29 Aralık 2014 Pazartesi

Bir pazartesi gününün sonu

 
Sabah olmuş mu olmamış mı anlayamadığımız bir güne uyandık. Hava alabildiğine karanlık ve yağmurluydu. İçerideyken sanki büyük bir fırtına kopuyormuşçasına çığlık atan dış dünya, çıkınca tam da tersine sakindi ve sadece yağıyordu inceden. 

Yeni yıla girmeye az kaldı. Hala yılbaşı ağacımı kurmadım, belki bugün, belki de son gün kurarım bilmiyorum. Bu günlerde resim yapıp yazıyorum bol bol. Keki kurabiyeyi ve böreği ne kadar çok sevdiğimi tekrar tekrar keşfediyorum. 

Yeni yıla dair umutlarım var. Bir mucize olmasını beklemiyorum elbette çünkü yaşamın kendisi gerçekten koca bir mucize aslında. Sadece sağlık istiyorum, o oldu mu herşey ardından geliyor zaten, gülümsemeler, mutlu anılar, keyifli zamanlar...

Son yazımdan bir gün sonra ay bitene kadar her gün yazacağım demiştim yine sözümü tutamadım. Planladığım şeyleri yapamamak gibi bir huy edindim. Bu ayın en güzel tarafı üç adet şahane posta almamdı. Artık hala severek okuduğum bir Tezer Özlü kitabım var. Beni seven, düşünen sıcak insanların varlığını hissetmek büyük mutluluk. İşte görüyorsunuz ya koca bir ayı içine alıyor bu üç adet mutluluk zarfı. Aklımda diğer günlere dair çok da bir şey yok büyük bir rutinden başka. 

Yıllık izin yaklaşıyor. Kesin dönüş de çok uzak görünmediğinden artık yavaş yavaş fazla eşyalarımı götürmeye başladım. Burada bırakmak istemediğim ve dönerken taşıması zorluk çıkartacak şeylerimi ayırmaya çalışıyorum. Dönerken bir de elimizde kedimiz olacak çünkü. Bu ilk kedili yolculuğumuz olacak, bu yüzden epeyce endişeliyim aslında. Kutusunu sevmeyen ve böğürmekten yorgun düşen bir kedimiz var:) Nasıl zaptedeceğimi pek bilemiyorum, hem kendimi, hem duygularımı hem de kedinin çırpınışlarını...Umarım uçaktan atmazlar bizi.

Cezayirle ilgili listeler yapmaya başladım. Almak istediğim şeyler, görmek istediğim yerler ve tatmak istediklerime dair. Neyse ki almak istediklerimin listesi o kadar göz korkutucu olmadı. Gidebileceğim yerler de var listede, yani öyle pek de görmesi zor olmayan yerler. Ama bir de uzak olanlar var bakalım onlar için neler yapabileceğiz. Cezayir nasılsa bildiğimiz bir yer artık, uzun seneler tecrübe ettikten sonra belki sonraki yıllarda da gelip hatırını sorabiliriz. Zaten bir de Cezayirli gelinimiz var, artık bir ayağımız da burada sayılır. Açıkçası Cezayir'in 15-20 sene sonra nasıl bir yere dönüşeceğine dair meraklarım var, tecrübe etmek isterim. Kitabım konusunda da ziyaret edeceğime dair inancım büyük. Çünkü şu anda pek vakit ayırabildiğim söylenemez. 

Türkiye'ye yılbaşında kar gelecekmiş. Buraya da yağsın istiyorum. İzmir'deki evimi özlüyorum. Yazın yeni aldığımız fırınımı deneyememiştim, şimdi gittiğimizde hemen bir kek kalıbı alıp bir kek pişirmek var aklımda. Bazen çok gülüyorum benden başka kim Türkiye'ye gideyim de bir kek pişireyim diye düşünüyordur ki :) 

Akşama yemekte kıymalı karnıbahar yemeği varmış. Sebze olsun da çamurdan olsun. Şu nefret ettiğim kerevizi de özlüyorum ya daha ne diyeyim bilemiyorum! 

Yarın çok yağmur yağmasın, evren'den istediğim şu anda sadece bu. Bir de çilek bulabilirsem sevineceğim.
Yarın yine yazarım söz!

23 Aralık 2014 Salı

Pazar, pazartesi, salı


Bugün de akşam oldu. Her yer sessizliğe gömüldü, bir anda hemde. Onca koşturmacanın ardında ofis de bir başına artık. Boşluğun ortasında ağır gövdesiyle sakince duruyor. Hoş bir başına sayılmaz evet, ben hala buradayım ama olsun. Bazen densiz kamyonlar korna çalıyorlar kızıyorum ama sonra en azından yaşama dair bir işaret oluyorlar diyorum kendi kendime.  Çünkü yaşamın ilerlemediğini sandığım günler de oluyor. Rutinin içerisinde anlaşılmıyor dün nasıldı bugün nasıl.

Artık sabahları sisli bir güne uyanıyoruz. Uzunca bir zaman da geçmek bilmiyor o yoğun sis perdesi. Sise girerken biraz tedirgin oluyorum, kaybolacakmışım gibi geliyor ama bir kere girmeyegör sihre kapılmak gibi tuhaf bir his yaratıyor insanda. İçindesin ama farkında değilsin, bir o kadar berrak sanki etraf, bir de hafiften bir yanık kokusu çalınıyor insanın burnuna; dünden kalma kızarmış ekmek kokusu gibi aynı.


Bazen gök deliriyor. Türlü oyunlar ediyor bize, güneşi saklıyor kimi zaman, bazen de her şeyi onun ellerine teslim edercesine çekiliyor karanlık kıyılarına dünyanın. Belki de en çok böyle zamanlarda seviyorum bu coğrafyayı.  Alacakaranlık derler ya güneş battıktan sonraki ve doğmadan hemen önceki zamana, işte öyle bir an bu fotoğrafı çektiğim an, araf gibi biraz da, ne gündüz ne gece. Biraz da ben gibi...


Afrika çiçekleri derdim önceleri bu güzelliklere. Meğer burada gördüğüm pek çok çiçek aslında Türkiye'de de yetişiyormuş. Kimi zaman rast geldiğim de oldu. Yine de burada daha kendilerine has bir havaya bürünüyorlar sanki. Bir ressamın elinden çıkmışçasına muntazam ve göz alıcı gerçeklikte. Yanında da birkaç sıra portakal, limon ve turunç ağacı duruyordu ki adeta bir kamp havası veriyordu insana ortam. Öyle sıcak hisler yakalayabildiğim yerler fazla değil burada. Her yerin kendine has dokusunu severim ama içime işleyen azdır, yani yaşayıp gördüklerimin yanında azlar. Ömrümüzden günler gidiyor ya hani o yüzden işte!


Böyle bakacağım ben yarın güne, içimden öyle geçiyor şu anda. Biraz atarlı ama sevecen. Bakınca insana mutluluk da veriyor ama biraz düşündürüyor da :) Canım pisiciğim benim pek hoşlanmıyor fotoğraf çekmemden. Onun için rahatsız edici olan şeylerin arasında spreyler, elektrikli süpürge sesi, bir de fotoğraf makinesi var. Arada uğuldayan rüzgar da korkutuyor unutmayayım onu da. Şimdi gidip ona kocaman sarılacağım. Ofisten geç çıktığımda hava da kararmış oluyor artık, evde karanlıkta kalmasını sevmiyorum. Arabanın farlarını yakıp söndürüyoruz bahçeden geldik diye, hemen cama çıkıyor. İşte günün belki de en güzel anı o an oluveriyor hemen.

Pazar, pazartesi ve salı böyle hızlıca geçip gitti işte. Pazar günü yazmak çok içimden geldi aslında ama başlayıp devam edemedim. Artık haftanın bitmesine sadece iki gün kaldı diye daha mutluyum. Bir günlük tatiller dinlendirmekten çok yoruyor,  özellikle de beni. Çok fazla kitap da okuyamıyorum bu sıra ama en azından bolca yazıyorum. Yazmak belki de bana en iyi gelen şey burada. Keşke ruhuma iyi gelen şeyleri hep yakınımda tutabilsem. Bir de memleket hasreti çöktü ki omuzlarıma. Oradayken türlü bahaneler bularak uzaklaşmayı arzu ettiğim güzel İzmit şimdi burnumda tütüyor. Dile kolay bir sene oldu gitmeyeli. Sokaklarını, kocaman çınar ağaçlarını, mis gibi çıtır simitini, pofur pofur pişmaniyesini, ıslak hamburgerini, eskimeyen çocukluk anılarımı, tarihin içindeymiş gibi hissettiren eski binalarını özledim. İnsanın anıları neredeyse orası gerçekten de özel oluyormuş. Hani doyduğun yer derler ya yaşamak denen şey böyle zor olmasaydı doğduğun yerden daha mühimi olmazdı kesinlikle! Nereye gidersem gideyim kalbim hep anılarımla memleketimde olacak...

18 Aralık 2014 Perşembe

Dilek takası



Her zamanki gibi yazacak pek çok şey var aslında kafamda ama birincilik sırasını kime vereceğimi bilemiyordum, ta ki bir haber okuyana kadar. Belki de okuduğum an, yani dün yazsam daha iyi olacaktı ama fırsat yaratamadım. Böyle kasvetli, bulutlu, soğuk ve ıslak bir gün için güzel bir haber bence. İçeriğini çok bilmiyorum fakat hayalini kurması güzel. 

Ayşe Arman'nın dünkü köşe yazısında bahsedilen İmpossible adlı site dilek takası yapan bir siteymiş anladığım kadarıyla. Marka konferansı adlı bir hizmet etkinliğinin 15. yıl kutlamaları dolayısıyla çeşitli konuşmacılar davet ediliyormuş. Buradaki konuşmalarda yer alan  Lily Cole adlı kişi herşeyi karşılık bekleyerek veya para ile yapmamız gerekmediğini anlatmak üzerine bu siteyi kurmuş. Gerçekten güzel bir düşünce biçimi. Benim epey ilgimi çekti ama içeriğini henüz detaylandıramadım. Aklımda örneğin bu sene için gerçekleşmesini istediğin dileklerini siteye yazdığını ve o hayallerini gerçek edebilecek birinin sana elini uzatacağı bir kurgu yarattığımı fark ettim çocukça. Ama bu takas yöntemi ile olacak herhalde. Yani benim çok istediğim bir oyuncak varsa ve onu halihazırda elinde bulunduran bir kişi varsa benden başka bir şey alarak onu yollayabilecek. Ahhaahaa sanırım çok da buna benzer bir şey değil. Ben sadece hayalini kurmayı çok sevdim. 

Eski zamanlara dair en çok sevdiğim şeylerden biri bu takas sistemidir. Günümüzde bile kullanabileceğimiz bir şey olduğunu düşündüğüm çok zaman oluyor. Örneğin Mısır'da hala bu takas sisteminin kullanıldığını biliyorum. Oraya giden tanıdıklarımız bahsetmişlerdi. Giderken yanlarına, şu sokaklarda çoklu olarak satılan ucuz tükenmez kalemlerden götürdüklerini, bunların karşılığından oradaki sokak satıcılarından Mısır'ı anlatan minik heykelcik veya taş yahut kolye ucu gibi anı objeleri alabildiklerini anlattılar. Orada tükenmez kalem bulmak çok güçmüş ve epey ihtiyaçları oluyormuş. Oldukça hoşuma gitmişti. Bunda da bir karşılık var aslında. Tek taraflı bir sistem değil ama gözden çıkartabileceğin bir şeylerin olması veya kullanmadığın, yahut hayatında artık yer almasını arzu etmediğin şeylerin değişimi olarak bakabiliriz. Senin için çok büyük değeri olmayan bir şeyin başkası için cazip bir hediye olacağı fikri de bir gerçek.


İncelemeye değer olduğunu düşünüyorum, belki sizin de hoşunuza gider. Yine de hala çocukça hayaller kurmak hoşuma gidiyor bu konuyla ilgili. Belki Türkiye'de de böyle bir site açılabilir takas üzerine, bana iyi bir fikir gibi geldi! Ya sizce?

15 Aralık 2014 Pazartesi

Yürüdüğüm tüm o yollar

Cezayir'deki ilk yıllarımdı. İçimdeki keşfetme dürtüsüyle sokakları çocuklar gibi arşınlamak istiyordum. O kadar yabancı bir dünyadaydım ki aslında, bunu bilmek dahi engel olmuyordu hislerime. Çok zaman arabayla dolaştık hep. Sırf yürümeye korktuğumuzdan. Hani yanyana yürürüz da bir laf eden olur, hani kayboluruz, hani belki yabancılara sokaklar yasaktır diye. Cesaretimizi toplamamız uzun sürmüştü. İlk kez sokakta yan yana yürüdüğümüz gün dün gibi aklımda. Ürkek, titrek, tuhaf, adımlar hızlı. Bir şey anlamamıştım sokaklardan da insanlardan da. Aramızdan birilerinin geçmesine izin verdiğimde kaybolacağımı sanmıştık ikimizde. Onun aklı gidiyor bana bir şey olacak diye, benim de aklım gidiyor ona bir şey yapacaklar diye. Ne komikmiş düşünüyorum da onca korku!

Abarttığımı sanmayın sakın ha! Gerçekten sokakta yan yana yürümeye korkuyorduk. O zamanlar saçlarım cıvıl cıvıl da bir sarıydı üstelik. Herkes Türkiye'deyken tembihlemişti boyat da git saçlarını kaçırırlar seni orada diye. Sadece baktılar ama yemediler, yiyerek de bakmadılar, o bakışlar farklı olduğumuz içindi. Zamanla yürürken birbirimize değdik, sonra el ele tutuşmadık ama kol kola girdik, şimdi artık elini tutuyorum eşimin, onlar bize alıştı biz de onlara alıştık.

Bu bahsi geçen yer Cezayir başkent'te son derece elit bir muhit olan Sidi Yahya, Hydra denen yerdir. Çok popüler şimdilerde, mango, accesories, koton, benetton falan gibi mağazalar var. İstanbul Bağdat Caddesi gibi bir nevi. Biz orada bu hallerdeydik işte 2007 senesinde. Çünkü çok kötü hikayeler duymuştuk, korkmuştuk, korkutulmuştuk, daha toyduk!

Hala bu tip gerginlikler yaşadığımız zamanlar ve mekanlar oluyor tabi. Ne de olsa el memleketi, dile kolay herşey. Bir minik harekete bakıyor herşey işin sonunda, anında alev alabilecek bir benzin şişesi taşır gibiyiz ellerimizde. Bunu hiç aklımızdan çıkartmadan yaşıyoruz, temkinli ve olabildiğince güler yüzle, barışçıl. 

Cezayir'de farklı farklı çok bölge var. Bir yer el ele tutuşup dolaşabilirken bir yerde arabayla markete bile gidemiyor bayanlar. Bunu da yaşadım ilk geldiğim senelerde Bouira bölgesindeki şantiyemizde kalırken. Bir sıkıcı günün ortasında telefon kartı almak için markete gitmek istediğimde sokakta bir tane kadın bile yoktu ve arabayı yerle bir edeceklerini sanmıştım. Zaten oradaki iki sene boyunca bir daha hiç ne markete ne pazara çıktım, hep şantiyenin içindeydim. 

  Fotoğraf: Poulo Santos

Yani demem o ki bu tabela gerçeğin ta kendisi. Burası çöle yakın bir bölge olan Ghardaia bölgesi, tabelanın asılı olduğu yer. Orada, giden arkadaşlarımdan bildiğim kadarıyla, ulu orta kimseyle konuşamıyor, kadınları fotoğraflayamıyorsun. Gördüğünüz gibi şortlu etekli ve yanya yürümek de hoş karşılanmıyor, hatta yasak. Sanırım aileyseniz çocuğunuz varsa sokaklarda dolaşabilirsiniz demek oluyor bu tabela ve inanın ki gerçek! Benim anlattığım hikaye eskimiş olabilir ama şu zamanda da hala o yıllardaki gibi yaşayan pek çok bölge var.

  Fotoğraf: Toni Carratola by Flickr

Burası başkent Cezayir, Didouche Mourad caddesi. Yine turistik güzel caddelerden biri. Pek çok alışveriş mağazası var. Genelde bizim gibi yabancıların çok ilgisini çeken bir yer. Pek çok kereler gittim dolaştım o caddede rahatlıkla, hatta kız kıza, kol kola. Orada insanlar rahatça geziyorlar, açık kapalı, kadın erkek çocuk herkes. Böyle sokaklarda, kapı kenarlarında, yol başlarında oturan çok insan görürsünüz Cezayir'de. Hatta anlam veremediğim şekilde otoyolların refüjlerinin kenarlarında bile oturur yolu izlerler, tarlalarda otururlar yol kenarlarına bakan taraflarını seçip bir de. 

  Fotoğraf: Toni Carratola by Flickr

Burası da başkentte Postane'ye yakın bir ara sokak. Hemen karşıdaki siyah tabelanın olduğu yere, L'etalon Restoran'a gideriz zaman zaman. Güzel, küçük bir mekandır, canlı müzik de olan. Başkentteki nadir güzel yerlerden biridir. Yabancılar da sıkça tercih ederler zaten. Gece ışıklandırma olmadığından pek seçilemiyor etraf ama böyle gündüz gözüyle görmek güzel oluyor. 

 Fotoğraf: Toni Carratola by Flickr

Burası da yazının girişinde anlattığım caddenin, yani Sidi Yahya'nın o meşhur caddesinin üzerinde bulunan, severek alışveriş ettiğimiz manavımız. Şimdi giriş kısmını cam ile kapattı. Güzel sebzeler, bisküviler oluyor. Magnum buluyoruz burada, bazen kaliteli zeytinyağı, donmuş somon, ispanyol sucuğu da var. Filedeki cevizler en sevdiklerim, pikan cevizi deniyor. Elle bile ayıklanabiliyor ve şeker gibi. Türkiye'de fiyatları epey pahalı. Sanırım Cezayir'deki en sevdiğim manav burası, çünkü tam manasıyla manav diyebiliyorum. Daha önce yazdığım gibi burada manav kültürü pek yok çünkü, genelde manav tabir edilen yerlerde soğan patates ve turunçgiller oluyor sadece. Herşeyi buradaki gibi bir arada bulmak oldukça zor.

İşte yürüdüğümüz tüm bu yollar, ayak izimizin olduğu tüm bu yerler, hikayemizin en gerçek parçaları!

14 Aralık 2014 Pazar

10 günün sonunda, bir pazar günü


Fotoğraf: Tumblr

Her ne kadar kafaya takmamaya çalışsam da şu sayfanın kenarındaki arşiv kısmında bu aya reva görülen yazı sayısını görünce üzülüyorum. Oysa başlangıçta güzel ilerlediğimi düşünerek sevinmiştim. Neden böyle olduğunu anlamaya çalışsam da bir yere varamıyorum ne yazık ki. Yazmak böyle bir şey işte, kimi zaman tam manasıyla deli işi. Belki de pek çok şekilde yazmaya çalışmamdan kaynaklanıyordur. Yada bazen kelimeleri buraya uygun bulmadığımdan. 

10 gün geçti yazmayalı. Ama bu on gün sanki daha dün gibi. Hani şu an herşeye kaldığım yerden devam ediyor hissine kapıldığım gibi tam da. Verdiği sözleri tutmayan bir insan hiç olmadım. Bu yüzden blog adına her söylediğim kelime ona ihanet gibi geliyor böyle zamanlarda. Yine de anlayacağı fikrine sığınıyorum. 

Yazmak için özel bir alana veya bir köşeye ihtiyaç duyanlardanım. Güne ayak uydurup deniz kenarında, bir kafede veya başka bir evde yazabiliyorum ama mutlaka beni ona iten bir sebep arıyorum. Son zamanlarda hep aynı günü yaşıyor gibi hissediyorum. Bu yüzden yazmadığıma inanıyorum. Çünkü şu son 10 gün aslında benim için hiç geçmedi. Elbette ki şükrediyorum. Hala sağlıklı olup nefes alabildiğim için, göz kırpışlarım kadar çok şükrediyorum artık. Sanırım yaş ile ilgili bir durum bu. Eskiden bilmezdim bunu. Burada olabilmek güzel, burada, bu uzak coğrafyada güzel anılarım var benim. Yine de artık günler kimi zaman içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Beni sürekli geren insanlar var etrafımda, bir yay gibiyim adeta. Çoğu zamanda sıkılıyorum. Sıkıntı sanki doğarken kazanılan bir şeymiş gibi geliyor bana şimdilerde. 

Bugün pazardı. O da geçti gitti çabucak. Yarın pazartesi ve ardından salı. En çok perşembeleri seviyorum ben. O günün kendine has sakinliğini seviyorum. İçimdeki tek sendrom Türkiye şu sıra. Hem deli gibi oraya varmak hem de çılgınca ondan uzaklaşmak istiyorum. Çok acayip bir his. Burada herşeyin çok uzağında olmaya fena alışmışım! 

 Fotoğraf: Deviantart 

Pazar günlerine en yakıştırdığım şey yürümek, böyle sisli bir tarlanın ortasında, uzaktaki en büyük ağaca kadar yürümek istiyorum. Tenha yollarda yürümek iyidir, doğayla bütünleşip, dinleyerek yürümek güzeldir. Yazları ise o yolların sonu denize varınca anlamlanır. 

Her geçen gün kedimin hayatımdaki yeri için de şükrediyorum. O buradaki en yakın dostum, arkadaşım. Çoğu zaman beni anlarcasına elimi tutuyor, onunla ısınıyorum yeni gelen güne. Yazacak hala çok kelimem olduğu için şanslıyım. Bakalım yeni gelen gün ne getirecek. Umuyorum ki güzelliklerle gelecek, tıpkı unutmayı hiç istemediğimiz o güzel hikayeler gibi. 

Yakında yine yazarım. Cezayir'i yazarım biraz, ne zamandır yazmadım. Burası bir şehirden daha fazlası...

Ve kendime not:

 Ben de aynı onlar gibiyim aslında bir yerden bakıldığında, tıpkı o sevmediğim insanlar gibiyim!

 Ama her şekilde nereden bakılırsa bakılsın denize kıyısı olmayan insanları da sevemiyorum!

3 Aralık 2014 Çarşamba

Sahra'nın efendileri: Tinariwen




Tuaregler ile ilgili yeni bir yazı hazırlıyorum blog sayfam için ama öncesinde, yayın hayatına yeni atılan Blogger Dergisi için yazdığım yazının çıkmasını bekleyeceğim. Blogger dergisinin ilk sayısı oldukça başarılı, benim de bir yazım var ve bundan ötürü mutluyum, bundan sonra da güzel yazılar ile Cezayir'i anlatmaya devam edeceğim. 

Tesadüf eseri yeni blog adreslerini karıştırırken tanıştım bu grupla ve oldukça ilgimi çekti. Tuaregler'in yerel dilde söyledikleri bir takım şarkıları, şiirleri olduğunu biliyordum elbette ama onları profesyonel sanatçılar olarak hiç tahayyül etmemiştim, çok hoşuma gitti. Rahatlatıcı tarafı var müziklerinin ve başka kapılar açıyor insanın zihninde. 

Tinariwen grup üyeleri Berber kültürüne mensup, yerel dilleri olan Tamaşek diliyle müzik yapıyor. Kapalı bir grup olarak bildiğim tuareglerin bu sayede dünyaya açılmış olmalarına ve kültürlerini tanıtmalarına sevindim doğrusu. 1979 yılında Cezayir'in Tamanrasset şehrinde temelleri atılan bir grupmuş ve o bölge halen Tuareglerin nüfus olarak çoğunlukta olduğu bir bölgedir, çölün kapısı da diyebiliriz. 

Yaptıkları müzik türü Afrikan blues olarak isimlendiriliyormuş, kesinlikle tavsiye ediyorum. Detaylı bilgi edinmek isterseniz de burayı ziyaret edebilirsiniz. Grubun kişisel sayfası için de burayı tıklayın lütfen.




Olabilir mi, olabilir!



'-Bugün benim günüm değil ama yarın olabilir mi?
-Olabilir!'

Bugün bir yerde okudum bu deyişi. Gerçekten de güzel hissettim okuduğumda çünkü hava kasvetli, yağmur var ve üşümeyi sevmiyorum. Bu havalar yazmak konusunda genellikle benim motive etse de, yemek yapmak haricinde diğer şeyler için motivasyon sağlayamama neden oluyor. Daha çok her günü pazar günü olarak hayal etmek gibi. Elimde sıcak bir şeyler, film izlemek, kitap okumak örneğin. Ama yapmam gereken pek çok şey var. Şimdi yeni bir blog yazısı hazırlıyorum güzel bir konu: Tuareglerden oluşan bir afrikan blues grubu, ilgi çekeceğine inanıyorum. Bu çerez bir yazı olsun.

Ayrıca yaratıcı resim için kutluyorum, Marilyn ve Michael karışımı müthiş olmuş bence. Sanki böyle bir havadayım ben de bugün!

25 Kasım 2014 Salı

Küçüktüm, ufacıktım


İşte bir zamanlar, ki aslında en güzel zamanlardı onlar,  böyle mavi siyah önlüklerimizle okula giderdik. Burası İzmit Seka İlköğretim Okulu'nun ana giriş kapısı. Öğretmenimiz Lalezar Kazancıoğlu, Müdürümüz Sait bey ve yardımcısı Vedat bey. Beni bulabildiniz mi bilmiyorum ama söylemeyeceğim nerede olduğumu. 

Okula dair pek çok anım var hafızamda, ama unuttuğum da bir o kadarı var beni üzen. Ne zaman okul kokusu duysam o günlerden kalan hayal meyal hatıralar gelir aklıma. Bu fotoğraftaki çoğu kişiyle yıllar sonra yeniden görüştük, yeniden tanıdık birbirimizi. Bazılarınınsa nerede ve nasıl olduklarına dair fikrim yok. Öğretmenimi de en son yolda görmüştüm memleketime gittiğimde. Oysa 24 Kasım'da orada olup ona güzel bir sürpriz hazırlamayı çok arzu ederdim. 

Okula çoğu zaman söylenerek gitsem de orayı hep çok sevdim. Okuluma dair hep iyi anılar biriktirdiğime inanıyorum. 8 sene aynı okulda okudum ilkokul ve ortaokul. Bu yüzden zamana direnmelerine ve değişimlerine de şahit olabildim. Yıllar sonra eskiden bana devasa gelen bahçedeki mermer taşın aslında hiç de o kadar büyük olmadığını fark ettim. Annemin verdiği parayla bir simit bir gazoz alır üzerini de arttırırdım. Bir osman amcamız vardı hademe, sanırım geçenlerde vefat etmiş, o bazen minicik kutu gibi bir odada simit satardı okulda bizde hep susamlar için yalvarırdık. Soğuk bir tiyatro odası vardı yada bir depoydu tam bilemiyorum orası hep korkunç gelirdi bana. Büyüyünce öğretmenler odasına da girip çay içmiştim ya ahhh ne gündü! Keşke okulum şimdi yerli yerinde durabilseydi de gidip koridorlarında yürüyebilseydim o zamanki halimle.

Lale öğretmenimiz sınıf öğretmenimizde, iyi bir kadıncağızdı, elleri, o ojeli ve uzun tırnakları hala aklımda. Mis gibi parfüm kokusu da her yere yayılırdı sınıfta hiç unutmuyorum. O zamanın koşullarında kendine bakan, süslü, temiz biriydi, yüksek sesle konuşurdu, çatallı bir sesi vardı. Ondan korktuğumu anımsıyorum çünkü biraz sert görünürdü ama ben de çok zeki bir öğrenci sayılmazdım vasat diyebilirim kendim için. Özünde iyi bir insan olduğunu bilmek aslında yeterli. Ona dair anılarım hep kokular üzerinde ilerliyor tuhaftır. Sınıfta maydanoz yediğini hatırlarım mesela, hatta bir keresinde lahmacun da yemişti onu unutamıyorum. Onun gözünde ailenin kıymetlisiydim bu yüzden sadece bir kere yazılı anında çimdiklemişti beni. Devamlı anlamadığımız yerleri sormamızı tembihlerdi ama sorunca da kızardı. Bu yüzden kimse sormaya cesaret edemezdi ama ben ederdim, azar yiyeceğimi bile bile sorardım. Arkadaşlarım çok dalga geçtiler hala neden soruyorsun diye. Ben soru sormaktan ne o gün ne de bugün hiç vazgeçemedim. Matematiği hiç sevmez ve yapamazdım. Ne zaman içinde tuğla kelimesi geçen problemler yaptırsa adımı çağrıştırıyor olsa gerek, beni tahtaya kaldırırdı. Acaba bir kez yapabilmiş miydim o problemlerden birini? Elinde kalemle bit kontrolü yaptığını hatırlıyorum. Saçlarımızı çekiştirirdi o tükenmez uyduruk kalem. 

Birbirinden ayrılmamak için çılgınca ağlayıp direnen üç sıra arkadaşıydık biz, hep ortada oturma kavgası yapardık. Arkadaşlarımın numaralarını ve nasıl yazdıklarını bile hatırlıyorum gözlerimi kapatınca. Bir de doğum günümde teyzemin aldığı pembe saçlı lahana bebeğimi sınıfa getirmek isteyip ağladığımda sadece bir ders sırada benimle oturması için izin verdiğinde çok mutlu olmuştum. O bebeğimin de kokusu hep burnumda. Yıllar sonra bir iki kez arkadaşlarla ziyaretine gitmiştik, hala biraz tedirginlik vardı üzerimde, ama o aslında hiç de korkulacak gibi biri değildi. Hatta özenle sakladığı lacivert kaplı not defterini bulup çıkartıp göstermişti, notlarımıza bakıp o günleri yad etmiştik. Bazen sınıf defterini doldurturdu bana o zamanlar 4. yada 5. sınıftık artık büyümüştük ve o mertebeye ulaşmış olmak ne büyük gururdu. 

Şimdiye kadar öğretmenim olan kişilerin hepsinin bende ayrı bir yeri olmuştur, hepsini ayrı ayrı sevdim. Çünkü bana hep öğretmenlerimin ne kadar değerli oldukları öğretildi. Öğrenmeye de hep meraklı bir tiptim, biraz tembel de olsam. Onları oldukları hallerinden hep daha devasa, daha bilgili, daha başka görürdüm gözümde. Bizden hariç olan hayatlarını hep merak ederdim. Hayal ederdim ki bir gün vakit geçirebilsek birlikte. Ama hiçbir zaman yağcı tabir edilen tiplerden olmadım. Beni içten bir çocuk olduğum için severlerdi.

İlkokuldan mezun olduktan sonra öğretmenimi ziyarete gittim pek çok kez. Bazen sınıfındaki ufak öğrencilerine gözetmenlik yaptırırdı gittiğimde,  o zamanlarda o koca sınıfın hakimiyetinin bana geçmesi ne harika bir histi. 

Ortaokulda da lisede de epey kıymet verdiğim pek çok öğretmenim oldu. Kimini zaman zaman gördüm, kimi vefat etti kimini ise aramama rağmen bulamadım. Keşke şu anda hepsini bir araya getirebilme ve duygularımı söyleme şansım olsa. Öğretmenlik yaptığım o bir senede onlara dair pek çok şeyi de kavramış oldum aslında. Bir sınıfta öğretmen olarak oturmanın ağırlığını, bilincini tecrübe etmek, çocuklara yeni şeyler öğretmenin hazzına erişmek gerçekten çok başkaydı benim için. Hep bana yapılan güzel hareketleri hatırlamaya çalıştım, konuşup fikir alabildiğim, paylaşımlarda bulunabildiğim öğretmenlerim gibi olayım istedim. Sevgimi göstermeye çalıştım ve eminim az zaman geçirmiş olsak da çocuklarım da beni çok sevdiler. Bunu yürekten hissedebildim, bu yüzden şanslıyım. 

Öğretmenlik, sevgiyi ön planda tutabilince, kalben çocukların tümüyle yakın olabilince ve bilginin kıymetini biliyorsan gerçekten en güzel meslek. İnsan yaşı ilerlediğinde daha iyi idrak edebiliyor bazı şeyleri. Sistem her zaman kötüydü, ama öğretmenlerim ellerinden geldiğince en iyiyi vermeye çalıştılar bana hep. Yoksa çok iyi hatırlarım kırmızı beyaz kaplı Tahire Alper matematik kitabından 45 tane problemi çözemeyip babamla halamın önüne verdiğimi.

Ağır ödevlerle, kapasitesinin çok dışında şeyler yapmaya çalışıp aptal gibi hissedenler çoktu. Kimse karşısına alıp da bizi geleceğe dair konuşmalar yapmadı ama iyi bir birey olmamızı istediklerini en azından ben hep biliyordum. İşte bu yüzden mutluyum. Eksik kaldığım, yeteri kadar öğrenemediğim çok şey var, çok harika okullara gidip iyi eğitimler almadım ama mutlu bir çocukluk geçirdim. Bu yüzden işte etrafımdaki iyi eğitim almış ama mutlu olamamış pek çok kişiden daha çok seviyorum yaşamayı, insanları ve anılarımı. Bana her öğretmenim sevgiyi, paylaşımı, iyiliği öğretti aslında, çünkü ben onu almaya istekli bir çocuktum. Ailemin desteğini de asla yadırgayamam çünkü hiç bir zaman dört dörtlük bir öğrenci olmam için baskı yapmadılar, koşup oynadım, düşüp kirlendim, ağladım, deli gibi hiç ders çalışmadım ama mutlu oldum. Bu yüzden çok şanslı saydım kendimi hep. İyi ki o öğretmenlerimi tanıdım, onlarla ilgili güzel anılar biriktirebildim. Her birine saygım sevgim sonsuz. Onlar iyi ki varlar anılarımda, hayatımda!

Belki bir gün başka hikayelerle yeniden yazarım okul zamanlarımı. Hem öğretmenlik yaptığım okulu ve o zamanki anılarımı da yazmalıyım aslında hep erteliyorum. Gecikmiş bir öğretmenler günü yazısı oldu bu ama olsun, sevdiğini mutlu olduğunu söylemek için hiç bir zaman geç değildir ne de olsa...

Tüm öğretmenlerimin, öğretmenlik yapan arkadaşlarımın, öğretmenlik mesleğine içtenlikle gönül vermiş olan o iyi insanların bu güzel gününü kutlarım.

24 Kasım 2014 Pazartesi

Pazar ile iki çift laf

'Dün yine internetin azizliğine uğrayınca, hevesle yazdığım yazım kalakaldı öylece. Öğretmenler günü yazımdan evvel yayınlamak istedim.'

Bu pazar günü de benim için her zamanki gibi olağan haliyle başladı. Kasvetli, karanlık ve bolca rüzgarlı bir gün. Aslında birkaç gündür çok parlak ve sıcak bir hava vardı, yazdan kalmaydı adeta. Sanırım pastırma sıcaklarıydı onlar. 32 dereceyi bile gördük bir ara, hemen bahçede aldık soluğu. Çabucak geçip gideceğini bilsem de seviyorum bu ılık sıcakları.

Eskide kalan pazarları özlüyorum her pazar gününde ve bunu devamlı dile getiririm. O heyecanla güne başladığım pofidik yorganımla yatağımı, annemin süper kahvaltısını ve gün için öngördüğümüz planların güzelliğini. Biz deyim yerindeyse gezenti bir aileydik, hoş hala öyle sayılırız. Pazar günleri yanımıza hiç bir şey almadan sebze pazarına diye evden çıkıp, trene atlayıp Adapazarına ıslama köftel yemeğe gittiğimizi, otobüsle veya arabayla hadi kadıköy'e gidip midye tava yiyelim dediğimiz günleri dün gibi anımsıyorum. Babam bu konularda epey çılgındır. Ankara'daki kuzenlerin daha o zaman ufak olan çocuklarını özleyip hadi Ankara'ya gidelim dediğini bilirim durduk yerde. Bu huyunu pek seviyorum. Bana da genetik olarak aktarılmış sanırım bu gezentilik. Evcimenimdir de aslında aynı zamanda. Evcimen olmak eve tıkılıp kalmak değil benim literatürümde, evi sevmek, evde vakit geçirmeyi sevmek demek. İyi ki zamanında hakkını vererek gezmiş, keyifli vakit geçirmişim diyorum. Şu son 7 yıldır epey eksik kaldık pek çok şeyden.

Fotoğraf: tumblr

Sadece havayı koklayıp birkaç değişik insan görmek için mavi göğün altında dolaşmayı, yani tüm telaştan uzak, berrak ve durgun bir su gibi olmayı, sadece güne katılmayı, bu anları özledim. Hayatın kendi seyrinde ilerleyişini pek güzel anlatmış bu fotoğraf. Cezayir'de güneşli bir gün ve insanlar sokaklarda. Tesadüf o ki hep de en ilgimi çekmiş olan o ince binanın önündeler ve kayıtsızca ilerliyorlar. 

Fotoğraf: alger flickr by bachir

Cezayir otoyolundan bir an. Şimdi bu fotoğrafa bakarken araba yolculuğu yaptığımı hayal ettim, elimde not defterim tam da bir şeyler yazmaya çabalarken bu saman dolu kamyonu görünce fotoğraflamadan edemeyeceğim diye düşündüm. O anda, pencere kenarında kamyonun yanına gelmeyi ve sürücüye bakmayı düşünürken buldum kendimi. Araçların yanından geçerken, ki eğer ilginç bir araçsa, içindeki sürücüye daima bakarım gizliden de olsa. Burada böyle tıklım tıkış giden çoook kamyon görebiliyoruz. Bazen öyle bir dolu oluyor ki aracın gittiğine şükretmek lazım diyoruz. Samanın sarısı, bozkırın havasına, yolun asfaltına ve gökyüzünün pamuk bulutlarına yakışmış; ne zaman baksam tuhaf bir şekilde seviyorum bu fotoğrafı. 



Pazar gününe yakıştırdığım iki fotoğrafım daha var sizin için. O sevdiğim berber desenli kilimlerin üzerinde, sevdiğim tabakla, o işlemeli bakır tepside hazırlanmış bir Cezayir yemeyi. Daha çok zeytin ve limon süslemeli pazı kavurmasına benziyor ama herhalde geleneksel bir adı vardır. Şu anda başka bir şehri keşfetmek için yolda olmayı, sonra daha önce hiç görmediğim bir berberi evinde yere çömelip şu yemekten yiyecek olmayı isterdim. Kim bilir ne hikayeler anlatılır o evde.

 

Bu da Cezayir'den bir çiçekçi dükkanı. Öyle her istediğiniz çiçeği bulmanız güç buralarda. Güller bile genelde çok sağlıklı olmuyor. Yine de bir çiçekçinin bu kadar çok çiçeği varsa orası iyi bir çiçekçidir diyebiliriz. Cezayir koşullarında bir dükkanda bu kadar mal olabilmesi güzel, sarı papatyaları bile varmış gül haricinde. Dönerken yolumun üzerinde bir çiçekçi olmasını ve oraya uğrayabilme ihtimalimi seviyorum. Ne de olsa evde taze çiçek gibisi yoktur öyle değil mi? Doğum günümde gelen iki güzel kaktüsü keçilerin yediğini düşünürsek, çiçeklerin etrafımda olmasını özlediğimi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim!

18 Kasım 2014 Salı

Ekmek arası hayaller


Fotoğraf: Tumblr

Bu sabah güzel güneşli bir güne uyandım, en sevdiğim çıtır çiçekli nevresimlerimde. Kedicikle oynayıp sabah mahmurluğumu üzerimden attıktan sonra akşam keyifle okuyup baş ucuma koyduğum kitabımı yanımdaki komodine bıraktım. Pencereyi açtım ve içeri mis gibi çiçek kokusu doldu. Üzerimi değiştim, bisikletime atladım ve çıkıp fırından tazecik ekmekle gazetemi aldım. Kendime harika bir kahvaltı hazırladım renkli tabaklarımda, yumurtanın kayısı kıvamlı sarısını lüplettim ve kızarmış ekmeğimi kekikli zeytinyağına bandırdım. Biraz da müzik açtım tabi bu sırada. 

Kahvaltı sonrasında oturup camın önünde gazetemi okudum bir bardak çayın eşliğinde. Güne dair planlar da yaptım aklımdan o sırada. Sonra giyinmek için odama gittim, en sevdiğim şeyleri giydim ve sokağa çıkmak için hazırdım artık. 

Havayı içime çeke çeke yürüdüm, özgürce. Önünden geçtiğim binalara, dar sokaklara ve insanların yüzlerine baka baka yürüdüm. Bir manavın önünden geçerken sebzelerin ve meyvelerin renklerinde biraz dinlendim. Herkes yine ayrı bir telaşede, hızla yürüyor sokaklarda ama ben sakinim, durup nefesimi dinliyorum bazen. 

En sevdiğim çantamda en sevdiğim renkli şekerlerden bile var, arada elimi atıp bir tane çıkartıyorum kendime. Vitrinlere bakıyorum, kitapçılara giriyorum ve kayboluyorum o mis gibi kitap kokusunda. İnsan zamanın nasıl geçtiğini anlamıyor kitaplarla birlikteyken. Telefonum çalıyor o sırada. Buluşmak isteyen arkadaşlarım var, ne mutlu bana ki sohbet edebileceğim sevdiklerim yanımda. Bir kafede buluşuyoruz. Biraz sohbet biraz kahve ve kahvenin yanında minik kakaolu, sakızlı kurabiyeler bile var. Arkadaşlarla geçirilen vakit ne kadar da iyi geliyor insana. Anılardan konuştuk bolca, eski güzel günlerden ve geleceğe dair hayallerden bahsettik. Sonra oturduğumuz yerden kalkıp uzun zamandır gitmek istediğimiz bir müzeye doğru yol aldık. Tarihe yolculuk yaptık bir nevi. Müzeleri çok sevdiğimi yeniden anladım, kitapların ve tarihi eserlerin olduğu yerlerde kendimi hep evimde hissediyorum, öyle bir huzur doluyor içime. 

Yolda birkaç eskici dükkanı vardı onlara da girdik, renkli tabaklar, giysiler, ahşap oyuncaklar, eski fotoğraflar, tablolar, biblolar, ne arasan varmış bu yerde meğer. Aaa bir de o bakır kaseleri çok beğendim aldım bir tane kendime hemen. Çıkınca bir de kırtasiyeye girdik ne zamandır almak istediğim dolma kalem ile o harika mercan renkli mürekkebi aldım. Akşama da çok sevdiğim bir tiyatro oyunu varmış gitsek mi dedi arkadaşlar ama bu akşam misafilerim var yemekte onu yarına erteleyelim dedim nasılsa yarın da var aynı oyun. Akşama kalabalık bir sofra kuracağız, annemler teyzemler kuzenler ve çocukları  yemeğe geliyorlar. Sevdiğim şeyleri pişireceğim. Aslında pek çok şeyi hazır ettim bile sadece giderken biraz taze meyve, kuruyemiş ve tatlı alacağım. Bol cevizli baklava mı alsam yoksa kaymaklı ekmek kadayıfı mı henüz karar veremedim. Şimdi annem kesin o mis gibi revanisinden yapmış getiriyordur. Birlikte kıymalı börek yaptık hatta dolma da sardık zeytinyağlı. Evde bir orduya yetecek kadar yemek var herhalde. Olsun biz birkaç gün yeriz artık keyifle. Zaten hafta sonu yaklaşıyor belki bir akşam da o tombik mangalımızda mangal keyfi yaparız yanında bol yeşillikle. 

Şimdi eve doğru yoldayım, arkadaşlarla ayrıldık. Kesin yine yol üzerinde gözüme bir yerler çarpar dalıveririm içeri, eve gitmem en erken bir saati bulur. Olsun, böyle mutlu bir gün geçirmeyeli epey olmuştu iyi geldi. 

Eve vardım ohhh ev gibisi yok. Etrafta bana ait olan en sevdiğim şeyler var burası benim cennetim adeta. Evde olmayı seviyorum aslında daha çok varılacak bir evim olması fikrini seviyorum. Bir sığınak bir kale gibi burası, içindeyse doldurabildiğim kadar hayat var! Neyse çok oyalandım annemin ördüğü önlüğümü takayım da bir pilav yapayım tereyağlı, sonra meyveleri yıkarım, tabaklarımı çıkartır sofrayı kurarım. Daha gelmelerine epey vakit var ama olsun, her şey hazır olsun da sonra biraz pufidik koltuğumda uzanır dinlenirim. 

Kedicik evde çok mutlu, mırrr mırr dolanıyor bir aşağı bir yukarı. Bahçe hala yeşil, arada dolanıp geliyor, güneşleniyor mis gibi. Yiğit humus çok sever ona da şimdi yaptığım humus'un üzerini de süsleyeyim unutmadan. Gelince buzdolabını açınca hemen görür, mutlu oluyor sevdiği yemekleri görünce aynı benim gibi. 

Heeh kapı çaldı, gelenler var acaba kim? Gidip bir bakayım sonra yine yazarım!

Not: Elbette ki tüm bunlar sadece bir hayalden ibaret! Olmayı istediğim yerde yarattığım dünyanın bir yansıması...

15 Kasım 2014 Cumartesi

Caturday; Cezayir'in kedileri

Bugün günlerden Caturday. Hoşuma gitti bu söylem ve bende sıkça tekrarlar oldum. Havalar yine yağışlı. Güneşli ve yazdan kalma bir cuma günü geçirmiş olsak da sabah yağmurlu bir havaya uyandık. Uyanmak epey güç oldu. Yatağın sıcaklığına bir de kedi sıcaklığı eklendi miydi değmeyin keyfime! O yumoş patileri, huzurlu hırıltıları ve hatta bazen iç çekişleri ve horlamaları bırakıp da güne başlamak hiç istemiyorum. Gün, kedimin koynunda geçirdiğim upuzun saatlerden ibaret olsun ve öylece kalsın istiyorum. 


Kedi denilince yazacak pek dolu şey var aklımda. Yine de bazen kendimi frenliyorum. Bunca sevmek bağlanmak ne denli iyi bir şey bilmiyorum, yokluğunu düşündükçe. Yine de insanın içinde hayvan sevgisi olmalı, çocuklara hayvan sevgisi öğretilmeli yaşatılmalı. Hayvanları sevmeyenlerin gerçekten insanları sevebileceklerine inanmıyorum. Bir de derler ya insanları tanıdıkça kedileri daha çok seviyorum diye kimi zaman bunu ben de hissediyorum. Pek çok arkadaşımdan (hariç olanlar kendilerini biliyor) daha fazla arkadaşlık yapmıştır bana bu gurbetteki günlerimde kedilerim. Onlarla konuşur, dertleşir, ağlar, gülerim. Beni sorgulamaz, dinlemezlik yapmazlar, anlayışlıdırlar. 


Cezayir'de çok kedi görmüyoruz ne yazık ki. Ben etrafımda onlarca kedi görmeyi hep sevmişimdir. Onların olduğu ortam bana huzur ve mutluluk verir. Şantiyemizde son zamanlarda daha sık görür olduk kedicikleri ve bu yüzden keyfim yerinde. Yine de Türkiye'deki kadar şanslı değiller buralarda. Sokaktaki kediler çok perişanlar, açlar. İzmir kedileri örneğin pek şanslılar, İzmirliler sıcak kanlı sevecen insanlar, bencil değiller bu yüzden kedilerini de sahiplenip bakıyorlar. Orada kediler yani en azından şimdiye kadar gördüklerim hep maşallah tostoparlaklar. Mutlaka çevrelerinde sahip çıkan birileri oluyor. Ama burada bilemiyorum kediler neden yaşamın içine dahil olamıyorlar. Yiyecek bulmakta çok zorlanıyorlar. Halk da epey fakir onlarla ilgilenemiyorlar tabi. Biz elimizden geleni her zaman seve seve yapıyoruz, yapacağız da. Sadece kediler için değil tüm hayvanlar için. 

İnsanın içinde hayvan sevgisi olduğunda bunu her birine gösterebiliyor. Ne mutlu ki hala dünya üzerinde hayvan seven iyi insanlar var.


Şehrin kapıları, desenler ve kediler nasıl da yakışıyorlar birbirlerine. 

 Fotoğraf: Tumblr

Ahh bu bezgin kediye bayılıyorum. Cezayir sokaklarından bir fotoğraf diye anımsıyorum ama bazen arşivimde isimleri yanlış not alabiliyorum, tam emin değilim. O kadar tombalak ki fotoğrafa elimi uzatıp onu tutmak ve sevmek istiyorum. 

Fotoğraf: flickr by Sun Spiral

Bir de bu mavilerin içinde kalmış sert ifadeli kedimiz var. Huzurun fotoğrafı adeta. O duruşlarıyla insanı kendine hayran bırakmayı çok da iyi biliyorlar. 

 Fotoğraf: flickr by Algerina( Amal. Kh)

Bu fotoğrafçının her fotoğrafına zaten bayılıyorum ama buna ayrıcalık tanıyorum.  Renkler ve doku hayatın o kadar içinden ki güne anlam katıyor. Sarman kedicik belli ki sığınacak bir yer ve yiyecek bir kap yemek arıyor. 

Fotoğraf: flickr by Karnevil

Ahh bu minişlerin bu birbirlerine sığınmış halleri beni bitiriyor. Isınmak için sokulmuşlardır muhtemelen. Öndeki ve arkadaki ikisi belli ki akraba, işte hayat böyle bir şey. Ne bize ne de şuncacık güzelliklere kimi zaman daha iyisi için fırsatlar sunamıyor ne yazık ki. Yaşamak her gün bir muamma aslında, belki de her dakika. 


Bu pisicik de beni ne zaman baksam ağlatıyor. O kadar susamış ki, yazık ona. Nasıl da bizlere muhtaçlar bir parça yemek biraz da su verelim diye. Bunu düşünemeyen o kadar insan var ki paylaştığımız hayatta. Onlara sadece 'kedi işte ya bakar başının çaresine nasılsa' diyerek yaklaşıyorlar. Onlar gibiler sadece kendilerini üstün varlık olarak görüyorlar. Ne yazık!

Fotoğraf: flickr by sa90b1

Bu da bir Cezayirli fotoğrafçının karesi. Minişlerini emziren yorgun bir annecik. Umuyorum ki bu fotoğraflardaki her kedicik için hayat güzel günler getirmiştir. Öyle umuyorum, öyle olmasını diliyorum. 

Fotoğraf: Flickr by Toufik Lerari

Bu da pek düşünceli bir kedicik. Kocaman beyaz bıyıkları maskeyi andıran sevimli kafasıyla pek de uyumlu. Manzarayla poz vermeyi de pek güzel başarmış. 

Umarım dünya tüm hayvanlar için bir gün çok daha iyi bir yer olur, tabi biz insanlar için de öyle. Türlü güzelliklerle bir arada huzur ve barış içinde yaşanılan hayatlar masallardan ibaret olmasın, tek arzum bu geleceğe dair. 

Pazar yazısında görüşmek dileğiyle. 
Sevgiler

10 Kasım 2014 Pazartesi

Ahh Atam!


Ahh keşke ölmeseydin de görebilseydim o çakır gözlerini, dimdik duruşunu. Çok yanlış bir zamanmış belki de dünyaya gelmek için. Ama en çok da sen yanlış zamanda gitmişsin uzaklara. 

Ben meğer ne çok şey bekliyormuşum hayattan, fotoğraflarına baktıkça umutlarımı, hayallerimi görüyorum gözlerinde. Keşke bir kerecik de olsa sesin yanıbaşımda çınlasaydı. Çocukça bir sevgiyle istiyorum işte yıllar geçse de 30'u geçsem de, hala görmek istiyorum!!! 

Seni büyütmeye,yaşatmaya devam ediyorum içimde günbegün, tıpkı bir ağacı sevmek gibi derin bir sevgiyle, incelikle ve hasretle...

Asla unutmayacağım...
 

9 Kasım 2014 Pazar

Çiçekli, kedili, mürekkepli pazar notları


Sanmayın ki bugün hava bu kadar güzel. Öğlen olmasına rağmen sanki akşam saatleri gibi, kasvetli, karanlık ve de yağışlı. Dört gündür bitmeyen yağmurla yaşıyoruz. Tabi tam kış mevsimi olmadığı için henüz, arada kesildiği oluyor yağışın ama yine de kasvet daimi. Öğlenleri çoğunlukla güneş açıyor ama bugün açmadı ne yazık ki, bu fotoğraf iki gün öncesinin. Yemekhaneden çıkıp eve doğru yol alırken çektim. Bulutların gölgeleri toprağa vurup geçiyordu, dışarıdan araba sesleri geliyordu ama evler son derece sessizdi, çocuklar bağırmıyor, kadınlar çamaşır asmıyordu. Bulutlara bakınca arkasını görmek istiyor insan böyle günlerde. Dağın arkasında bulutla birleştiği bir yer var sanki. Ama ben oraya bakmayı en çok bahar aylarında seviyorum, tarlalarda insan oluyor çünkü toprağını süren, işleyen.



Vampir tombuk kedimizle evde de herşey yolunda şükür ki. O kenarlardan görünen dişleri ayrıca sevimlilik katıyor ve böyle pozlar verdiği zaman onu sandviç gibi yemek istiyorum. Bu poz tam oyun anında çekildi, bakmayın yatış halinde gibi göründüğüne, gözleri de top gibi çünkü içinde bitmek bilmeyen bir oyun tutkusu var. İyi ki var benim tospalağım, onu seviyorum ve hayatımda olmasını da seviyorum. O küçük patileriyle üzerimde gezinmesi terapi gibi oluyor. Uzaklaşırsa ben koşuyorum yamacına, kıvrılıveriyorum hemen, anlıyor; totoyu kaldırıp salona geliyor hop koltuğa kıvrılıyor tamam geldim dercesine. Ben de bir nevi elmayra sayılırım.


Bu iki yavru kedicik ve annesi yemekhanenin önündeki çimlerde dolanıyorlardı, birkaç gündür yoklar. Ufaklardan biri keyifsizdi, yemek falan veriyoruz ama sanırım sıcak bir yerlere ihtiyaçları var. Sağ olsun yemekhanedeki Cezayirli personel ilgileniyor, zaten bişey yapsalar benden fırçayı de yiyeceklerini biliyorlar herhalde. Umarım iyilerdir bebişler. Keşke bütün kedileri alıp bakabileceğim bir yerim olsaydı o zaman daha mutlu bir insan olurdum.


Bu yusufçuk rengiyle gerçekten göz alıcı. Yanındaki ölü sinekten anlayacağınız üzere ölmesine ramak kala fotoğraflandı. Sonrasında alıp eve getirdim ama şimdi ne yapacağımı bilmiyorum. Buradan hatıra olsun diye saklamayı çok istiyorum ama gerekli techizata sahip değilim. Şimdilik bir kavanozda duruyor. Eğer yazımı okuyanlar arasında nasıl saklayabileceğime dair bilgisi olan varsa yazabilir, mutlu olurum. Bir süre sonra dağılmaya başlayacak çünkü kelebeklerde olduğu gibi. 


Kuşburnu pestili bu. Hafif ekşi ama hoş. Misafirliğe gittiğimiz arkadaşlarımız ikram ettiler. Birkaç tane daha alacaktım dönerken yanıma ama unuttum. Böyle lezzetleri seviyorum ve her zaman bulabildiğimiz bir şey değil ne  yazık ki!


İşte uyuyan güzel! Aslında burada uyumuyordu belki de. Sadece durmuş dinleniyordu kanımca. Onları çok seviyorum ama dikkatsiz insanların bu kocaman yaratıklara cart diye basmalarına tahammül edemiyorum. Hadi ufak olanları görmüyoruz seçemiyoruz bazen ama bu kocamanları nasıl ezer ki bir ayak anlayamıyorum? Sabahları bazen durup konuşuyorum onlarla. Ne kadar zor onlar için bir yerden başka bir yere gitmek, ne uzun bir yolculuk. Acaba evleri var mı? Nereye gidiyorlar? Neden gidiyorlar? Gitmek dışında yaptıkları neler var? Biraz sessiz benim narin arkadaşım, pek anlatmıyor ama ben yine de konuşuyorum.


İnstagram veya başka paylaşım sitelerinde devamlı karşıma çıkan bu meşe palamutlarından bu sene bulamadım diye çok üzülürken temizlikçi teyzemiz bir sepetle geldi geçen sabah. Ahh o kadar sevimliler ki. Bu sene sanırım henüz olgunlaşmamışlardı, tatları acımtraktı, geçen sene yediklerim fındık gibi çok güzeldi. Kaynatıp suyunu içiyorlarmış, henüz tam nasıl bir yapılış aşaması olduğunu bilemiyorum ama mideye falan iyi geliyor diyorlar. Belki denerim. Kıyamayadabilirim tabi, huyum kurusun. Şu anda onları sergileyebileceğim bir cam kavanoz veya vazom yok ama arıyorum, şimdilik sepette duruyorlar. Umarım güzelce kalabilirler uzun süre, büzülüp eskiyip koflaşmalarını hiç istemiyorum. Bakalım deneyip göreceğim. 


Yağmur birkaç gün önce o denli yoğun yağıyordu ki doğa coştu, her yer yemyeşil olmaya başladı sanki bahara döner gibi. Ofisin bahçesindeki harika renkli güllerimiz açtılar, pembesi, nar çiçeği, bordosu ve cart bir kırmızısı var. Bazen hepsini kopartıp yanımda yakınımda, her dakika görebileceğim bir yer tutmak isteğine kapılıyorum ama sonra dışarı çıkıp koklayıp içimdeki canavarı durduruyorum. Onlar şu anki halleriyle yerlerinde mutlular. Dışarıdan toplanmış çiçekleri satın almayı seviyorum ama böyle kendim kopartmak hoşuma gitmiyor. Onları hala çocuk gibi kopartılmamış olarak hayal ediyorum belki de ondan. Yoksa evde canlı çiçek her daim sevmişimdir, Eve tazelik, ruh katıyor çiçekler. Çiçek olmayan ev bir yönüyle hep eksik geliyor bana, aynı kitap olmayan evler gibi.


Dolma kalemlere her zaman ilgi duymuşumdur ama senelerdir yazmıyorum. Hele ki böyle doldurma mürekkepli olanlarla. Tüplü olan modeller bana pek o mürekkebin hazzını vermiyor. Kesik uçlu dolma kalemlerle de daha rahat yazabiliyorum ama ne yazık ki bendekiler hep sivri uçlu. Standart, genel modellerden biri işte. Bu epey eski bir kalem, ancak bunu bulabildim. İki adet de mürekkebim var şimdilik. Bir süre içimdeki hisleri giderebilir, ama sadece bir süre. Yoksa benim aklım hep morlu, pembeli, turunculu ve çikolata renkli mürekkeplerde ve daha iyi kesik uçlu kalemlerde. Şimdilik yakınlarda bulabildiğimin en iyisi bunlar. Mavi renkli olan mürekkep sanırım uzun yıllardır kırtasiyenin bir köşesinde duruyordu çünkü kapağı paslı gibiydi. Eminim satıcı da şaşırmıştır. Burada genelde el yazısı kullanılmasına rağmen sanırım dolma kalem pek tercih etmiyorlar. 7 senedir buradayım bir kişi görmedim dolma kalem ile yazan. Tamam belki bir tane görmüşümdür ama hepsi o. Dolmakalemin ruhu var, kağıttaki sesi bambaşka ve kelimeleri adeta sihirle kaplıyor gibi hissediyorum yazarken. Sanki onunla yazdığımda ortaya çıkan kelimeler daha anlamlı oluyor gibi geliyor. İlk doldurma denemem başarıyla sonuçlandı, eşimin de yardımlarıyla. Bir kırmızı mürekkebim olmasını çok istemiştim ama ne yazık ki kırmızı mürekkep ıstampa mürekkebi çıktı. Şimdi güzel mürekkepler ve güzel kalemler almak üzere Türkiye'ye gitmeyi heyecanla bekliyorum. Aslında daha çok bir hikayesi olan dolma kalemleri seviyorum, birilerine ait olanları. Sanırım babamdan bir tane vardı evimdeki masamda, bir de öğretmenlik yaptığım yıllarda öğrencimin aldığı bir kalemim vardı. Bu büyülü yolculuğa onlarla devam etmek niyetindeyim bir süre.

Yolda olan yeni yazılar var. Öncelikle köşe yazılarımı tamamlayacağım, sonrasında yeniden buradayım. Biraz Cezayir dokusu lazım yazılarımda...

Mutlu kalın!