2011 Pazar

Yeni fimo denemelerim bisküviler, kekler ve totorooooo

Cuma günümüzü anlatmak istiyorum şimdi de size. Hep iki gün tatilin nasıl da güzel bir şey olduğunu düşünüyorum böyle zamanlarda. Yaşamayanlar bilemez bir güne insan neler neler sığdırmaya çabalıyor. Oysa Türkiye'deyken iki gün bile yetmez bazen insana. Burada zamanla da yarışıyoruz aslında. Zamanı kullanmayı öğreniyoruz. 

Uyandığımda saat çok geç değildi aslında. Kalkmak istemedim düşündüm, biraz hayal kurdum biraz sıcak yatağımın keyfini çıkarttım. Sonra salona gidip tv de müzik kanalını açtım, içimi güneşle, kuş cıvıltılarıyla ve müzikle doldurdum güne iyi başlayabilmek için. Giyinip odadan çıktım ve yemekhaneden maydanoz ve ekmek almak için çıktım. Sabahın o hafif serinliği yüzüme vurdukça daha da enerji doldum, o müthiş kokuyu çektim ciğerlerime. Biraz ağırdan aldım yürümelerimi. İyi geldi. Tabi kedicikler de benimle yürüdüler. Kampımızın kedileri yani bizim eski versiyonlar, şimdilerde büyümüş hatta kocaman olanlar..

Odaya geldiğimde eşim de uyanmıştı. Ben tabi hemen kahvaltıya giriştim. İnternetten görüp çok sevdiğim bir şeyi hazırlamaya karar verdim onun için. O baykuşları benim kadar sevmese de yine de kendi sevdiğim bir şeyi de hayata geçirmek hem de ona sunmak güzel olacaktı..Aslında yemesi de bir o kadar zevkli. Daha sonra o da benim için farklı baykuş versiyonları deneyeceğine söz verdi:)



İştee baykuşummm.. Afiyetle yenilesi bir şey oluyor. Denemenizi tavsiye ederim. Genelde anneler çocukları için hazırlıyorlar özellikle de yemek yemeyen çocuklar için. Ben de eğlence olsun diye hazırladım. Bir nevi pazar kahvaltısı sayılır tabi bizimkisi..

Şimdi de sıra büyük bir heyecanla yaptığım fimolarımda. İnternette hep görüyordum fimo ile yaratılan şaheserleri. Acaba ben de onlar gibi yapabilir miyim diye düşünüp duruyordum. Ve cesaretimi toplayıp yapmaya karar verdim bu tatil gününde. Başarılı da oldum diye düşünüyorum. Yalnız ilk deneme olduğu için kolye apartı olmak üzere kullanmak istediklerime delik açmayı unuttum. Belki onları sonradan delebilir ya da silikonlayabilirim tabi tutarsa. Olmazsa da şimdilik böyle kalsınlar. Bir dahaki sefer minik halkalar için delikler açarım artık..Bakalım beğenecek misiniz :):) 


Bunlar mini mini petit beurre bisküvilerim :)


Bu da en sevdiğim animasyon kahramanı tombik Totoroo. Miyazaki'nin harika animasyonlarından sadece biri. Onu eşim yaptı benim için. Bu hususlarda oldukça kabiliyetlidir kendisi. Ne yalan söyleyeyim bazen onu kıskanıyorum :) Ben de bir tane yaptım totoro o da aşağıda. Benimki kamyon çarpmiş gibi oldu :( Onu broş olarak kullanacağım sanırım yassı olduğu için. Henüz karar vermedim..






Şimdi de toplu geçit töreniii. Minik muffinlerimi de çok sevdim ben.Çilekli ve güllü iki tane yaptım.Beyaz olan yuvarlak şey tabak :) Bir de meyveli kurabiye var yanında bir dee kiraaaz:)

Bir soru: Piştikten sonra beyaz renk fimonun rengi epey açıldı bende. Bunun için yapılacak bir işlem var mı acaba? Bir cila ya da boya atmak gerekiyor mu? Yanımda öyle bir malzeme olmadığı için ben direk fırından çıktıklar gibi kullanmaya başladım.Beyazlar buzlu cama benzer bir hal aldı. Diğerlerinde bir sorun yok sadece parlamıyorlar hepsi o biraz matlar. Bu konuda bilgi alabilirsem ilgilenenlerden çok sevinirim..

26 Mart 2011 Cumartesi

Mistik Restaurant Tizi-Ouzou

Haftanın bizim için ilk gününe harika başladık bugün. Hava nasıl güzel anlatamam. Buradayken yani kamptayken yeşillerin, kuşların ve doğanın yanıbaşındayken güneş daha da mutlu ediyor insanı. Daha az çalışıp daha çok kendine zaman ayırmak istiyor insan. Sanırım en zor tarafı da bu. Penceremden o çizgi film bulutları gördüğümde içimde bir şeyler kıvılcımlanıyor ve kendimi toprağa, çimene bırakmak istiyorum. 

Cuma tatil günümüzdü bu hafta. Biz yine evimize gitmemeye ve tatilimizi kamptaki minik evimizde geçirmeye karar verdik. Perşembe akşamı şehre indik alışveriş yaptık ve yemek yedik eşimle baş başa. Zaten gidilecek çok fazla alternatif yeri olan bu yerde harika makarna yapan o en çok sevdiğimiz restoranta gittik. 'Mistik'. Eski yerini daha evvel blogda göstermiştim size. Şimdi mekan yeni bir yere taşındı, büyüdü, modernleşti ve güzelleşti. Hatta canlı müzik de var artık restorantta. Hem de son derece iyiler. Fotoğraflarla biraz tanıtmak istiyorum size bu yeri. Yalnız makinamız olmadığı için yanımızda cep telefonundan çektiklerime yetineceğiz şimdilik.


Restorantın giriş kısmı. Sağ tarafta da kocaman bir balık havuzu var. Biraz kasvetli bir hava esiyor gibi olsa da girerken içerisi hiç de öyle değil.


Buradan hoş bir görüntüsü olduğunu biliyorum. Bir çok restoranta göre iyi sayılır hatta. Yalnız böyle güzel bir yer olmasına rağmen masaların üzerindeki kağıt korumalara halen şaşırarak bakıyorum. 



Bu benim en sevdiğim makarna. Peynirli Penne. Birçok yerde yedim ama lezzetini en çok beğendiğim burası oldu. Gelenlere şiddetle tavsiye ederim. Penne au fromage :)


Bu da limon soslu ve maydanozlu tavuk. Sosu enfesti. Buradan bakında aslında görüntüsü çok basit fakat tadı damağıma layıktı. 


Bu da tavuğun yanında servis edilen safranlı pilav, kremalı karnabahar graten ve patates kızartması. Karnabahar oldukça lezzetliydi fakat buranın pirinçlerinin tadını sevmediğim için pilavı yemeği tercih etmedim. 


Bu da bir hatıra fotoğrafı. Mistik hatırası:)

21 Mart 2011 Pazartesi

Yaşam alanımız

Bugün yine günün yarısını yağmurlu diğer yarısını güneşli geçirdik. Geçip gitmedi hoş henüz ama öyle yazıverdim birden. Yine pencereden dışarıdaki yeşillere baka baka yazıyorum yazımı. Pencerenin yanında oturmak güzel. Sarı kedimiz Behlül de yine boş olan ofis koltuklarından birinde öğlen uykusunu uyuyor. Bir yandan da hayatından memnun olduğunu bize ısrarla göstermek istercesine gırrlıyor..

Bense az evvel bugün acil olarak yapmam gereken işlerimi bitirdim. Maillerimi yolladım. Şimdi ufak tefek şeyler kaldı sadece. Biraz stresim azaldı. Rahat rahat çalışmak en güzeli, bir yetişme heyecanı yaşamadan. Bloguma da zaman buldukça parça parça yazıyorum. Bilmiyorum Türkiye'de herkes okuyabiliyor mu? Açıldı dediler bloglar ama hala beni okuyamayanlar var. Artık nasıl bir çözüm oldu bu böyle anlayamadım. Şimdi biraz buradaki yaşamdan bahsedeceğim. Yeni yaşam alanımızdan. Minik evimizden ve sınırlı hayatımızdan. Aslında sınırlarımızın çok da geniş olmaması bazen iyi bir şey gibi gelse de yine de kendimi çoğu zaman şu tur reklamlarında hayatı haritada minicik bir alan olarak çizilen kadın gibi hissediyorum. Herşey hergün bildiğim gibi. Yine de güne iyi başladığım zamanlarda minik hazlar yaşıyor, yaşamak ne olursa olsun güzel diyebiliyorum. Burası bizim için bir test alanı gibi. Kendimizi sınıyor, sınırlarla yaşamaya çalışıyor, sabrediyor ve kendimizi kontrol etmeyi öğreniyoruz. Böyle düşünmek iyi geliyor. Çünkü bir sonu olduğunu ve bu zamanların geçeceğini biliyorum.


Burası evimizin bulunduğu şehir. Tizi Ouzou. Burayı seviyorum. Sokaklarını, içleri hınca hınç dolu olan minik dükkanlarını, renkli kapı önlerini v.b Şehir olmasını seviyorum. Az da olsa imkanları olmasını seviyorum. Bazen öyle bir an geliyor ki sadece oraya gidebilme ihtimalimiz olmasını bile seviyorum. İçinde bir sürü güzellik barındırıyor. Bu fotoğrafta gördüğünüz cadde en uzun ve bilindik caddesi. Burada bir sürü mağaza var restorant var bakkal veya manav var hediyelik eşyacılar, kumaşçılar, beyaz eşyacılar, var. Bir gün çıktığımda daha detaylı çekeceğim hepsini. Bu sadece başlangıç olsun şimdilik.

 Burası ofisin koridoru. Akşam geç bir saatte çektiğim için siyah beyaz yapma isteği geldi. Bu koridoru gün içinde kimbilir kaç defa arşınlıyorum. Sağlı sollu ofisler var. Prefabrik bir yapı ve işte ofisin tamamı bu kadar.
Burası da şu anda kaldığımız misafirhane. Ya da diğer adıyla bungalov. Pek bildiğimiz bungalovlar gibi olmasa da burada herkes bungalov diyor. Bizse pembe köşk diyoruz. Ne kadar ironik değil mi :) Evimizin civarının daimi kedisi behlül ve eşim. Yazın çok güzel oluyor. Hemen yan tarafta kocaman üzüm bağı var. Arkada ucu görünen yer mühendis lokali. Ve sol tarafta da böyle iki tane daha prefabrik ev var. İçlerini de çekip göstereceğim size. İki kişilik bir aile için; iç alanı da güzel değerlendirilirse pek sevimli ve kullanışlı bir yer olur. Tabi bizim yeni ev bu kadar yok. Bunun tamamı 80 metrekare falan. İki odası bir salonu açık mutfağı ve banyosu var. Bizim evde ise salon açık mutfak bir oda ve bir de banyo var. Toplamda 25 metrekare falan ediyor sanıyorum. İşte hala yapım aşamasında olan evimiz. Pembe olan gibi prefabrik değil betonarme.
Önünde yine verandası ve minik bir çimen alanı olacak sanıyorum. 

Burası salon kısmı. Hemen fotoğrafın sağ kısmı mutfak olacak kısım. Yani daha alan var sanmayın hepsi toplamda bu kadar. Görünen kapının sağ tarafını (bana göre sağ) buzdolabını falan koymak için kullanacağız. Kapıdan da yatak odasına giriliyor. Banyonun girişin yaka odasından ebeveyn banyosu usülü. Alan daha kullanışlı olsun diye içeriden açtırdık kapıyı. İyi de oldu bence. 

 Işıktan pek net çıkmasa da burası da yatak odası. Gündüz işçiler çalıştığı için çekemedim. Biraz alelacele oldu.
Bu da banyooooo.. Sağ tarafta duş yeri var. Bir lavabo ve bir tuvalet. Sanırım bir de çamaşır makinası için gider yeri olacak. Banyo aslında epeyce büyük. Yani eve göre kullanışlı. Dolap falan koysan sığar yani havlular için falan. Aslında bu ev tr de olsa ya da burada ikea olsa ve ben daimi burada oturacak olsam nasıl da güzel döşerdim şaşardınız. İkeada mini mini odaları evleri görüyoruz ya aynen öyle işte. Ben kendi kendime zaten hayaller kuruyorum bakıp eve. Bakarsınız burada kalacak olursak evimizi boşaltırsak gene kendi elimden geldiğince birşeyler yapar düzenlerim..

Evimizin şekli şemali yerine gelince ben yine fotolar koyarım. Bu yazı daha çok yeni yapılan evimizi merak eden annem ve babam içindi..

Mutlu kalın...

19 Mart 2011 Cumartesi

Alger merkezden görüntüler

Bugünlerde hava yine bahar gibi, mis kokulu, sıcak ve güneşli. Biz de bundan faydalanıp başkentin büyüsüne kendimizi bıraktık. Her zaman durağımız olan Didouche Mourad caddesine gittik. Sokaklar delicesine kalabalıktı. İnsanlar Türkiye'deki gibi telaştan ve karmaşadan uzak sakin bir şekilde sokaklarda dolaşıyorlardı. Onların bu kayıtsızlığı bazen çok hoşuma gidiyor. Sanki dünya yıkılsa umurlarında değil. Ama bazen de çok sinir bozucu olabiliyor. Örneğin eylemlerin olduğu zamanlardaki sessiz ve sakin tavırları beni deli etmişti. Her tarafta insanlar telaş içinde ne olacağını sorgularken onlar sanki bir şey yokmuş gibi rahatlardı.


Binaların mavi beyaz görünümü ve mimari güzelliği artık alışmış olmama rağmen beni hala cezbediyor. Büyük bir heyecanla izliyorum tüm detaylarını. Keşke daha çok vaktim olsa ya da daha sık gidebilsem. O zaman tüm günümü sadece fotoğraf çekmeye ayırabilirdim. Böyle kısıtlı zaman olunca insan etrafa mı baksın yoksa fotoğraf çekmeye mi çalışsın alelacele bilemiyor. 

Kuyumcular da başkentte son derece renkli. Bazen çok zevksiz olduklarını düşünsem de şimdilerde daha büyük bir ilgiyle inceliyorum vitrinleri. Aslında o kadar da kötü olmadığını görüyorum. Örneğin bir şey demesinler diye telaştan net çekemediğim sağ taraftaki Fatma'nın eli olan kolye ucuna bayıldım. Bu figürü hep beğenirdim ama buraya geldikten sonra daha çeşitli versiyonlarını görüp hayran kaldım. Neredeyse her kuyumcuda var. Bereket sembolü olarak kullanılıyor. Ayrıca zümrüt yakut ve safir taşlı kolyeler de epeyce çok. 

Bir de böyle arabalar görmeye bayılıyorum. Hep eski modelleri görüyoruz yollarda. Ha döküldü ha dökülecek gibi zorla ilerlemeye çalışan. Sırf gürültü yapmakla kalmayan durmadan bozulan ve havaya zarar veren otomobiller çok fazla.
Ve tabi güzel ve işlemeli kapıları en çok sevdiklerimden. Sol taraftaki fotoğrafta bir süs eşyaları satan dükkanın kapısını görüyorsunuz. Sağ taraftaki ise bir otel girişi.

 Burada da Didouche Mourad caddesindeki bir apartman kapısının girişini görüyorsunuz. Böyle açık kapıların ardında ne olduğunu merak edip bakmaya bayılırım.

Burada da az evvel yukarıda kapısını gösterdiğim otantik ve geleneksel süs eşyaları dükkanının içini görüyorsunuz. Bu tarz dükkanları başkentte sıkça görebilirsiniz. Oldukça eğlenceli oluyor içini gezmesi. Bir sürü enteresan objeyle dolular. Sanki İndiana Jones filmlerinde zorlu uğraşlar sonunda bulunan hazine dolu odalar gibi geliyor bana. Belki de fazla hayal kuruyorum :)


Burada da iki tane fener görüyorsunuz. Daha bir sürü fener, tablo, ferforjeden kapılar, tahta oyma vazolar, kumdan heykeller, kilimler ve aynalar var. Bir dahaki sefere daha detaylı çekim yapmayı düşünüyorum.Umarım sevmişsinizdir bu yeni başkent yolculuğumuzu..

16 Mart 2011 Çarşamba

Mini miniler geldiiiii

Merhaba;
Biliyorsunuz benim güzel prensesim Charlotte hamileydi. Kocaman bir karnı vardı. Ha doğurdu ha doğuracak diye gün sayıyorduk ve bir türlü doğurmak bilmiyordu..Artık son zamanlarda takipçisi olmuştum nerede doğuracak acaba diye. Bir yandan da ya bir yerde doğurur de göremezsem ilgilenemezsem diye endişeliydim. Geçen gece yine benim tosbiş evin kapısına geldi. Normalde karnı aç olduğunda geliyorsa direk ayağıma dolanıyor miyavlıyor ve yemek kabını koyduğum yerine gidiyordu. Bu sefer öyle yapmadı. Hafif hafif miyavlayarak yatak odasına gitti. Ve kapalı olan gardrobumun önünde miyavlamaya başladı. Zaten o önceden beri oraya kafayı takmıştı ama ben kıyafetlerimiz var diye açmıyordum kapısını. Eşim bu doğuracak bu gece sancısı tutmuş belli ki dedi. Napalım diye korktuk önce.. Dışarıda yer bulamamış kendine belli ki bize güvenmiş gelmiş..Onu nasıl sevdiğimizi çok iyi biliyor. Hemen çamaşır sepetimizin içine çarşaf serdik ve ona pofidik bir yer yaptık imkanlarımız dahilinde. Zira başka koyabileceğimiz bir yerimiz yoktu. İçine oturdu hemencik. Doğuracak belli. Çünkü normalde ben ortalarda dolanırken o hayatta oturmaz sepetin içine gelir kucağıma oturur veya benimle dolanır. Başında bekledik sevdik okşadık korkmasın endişelenmesin diye. Sonra dolaba doğru gitti yine aklı orada kaldı. Ben de dolabın alt kısmındaki alanı boşaltmaya ve sepeti oraya taşımaya karar verdim. Ortada kalmak istemedi Charlotte dolabın daha güvenli olacağını düşündü sanırım. Gecenin ilerleyen saatlerinde uykumuz geldi yattık. Tabi aklımız da onda. Bizimki kandırdır herhalde diye düşünmeye bile başladım ben hatta. Sonra yanımıza geldi uzandı ayak ucumuza. Ben tabi heyecandan uyuyamıyorum. Bir de ya yatağa falan doğurursa diye telaş yaptım halbuki doğurmaz biliyorum:)

Gözümü bir açıp bir kapatıp ona kulak kabartıyorum arada sırada. Sonra bir ara dalmışım. Bir uyandım bizimkinden hafif bir ses geliyor. Biraz daha dinledim rüzgarın sesinden onunkini ayırmaya çalıştım. Çünkü o gece inanılmaz bir fırtına vardı. Arkadan viyyyk diye bir ses geldi. Anaaam dedi gelmiş bebişler. Hemen eşimi uyandırdım saat 3.5 falandı. Işığı açtık bir de ne görelim 3 tane miniş var sepetin içinde. Biraz baktık sonra rahatsız etmeyelim diye tekrar ışığı kapatıp yattık. Sabah baktığımızda bebişler 5 olmuştu bile. Hemde hepsi birbirinden farklı ve de tatlı..İki tanesi az çok benziyor siyah renkte ve çok ama çok hafif kırcılları var. Biri tam da sevdiğim gibi turuncu beyaz ve siyahlı hemde uzun tüylü diğeri inekvari bir havada siyah beyaz:) bir diğeri de yine safran sarısı. Miniş elleriyle annelerinden süt içmeye çabalıyorlar. Hemde minicik olmalarına rağmen tırnakları bile var. Göbekleri ve avuçları pespembe. Gözlerden eser yok:) Kulaklar miniminnacık ve pembe. Nasıl tatlılar anlatamam. Evimize heyecan geldi mutluluk geldi. Sürekli gidip ne yapıyorlar diye kontrol ediyoruz. Dolabın kapağını da aralık bırakıyoruz ki çıkmak istediğinde çıksın ama içerisi de loş olsun rahatsız olmasın diye. 

Yeni ve heyecanlı bir macera başladı bizim için yeniden. Şimdi tek stresimiz büyümeye başladıklarında ne yapacağımız. Kampta Charlotte'un önceden doğurduğu kediler de var artık büyüdüler. Kampı kediler basmış gibi:) Bunlar da büyüyünce şenlik olacak:) Bizim bebişlerin en güzel zamanlarını görmek için heyecanlanıyorum. O yürümeye çalışma çabalarını, popolarına vura vura gidişlerini, gözlerinin açılmasını ve yaramazlıklarını..Böyle bir olaya şahit olmak, yeni bir hayata bakmak son derece güzel, duygulu..İşte minişlerimizin ilk fotoğrafları..


Bu benim kara böceğim. Çok tatlı maşallh ona. Adını salem mi koysam dedim ama şantiyeci eşinin şantiyeci kedisi olduğu için adını beton koyduk:)




 Bebeklerin durduğu yer buradan belli oluyor. Gördüğünüz gibi kıyafetlerim yukarıda askıda. Neyse ki daha küçükler ya bişey yapamıyorlar. Az büyük olsalardı o kıyafetlerin vay haline:):)



Bu da en çok sevdiğim diyebilirim. Eskiden bu kedişe benzer bir kediş vardı adı tucurnu idi. O öldü. Ben onu çok severdim. Bu da o renkte. Hemde canlı parlak ve uzun tüylü. Böyle pofidik bir kedi olsun istiyorum ve annesi kadar sıcakkanlı. Ama biliyorum hiç bir kedi Charlotte kadar sevgi dolu ve sıcak kanlı olamaz. O çok değişik bir hayvan. Minik kulakları da tam çerezlik. Maşallah onlara. Evimize neşe getirdiler. Hemencik büyümesinler azıcık tadını çıkartalım. Büyüdüklerinde minik hallerindeki gibi sevimli, oyuncu ve süt kokulu olmuyorlar. Ama yine de ben onları çok seviyorum. İyiki bizim miniş kedilerimizsiniz. Hoşgeldiniz yeni hayatınıza iki günlük bebeklerim benim:):)

13 Mart 2011 Pazar

Güneşle gelen mutluluk

Hava bugünkü gibi güneşli olduğunda neler neler istiyor insan.. Kuşlar gibi özgürce uçabilmek bile var aklımda. Kediciklerimiz de pek mutlu bu güzel günde. Pencere önünden kuş cıvıltılarını dinliyor, bahçede bir o tarafa bir bu taraf koşturup duruyorlar. Charlotte’umuz hala doğumu bekliyor. Artık karnı iyice kocaman oldu. Geçen seferkinden epey farklı. Bazen yokuş çıkarken yorulup duruyor dinleniyor. Ama en çok sevgi istiyor. Bende ona karşı sevgi bol olduğu için her fırsatta kucaklaşıyoruz. Onun karnını okşuyorum, bebeklerle konuşuyorum. Hatta kucağımdayken kedicikler nasıl hareket ediyorlar pıtır pıtır. İnsanın içi bir hoş oluyor. Artık gelseler de o da rahatlasa biz de :)


Nasıl da elimin üzerine koydu minik pofidik kafasını da orada horul horul uyudu Charlotte'um. Benim güzel prensesim, sıcakkanlım. Onunla uyumak en sevdiğim şeylerden biri. O benim yanımda huzurlu ben onun yanında. Bazen kendime inanamıyorum, bir kedi nasıl böyle sevilebilir diye..

Ofise girip benim odamı buluyor ve geliyor. Boş olan koltukta uyuyor öğlenleri genelde. Bazen masama gelip bana merhaba diyor ve pencereden dışarıyı izliyor. Onun da kendince hayalleri var gibi. Mesela güzel ve besili kuşlar:)
Sarı olan Behlül. Önceden adı Safrandı aslında ama. Onu buradaki arkadaşıma vermiştim baksın evde diye. Şimdi onlar Türkiye’de oldukları için dışarıda kalıyor. Son derece yaramaz ve oyuncu. Bazen bıktırırcasına. Tombik olsa daha sevimli olurdu ama ne yazıkki uzunlamasına büyüyor:) Garfield olamayacak yani…
Bu da kaldığımız yerin kapısının önü. İşten çıkıp eve geldiğimizde genelde bekleyenlerimiz oluyor böyle. İnsan mutlu oluyor. Ama üzülüyorum da ben. Böyle top olmuşlar öylece duruyorlar ya içim gidiyor. Yine de diğerleri kıskanmasın ama ben en çok ilk göz ağrım Charlotte'umu seviyorum. O başka...

9 Mart 2011 Çarşamba

Sesim

Dün yine Cezayir'in o güzel havasını soluyup, yavaşça eve doğru yürürken kendi kendime konuştum. Sesimi dinledim uzun zaman sonra ilk defa. Kuş cıvıltıları ile karışan o tiz sesimi. Ama aynı zamanda da bana hep ahenkli gelen. Sesime hiç de aşina değilmişim ben oysa. Kaç kişi kendini dinliyor ki artık? Kaç kişi biliyor sesindeki buğuyu ya da titremeyi? Ben de bilmiyordum. Dün öğrendim sanırım ilk kez. Ama gerçekten. Bazen ses kayıtlarından veya video görüntülerinden duyuyordum kendimi. Bir yabancıydı sanki konuşan. O ses benden mi çıkıyordu? Peki ben böyle konuşuyorsam nasıl dinliyordu insanlar? O yazarken kelimelerimde hissettiğim büyü neden sesim de yoktu? Şimdi artık anladım. Yabancıymışım ben sesime yıllardır. Dün tanıştık onunla.

Bazen gece yatmadan evvel sesli sesli okurum kitaplarımı. Ama o an kendimi dinlemem sadece kelimelere odaklanırım. Hiç sadece duymak için söylememişim meğer. Şimdiye dek sadece ben diye biri vardı burada; şimdi o ben değişti, dönüştü ve güzelleşti. İçi boşmuş meğer biliyorum dediklerimin, onları doldurmaya başladım bir bir. Üşenmeden, sıkılmadan ve tüm gerçeklikleriyle. Bir tek yolda olmaya, yolda kalmak istemeye çare bulamadım. İçimde dinmek bilmeyen o gitme arzusu hala var. Keşfetmek, bulmak, buldukça yenilerine yönelmek ve hep yazmak. İçimdeki bu ruhu engellememeyi, ona yön vermeyi öğreneceğim artık. Soramadıklarımı soracak, anlam veremediklerimi ise yeniden anlamlandıracağım. Kim sadece kendi sesiyle bunları yapabilir ki! Sadece ses deyip geçmeyin, sadece bir gün deyip geçmeyin, sadece bugünlük deyip geçmeyin ve asla sadece hayal etmeyin. Sesimiz içimizdeki karanlığı ele verir bir an gelir, veya hiç tanımadığınız biri olursunuz bir de bakmışsınız, nasılsa daha çok günler var der bugünü ertelersiniz bir de bakmışsınız seneler geçip gitmiş, nasılsa yarın gidecek şimdi benle kalsın dersiniz ama bakarsınız ki bilmeden zaten siz, o olmuşsunuz, o sizi kendine hapsetmiş. 

Her şeyin yaşadığınız anın içinde anlamı var. Bilirim bazıları sonradan güzelleşir, belirir ve göz alır ama onlar hep özlenenlerdir. Yani özlenen; geçip gitmiştir. Kalansa sadece kendiniz, sesiniz, elleriniz, gözleriniz ve onların size getirdikleri....

8 Mart 2011 Salı

Rağmen

Güneşli bir günde yazmak sanırım en güzeli. Yine de blogların hala okunamadığını bilmek de can sıkıcı. Çoğu kişi artık okuyabiliyor sanırım dns ayarları v.s oynayarak. Ama annem, babam ve birkaç arkadaşım okuyamıyorlar hala. Ne olacak bu durum, nasıl sonuçlanacak merak içerisindeyim.

Yine de herşeye rağmen yazıyorum. 
Herşeye rağmen yazmayı seviyorum. 
Güneşli bir gün ama kış olmasına rağmen inatla penceremi açıyorum.
Bugün kadınlar günü, koftiden bir gün aslında. Sonuçta değişen bir şey yok. Kadınlar yine üzgün, yine çaresiz, yine yalnız. Yine de herşeye rağmen gülümsüyorlar ve yaşıyorlar. 
İnternetin berbat olmasına rağmen ısrarla sayfayı yeniliyorum ve bekliyorum.
Tatilin gelmesine daha birkaç ay olmasına rağmen şimdiden hayal ediyorum.
Yorgun ve uykusuz olmama rağmen hala ayaktayım. 
Tüm pişmanlıklarıma rağmen hala kendimi seviyorum.
Beni üzen insanlara yaptıkları onca şeye rağmen hala ulaşmaya çalışıyorum.
Kadınları anlamaya çalışmamalarına, işin kolayına kaçmalarına, gerekli özeni göstermemelerine, dinlememelerine, aldatmalarına, oyunlarına ve bencilliklerine rağmen erkeklerden nefret etmiyorum  duruyorum, bekliyorum ve sadece sinirleniyorum.
Erkekleri çıkarları için parmaklarında oynatan para delisi kadınların dünyada var olduğunu bilmeme,  çevremdeki kadınların erkeklerine sadık olmadıklarını görmeme, kadınlıklarını kullanarak bir yerlere gelmeye çalıştıklarını bilmeme rağmen kadın olmaktan nefret etmiyorum. 


Hep birşeylere rağmen yaşıyoruz. Engellere rağmen ilerlemeye çalışıyor, tüm yapamadıklarımıza rağmen yenilerini üretmeye çalışıyoruz. Yaşamak belki de bu. Yaşamın kendisine rağmen; yaşamın tadına varmaya çalışmak. Hep bir yerlere gitmeye, bir yerlerden kaçmaya çalışan kadınlar görüyorum etrafımda. Yapamasalar da ümit edenleri, hayal kuranları görüyorum. Onlardan biri oluyorum ben de kimi zaman. Oysa erkekler ne kadar da memnunlar bulundukları yerlerinden, konumlarından, yaşamlarından. Değiştirmeye çalışan hep kadınlar. Biz yine de tüm bu olan bitene rağmen delirmiyor, çıldırmıyor, hayattan nefret etmiyor, maskelerle de olsa bazen, yine de gülümsüyoruz. Neden yaratıyoruz kendimize onlarca. İyiki o nedenler var.

Bu yazıya kadınlar günü vesilesiyle başladım aslında ama içimden yazmak gelmedi. Ne de olsa kadınlar gününde kadınlar ile ilgili yazmak komik geliyor hala bana. Sadece yazıyoruz ve yazdıklarımız sayfalarda kalıyor. Hani klişe bir laf vardır ya her gün kadınlar günü diye aslında gerçekten öyle olmalı ama kadın veya erkek diye değil her gün biz insanların günü olmalı. Her gün güne umutla bakabilmeliyiz, korkmadan, tereddütsüz, acısız ve hayallerimizle..

Ben şu anda 29 yaşındayım. Çok fazla şey görüp yaşamadım kimine göre, belki daha çok şey var göreceğim belki de bununla sınırlı kalıcak. Ama biliyorum ki bu dünyada kadınların yeri değişmeyecek.Ne kadar toplumda söz sahibi de olsalar, işleri kariyerleri de olsa ikinci planda kalacaklar. Erkek egemen dünya yerle bir olup da kadınlar bir anda belirmeyecek beyinlerde. Ben bu günleri göremeyeceğimi biliyorum en azından. Ama yine de bilmeme rağmen umut ediyorum. Bunca emeğin karşılığını bir gün alabilmeyi, yaptığımız şeylerin önemsenmesini, üzerimize yapışan kelimelerden kurtulmayı, değer verilmeyi istiyorum. Ben sadece ufak katkılar yapabiliyorum kendim ve kadınların adına bu hayatta. Ama fırsatı olanlar durmasın, bıkmasın, kadın olmaktan utanmadan, gerçekçi gülümsemelerle, kocaman adımlarla insin yeniden hayatın tam da ortasına. 

Kadın olmak en güzel şey. Bunu keşke erkekler de yaşayarak anlayabilseler. Keşke hepimiz kadın ya da erkek daha güzel bir yer haline getirebilsek dünyayı. O zaman belki masallara da kendimizi kandırmaya da ihtiyacımız kalmazdı..


3 Mart 2011 Perşembe

Görünür mü görünmez mi?

Bugün hava yine güneşli mi güneşli. Ama aynı zamanda buz gibi. Böyle olmasını sevmiyorum nasıl da kandırıyor bizi..

Hava güneşli ama içim bulutlarla kapalı. Şu blog kapatma olayına deli oldum. Hem de çok üzüldüm. Nasıl saçma bir olaydır bu. Herşeyi yapabiliyorlar da o tüm bunlara neden olan blogu kapatamıyorlar, kurunun yanında yaş da yanıyor..O kadar uğraş, didin, yaz ve bekle ki okusun sevdiklerin, arkadaşların sonra bir bak herşey kapıduvar. Kimse okuyamıyor, göremiyor. En çok da emeklerinin gitmesine üzülüyor insan. Neyse ki ben de yedek almıştım fotoğraflarımı ve yazılarımı. Hard diskimin yanmasından ve onca hatıramın beni terketmesinden sonra bunu da kaldıramazdım sanırım. Her ihtimale karşı ben de wordpress'den sayfa açtım kendime..


Ama yine burdan da yazmaya devam ediyorum zevkle.. Okuyanlar varsa çok mutlu olacağım. Sanırım yorum gelirse okunabildiğimi anlarım. Bu seferlik beni okuyabiliyorsanız benim için yorum yazın lütfen:)

Bir an evvel herkesin blogunun açılması ve düzgün şekilde görüntülenebilmesini diliyorum. Görüyorum ki birkaç arkadaşım yazabilmiş bloguna çok mutluyum. Ben burdan hepinizi görüyorum.Umarım siz de başarırsınız beni okumayı..