Paris'te günlerimiz büyük bir hızla geçti. Belki de hiç bu kadar yürümedim hayatım boyunca. Otele vardığımızdaki yorgunluğumu hatırlıyorum da kendime şaşırıyorum. Hele yanlış ayakkabı seçimi insanı daha beter yoruyor. Mutlaka rahat bir şeyler giymek gerekiyor. Üşümek endişesiyle kocaman ağır botları ayağıma geçirdiğimden sızım sızım sızlayan tabanlarım oldu. Bu da bana ders oldu ki bir dahaki gezimiz için rahat, su geçirmeyen ve havadar, soğuk da geçirmeyen spor ayakkabılar edineceğim.
Gecenin sonlarına yaklaşırken bir güzelliği daha keşfedecek olmanın heyecanıyla Zafer Tak'ına doğru ilerledik. Gitmeden evvel tripodu kurup birkaç kare de çektik elbette. Tripod'u Paris'e taşımak iyi bir fikirdi bana kalırsa, zaten çok ağır bir şey de değil. Sadece Versailles sarayında içeri almadılar, özel izin gerekiyormuş, diğer her yerde kullandık.
Gece görünümü böyle işte ve gerçekten de heybetli bir yapı. Duvarlara dokundum, soğuğunu hissettim. Zaten dokunma duyusunu çok seviyorum, sokaklara, duvarlara, taşlara, perdelere, tabloların kenarlarına, pencere kollarına hep dokundum. Sanki bir gizi bana aktaracaklarmış gibi hissettim. Ne zaman böyle yapsam oraya daha önce dokunan tarih öncesi insanları düşünüyorum, onlara dokunuyorum gibi oluyor.
Daha fazla detay öğrenmek için bu bağlantıya tıklayabilirsiniz.
Belki daha net görmek istersiniz diye web'den gündüz gözüyle çekilen fotoğrafları da ekledim sizin için. Bizim gündüz görmek için zamanımız olmadı. Bu çok beğendiğim kareyi http://www.dreameronearth.com sayfasından paylaştım. Zaten kendi fotoğraflarımın altında imzam bulunuyor genellikle.
Hemen altında durmak son derece heyecan vericiydi. Defalarca her detay için bir kere daha yukarı kaldırdım başımı. Yazılar, şekiller insanı büyülüyor.
Genelde heykellerin yüz ifadelerini dikkatle incelerim. Bu da Louvre müzesindeki heykellerden sonra dikkatimi çeken bir diğer heykel oldu.
Paris'in merdivenleri hakkında bir kitap yazılabilir doğrusu. Ne kadar yer dolaştıysak hepsinde deli gibi merdiven inip çıktık. Hele böyle baş döndürenleri hatırlarken bile yoruluyorum. Notre Dame kadar yormasa da bizi yine de geceyi bitirmeye yakın merdiven çıkmak fikrinin o an bana nasıl hissettirdiğini halen hatırlıyorum. Ama gelmişken de tembellik yapıp çıkmamak olmazdı elbette.
Tepeye çıktıktan sonra görülen manzara her şeye değiyor zaten. Yalnız bu fotoğrafları neredeyse çekemiyordum. Hava yağmurluydu ve siyahi bir güvenlik görevlisi bayan fotoğraf çektirmemek hususunda epey ısrarcı davrandı. Tripod da işin içine girince profesyonel çekim yapacaksınız o yüzden izin veremem dedi. Biraz dil döktükten sonra baktım olmayacak sevimli saçlı ve sempatik yüz ifadeli kadının ayaklarına kapandım. Diz çöktüm ve yalvardım. O sırada herkes bize bakıyordu tabi. En sonunda sadece 3 fotoğraf çekmek için izin aldım ama tabi 5-6 tane çaktırmadan çektim. İyi ki de yapmışım yoksa fotoğrafsız dönecektim.
Bunu google'dan yabancı bir blog sayfasından buldum. Yukarıdan bakıldığında giriş kısmı böyle görünüyordu aynen. Hatta askerlerin nöbet değişim törenlerini bile izledik, denk gelmemiz güzel oldu ama fotoğraflayamadım hakkım dolduğu için. Aşağıya da o kadar hızla inemezdim ne yazık ki.
Bir küçük hatıra fotoğrafı.
Bunu da belki masaüstü fotoğrafı yapmak istersiniz veya beğenirseniz panonuza asmak istersiniz diye ekledim. Orjinali kadar güzel olmasa da hatıra amaçlı iş görüyorlar.
Sonra yine yürüyerek kendimize bir restorant bulduk. Süper de bir seçim yapmışız. İsmi L'entracte idi. Girişte pek anlaşılmıyor ama üst katı çok beğendik, adeta şarap mahzeni gibiydi, duvarlar boydan boya şaraplarla kaplıydı. Yemekler de lezizdi, çok memnun kaldık, tavsiye ederiz.
Güzel bir şarap eşliğinde kurbağa bacağı yedik ve yanında da ekstra bir şeyler. Kurbağa bacağından çok kafası hariç her yerini yedik aslına bakarsanız. Biraz da yerken eğlendik tabi. Diğer masalar bizi izlediler ve nasıl yediğimize dair sorular sordular. Garson bayan bile ben kaç senedir burada çalışıyorum yemeğe cesaret edemedim siz nasıl yiyorsunuz, tadı nasıl diye bize sordu. Biz epey beğendik. Görüntüsü gibi tuhaf değil tadı. Zaten tabakta göründüğü gibi biberle ve sarımsakla da marine edilmişti, balık gibiydi bir nevi. Biz böyle konularda cesaretliyizdir, korkmadan deneriz. Ne olacak ki en kötüsü beğenmeyiz:)Neden denemedim diye pişman olmaktansa!
Buradan ayrıldıktan sonra yine yürüyerek otelin yolunu tuttuk. Metro kartımız, otobüs kartımız falan olmasına rağmen yürüdük, yani bu bizim tercihimizdi. İsterseniz çeşitli vasıtalar kullanabilirsiniz ama biz ara sokakları keşfetmeyi kafamıza koymuştuk. Paris'de insana güven veren bir şehir olduğundan korkmadan yürüdük. Zaten yeni yıl zamanı olduğu için de sabahlara kadar herkes sokaklardaydı.
Otelimizin yakınındaki bir restorantta dinlenip yine şarap içelim dedik. Zaten bir sürü şarap denedik, hangisini beğenip beğenmediğimi bile unuttum. Sanırım beğenmediğim olmamıştı:) Ne de olsa Paris şarap cenneti. İşin ilginç yanı ise şuydu ;oturduğumuz restoranın kafe kısmı sokağa taştığı için sanki sokakla bir gibi hissediyorsun. Bu güzel bir his, daha yakın oluyorsun yaşama, zaten herkes sokaklarda. Tabi şöyle de bir dezavantajı var minik fareler gelip geçebiliyor ayaklarının altından. Ben pek korkmam alıştım buralarda ama arka masalar falan epey korktu tabi. Birlikte gittiğimiz arkadaşım Evrim de dönene kadar ayaklarını sandalyeye çekip oturdu. Bu da böyle değişik bir anı oldu, farecik geldi bizi buldu:)Ama çok normal çünkü sokaktasın resmen. Sürprizlere açık olmak lazım.
Daha anlatacak pek çok şey var. Yavaş yavaş Paris yazılarına devam edeceğim. Genelde nerelere gidilir hangi otellerde kalınır gibi şeyler yazmıyorum çünkü böyle pek çok bilgi bulunabiliyor artık kolayca. Ben kişisel tecrübelerimi yazmayı daha uygun buluyorum. Ama sonraki yazılarda veya yazı dizisinin sonunda rotamızı ve gittiğimiz gördüğümüz yerleri de isteyenler olursa diye sıralayacağım. Bu konuda detay öğrenmek isterseniz bana yazabilirsiniz.
Mutlu hafta sonları...
ha beş çekmişsin ha on çekmişsin sanki çok farkediyor... bi takım yerlerdeki foto yasaklarını özellikle de delinebildiği sürece pek anlayamıyacağım...
YanıtlaSilkurbaa... balık gibi demişsin de.. bilemedim... düşündüm üjj bejj kere :)
Paris' i harika anlatmışsınız. Kurbağa bacağı haricinde çok büyük bir iştahla okudum... Teşekkürler. :)
YanıtlaSilSaçaklı;;
YanıtlaSilBen de anlayamıyorum bu yasak mevzularını. Tripod görünce hemen profesyonel çekim yapacaksanız izin lazım deyiverdi kadın ne komik. Sanki tripodsuz prof. çekim yapamam yani. Hem artık herkesin elinde kocaman makineler var ve herkese neredeyse işin ehli olmuş durumda, şu photoshop'u kullanmayan yok gibi. Yani müzelerde de çekime izin vermiyorlar ya deli oluyorum. Müzelerdeki eserler herkes görsün bilsin tanısın diye var o da bir nevi tanıtım oluyor milleti özendiriyor işte fotoğraflar, ne olacak ki dimi ama. Kurbağa gerçekten balık tavuk arası bir şey, beğendik biz. Gene olsa gene yerim valla. Şu üç günlük dünyada denemek lazım değişik lezzetleri:)
eratasarım2012;
YanıtlaSilTeşekkür ederim. İçimden geldiği gibi, o günleri yeniden yaşayarak hissettiklerimi anlatmaya çabalıyorum işte. Kurbağa da güzeldi inanın. Denemeye değer yani:) Sevgiler
Paris gerçekten çok büyüleyici bir şehir oyüzden bende gittiğimde ayaklarım patlayıncaya kadar yürümeyi tercih ettim.Her karesi yaşanılası bir yer.Yazınız beni tekrar Parise götürdü.Teşekkürler
YanıtlaSilFiliz Hanım;
YanıtlaSilBen de aynen sizin gibi düşünüyorum Paris inanılmaz bir yer. Zaman zaman orayı, sokakları, binaları ve gördüğüm her güzel şeyi yeniden düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum bir türlü. Ayaklarımız patlayıncaya kadar yürüdük evet biz de:) Ayakkabısı patladı gerçekten eşimin:)Ama yeniden gitsem yine öyle yürürüm. Yazımı beğenmenize sevindim. Daha devamını yazacağım yakında Paris günlerimizin. Çok sevgiler ve selamlar