21 Mart 2008 Cuma

Cezayir

Cezayir son derece büyük bir şehir aslında. Hatta olabildiğince büyük ve heybetli. Bazen de biraz korkutucu. Binalar ilk dikkati çeken şey. Fransızlardan kalma yüksek yapılar ve balkonlarındaki süslü demirlerle son derece ilginç. İlk geldiğimde bu kadar büyük olduğunu fark etmemiştim aslında. Zamanla daha iyi görmeye başladım etrafımdakileri.
Eski yüzlü bir şehir burası. Etraf düzenli değil yerler genelde pis. İnsanlarının bazıları ürkek bazıları son derece cesur bakışlara sahip. İlk görüşte beni en korkutan şey yollarda her daim hazır bulunan jandarmalar oldu. Koyu tenleri sert bakışları ve üniformalarıyla yolları tutuyorlardı. Birkaç tanesiyle konuştuk bir şeyler sormak amaçlı. Sevimli olanları vardı içlerinde ama tabi genelleme yapmak mümkün değil. Belki de sadece sert görünmeleri gerektiği için öyleler. Kadınları gördüğüm kadarıyla sıcak kanlı. Göz temasından kaçınmıyorlar. Tanıştığım birkaç bayan daha ilk olmasına rağmen beni öptüklerinde çok şaşırdım. Ama hoşuma gitti.
Camiler dikkatimi çeken ikinci şey oldu. Minareleri bizim bildiğimiz gibi yuvarlak biçimli değil kare bir yapıdan oluşuyor. Aslında daha çok ilk bakışta kilise izlenimi veriyor. Binaların işlemeleri ve mozaikleri çok güzel ve rengarenk. Etraftaki normal binaların ise çoğu aynı renkte. Hatta uzun zamandır boyanmamışlar sanırım.
En çok sevdiğim şeylerden biri kapılar bu şehirde. Öyle değişik ve öyle güzel kapılar gördüm ki o an neden yanımda bir makinem yok da çekemiyorum diye üzüldüğüm çok zaman oldu. Buradaki kapılardan koca bir arşiv yapıp sergi bile açılabilir.
Çocuklar çok sevimliler. Genelde bakışlarında hep bir hüzün var yada bana öyle geliyor bilmiyorum. Yabancı olduğum için ürkmeme rağmen beni buraya yakınlaştıran bir dolu şey var. Genelde şehirde erken saatlerde tüm kepenkler kapanıyor ve benim buraları açık görebildiğim zamanlar çok nadir. Ama birkaç tanesine denk geldiğimde şaşkınlığımı görmenizi isterdim. Dışarıdan bakıldığında köhne bir hava veren kepenkli dükkanlar içlerinde dehşet güzellikler barındırabiliyorlar. Sanki küçük bir Paris burası. Son derece modern eşyalar, antikacılar, giysi dükkanları, her çeşit yabancı markayı barındıran küçük marketler var. Manavlar çok tuhaf sadece meyve satıyorlar. Sebze alabilmek için bazı yerleri tercih etmek gerekiyor. Kasap dükkanlarına her yerde rastlıyoruz. O da değişik bir durum benim için.
Genelde insanların kıyafetleri vasat. Annemin yada benim örgülerimizi veya ananemin gezmeye giderken pabuçlarını koymak için aldığı hasır torbaları buradaki bayanlar sokak çantası olarak kullanıyorlar. Kadınların bazıları ve hatta büyük bir kısmı bakımlı. İşli ve parlak baş örtüleri, şalları var. Gözlerinde sürmeleri var. Bazıları erkekler de dahil soğuk kış günlerin de bile çıplak ayaklarında terlikleriyle geziyorlar. Ama paraları olmadığından mı bilmiyorum. Sonuçta üzerlerinde giyecekleri var. Halk genelde fakir. Çok az maaşa çalışıyorlar ve kadınlar genelde evlerindeler. Kadınlarını çalıştırmayı istemiyor Cezayirli erkekler.
Yaşlılar çok sevimli görünüyorlar. Genelde erkekler kahverengi keçeden yapılma kapüşonlu pardösü giyiyorlar. Karanlıkta pek korkunç görünüyor. Ama daha korkunç olanı beyaz bir entari giymeleri. Arap ülkelerinde çoğunlukla giyilen tarzdaki elbiselerden. Yaşlıların genelde kocaman sakalları ve kafalarına sardıkları örtüleri var. Duyduğuma göre bazılarını uzunluğu 15-20 metreyi buluyormuş. Yaşanmışlıkların izleri yüzlerinde daima. Gizlileri saklıları yok.
Burada her an elinde fotoğraf makinesi olması gerekiyor bence. Bazen öyle ilginç kareler oluyor ki çekilecek. Kaçırmak çok büyük dezavantaj benim için. Kim bilir bir daha ne zaman görebilirim benzer şeyleri. Bir antropolog veya bir araştırmacı yada değişik kültürlere meraklı birisi için burası gerçekten çok fazla şey barındırıyor. Şu ana kadar kötü bir şeyle karşılaşmadık. Patladığını duyduğumuz bombalar hariç. Aslında pek de fırsatımız olmadı bunun için. Çoğu yeri görmedik henüz.
Yemek yenilecek restoranlar bolca. Değişik yemek anlayışları var. Kendilerine özgü. Şarapları gerçekten güzel. Hamud diye bizim çamlıca gazoz tarzında bir içecekleri var. Mergez dedikleri sucuk benzeri bir yiyecekleri var. Pizza yapıyorlar çoğu yerde. Yalnız buradaki pizzalar pideye daha çok benziyor veya lahmacuna. Ama gerçek pizza tadında yapan bir yer var adı Lunch. Son derece lezzetli somonlu pizza yapıyorlar. Somon demişken burada bulabildiğimiz şeyler pek de sınırlı değil başka ülkeler gibi. Bizim için fazla pahalı da değil. Ama halktan insanların somon alabildiklerini sanmıyorum. Yada tadını bilmedikleri için yemiyorlardır. Tabi ilk olasılık daha yüksek. Değişik yemeklere karşı pek açık değiller. Kendi tarzlarına düşkünler. Sanırım biz de bazen böyle oluyoruz. Cezayir çorbası içmek örneğin benim için pek hoş değildi. Sanki içinde sabun var gibiydi. Bazen ellerimizi yıkadığımızda hatayla elimizde kalan sabunun tadını aldığınızda nasıl genzinizi yakar hatırlayın. Bu çorbada da öyle bir tat var işte. Ama yine de içimizi ısıtmaya yetiyor.
Fransızca dan daha çok Arapça konuşuyor halk. Ama Fransızca konuştuğunda da anlıyorlar. Etrafta bilmediğin bir dili konuşan insanların olması bana daima yabancı olduğumu hatırlatıyor. Yada burada senelerce de kalsam yine de onlardan olamayacağımı. Bir aitlik duygusu hissedemiyor insan. En azından şu anda ben hissedemiyorum. Ama tabi benim için daha erken. Zamanla her şeyin daha iyi ve kolay olacağına inanıyorum. Burada ilgimi çeken bir başka şey ise insanların sürekli yol kenarlarından yürümeleri. Bizim otoban olarak bildiğimiz yollar bahsettiğim. Ama burada otobanlar sanki şehir içi yollar gibi kullanılıyor. Ve genelde gece veya gündüz kadın erkek veya çocuk herkes bu yollardan yürüyor. Ayrıca çocuklar da okula gidebilmek için uzun yollar kat ediyorlar. Bazıları annelerinin ellerinden tutmuş bazılarıysa yalnız başına sırtlarında kocaman çantalarıyla. Bazen onlara bakıyorum da yürürlerken; yakınlarda hiç yerleşim göremiyorum işte o zaman anlıyorum yollarının ne kadar uzun olduğunu. Üzülüyorum ama aynı zamanda da okula gitmelerine seviniyorum.
Çocuklar için pek bir şey yok aslında oyalanacak. Oyun parkı hiç görmedim daha. Olsa da oynanmayacak kadar kötüdür sanırım. Oyuncakçı desen var ama içinde pek bir şey yok. Bizim eskiden oynadığımız oyuncaklara benziyor. Modern bir şey yok. Ama yine de çocuklar bunlarla oynamaktan mutlular. Çocuk zihinleri algılamıyor böyle şeyleri.
Sokak köşelerinde İstanbul da sıkça rastladığımız sigara satıcıları var. Genç erkekler gördüm genelde tezgahların başında. Pek bir şey kazanmıyorlardır ama yine de çabalamaları güzel. Evde oturup kadınlarına sarmıyorlar en azındanJ
Burada kullandıkları arabalar son derece eski. Hatta çoğunu Türkiye de görmemiştim bile. 46 model bir araba gördük. Ama benim en çok sevdiğim 65 model Citröen C2 ler. Bambaşka bir hava veriyorlar yollara. Eskiden sokak başlarında park edilen renkli chevroletler gibi. Çoğu da bakımsız arabaların. Sanki her an yolda kaldı kalacak gibi. Yine de böyle olması şehre daha mistik bir hava katıyor bana kalırsa.
Hava öyle enteresan ki burada. Güneşli bir sabah uyanıyorsun her yer alabildiğine parlak. Birkaç adım atıyorsun ve anında gökyüzünde delice bir sağanak geliyor. Sanki sana bugünlük bu kadarı yeter gibi. Bazen de hava kapkara bir örtü gibi kapalıyken üzerimizde, daha kafanı pencereden uzaklaştırmana kalmadan anında kocaman bir ışık huzmesi dalıveriyor odadan içeri. Neye uğradığını şaşırıyorsun. O da “hadi bakalım tembellik etme de güne katıl” diyor gibi aynı. Ne de olsa Afrika da yaşıyoruz. Demek burası da ben gibi ne zaman ne yapacağı pek de kestirilemiyor.
Bazen hiç Afrika’daymışım gibi hissetmiyorum. Etrafı görmediğim zamanlarda. Sadece bir tek alanda sınırlı kaldığımda. O an sanki kendi şehrime sadece biraz uzaktaymışım gibi geliyor. Genelde yolda olma halinden başka bir de başkente gidince anlıyorum burasının farklı bir kıta olduğunu. Evde bile çok hissetmiyorum bu duyguyu. Ama genelde evde olduğum da kendimi yalnız hissediyorum. Yalnız kaldığında insanın bolca zamanı oluyor düşünmek için. Düşündükçe içinden çıkılmaz bir hal alıyor insan. Koca bir topak yumak gibi oluyorum. Çöz çözebilirsen.
İnsan bazen olmadık anda kendine sinirlenecek bir şey yaratabiliyormuş bu özelliğimi keşfettim burada. Sadece küçük bir iplik parçası bile sinir sebebi olabiliyor. Ve uzadıkça uzuyor iplik gibi sinirlenilen şeylerin listesi. Lap topun sıcaklığı, elimi koyduğum yerlerde iz bırakmam, gürültülü çalışan klimalar, ateş olsa cürümü kadar yer yakacak kuşların tiz sesleri, iyi kaynamamış sular, hemen kirlenen halılar, pilav olmakla zerre kadar ilgisi olmayan pilavlar, çoğu kısmı silikon görüntüsündeki kocaman kesilmiş etler, ışığı içeri sokmayan koyu renkli perdeler, aksine rüzgarın gürültüsünü zorla kulağına getiren odalar ve daha bir çok sinir durumu yaratacak etmen var. Ama zamanla bunlar birikip rahatsızlık verdiği için ister istemez kendinize komik savunma mekanizmaları yaratıyorsunuz. Örneğin “lap topumu seviyorum çünkü o olmasa sevdiklerimle haberleşemem, klimalar olmasa üşürüm, kuşlar olmasa belki yaşamın akışını fark edemem, pilavlar kötü olabilir ama bunu bulamayanlar da var, etler için daha bir şey yaratamadım sadece para yokluğunda sürekli nasıl bu kadar çok et yiyebiliyoruz diye düşünüyorum, perdeler en azından uyku için iyi oluyor erken kalkmak günü ikiye katlıyor çünkü, ve odalarımıza gelince en azından başımızı sokacağımız bir yerimiz var” gibi.
Hayatın farklı bir kesitini görmek güzel bir duygu. Uzak da olsa yine de başka bir yeri tanımak insanı mutlu hissettiriyor en azından benim için böyle. Şu an evimde oturan buradaki güzelliklerden habersiz, burada yazdığımın çoğunu bilmeyen bir insan olabilirdim. Ama keşfetmeyi her zaman sevdim yada yeni maceralar katmayı hayatıma. Yolda olmayı sevmek gibi. Bavul hazırlamayı her zaman sevdim çünkü titizlikle hazırladığım bavullarım her zaman yepyeni hayatlara açılan kapılar oldu benim için..
Bu yolculuğumla çok şey fark ettim. Örneğin bir yer hakkında başkasından ne kadar çok şey duyarsanız duyun orda yaşamak gibi, orayı tanımak gibi kendi deneyimlerinle hareket etmek gibi olmuyor. Herkesin fikri yada bakış açısı farklı olabiliyor. Hayatı deneme yanılma yoluyla kavramak en güzeli tabi nasihatleri ve yol göstericileri atlamadan. Önyargılardan uzak olmak her şeyi daha rahat kavramaya olanak veriyor. Birini yada bir şeyi sevmemek çok kolay en zoru anlamaya çalışmak. İnsanlar genelde hayatlarının her dönemi zorluklarla karşılaştıkları için kolay olanı tercih ediyorlar. Kendilerince haklı olduklarını düşünerek. Ama kaçırdıkları fırsatları bilmeden ölmek gibi bir detay var oysa hesaba katmadıkları. Örneğin hani ne kadar çok kitap okursan o kadar çok şey öğrenirsin, yeni yerler görür yeni insanlar tanırsan vizyonun genişler, kendini geliştirir zaman ayak uydurursan genel kültürü olan saygın biri olursun gibi. Bir lisan bir insan gibi aynı. Ne kadar çok hayat alanı görürsem o kadar çok şey kazanacağıma inanıyorum. İnsanları tanımayı, onları dinlemeyi, bir süre de olsa onlardan biri gibi hissetmeyi ve geçici aitlik duyguları yaşamayı seviyorum. Ruhumu doyuruyorum ve yazacak bir sürü şey buluyorum böylelikle.
Kilometreler arttıkça uzayan sadece yollar değil kavuşmalar da oluyor. Ama azalan bir şey de var hissiyatlar. Kavuşursun adı mutluluk olur kavuşamazsın aşk diyor bir şair. Belki de doğru. Aşk mutluluktan hep daha tutkuyla anılan bir şey olmuştur. Belki de uzaklara duyulan özlem aşk gibidir. Yakıcı ve bir o kadar da kendine özgü. O yüzden en güzel romanlar şiirler özlemler hep ayrılık yıllarında, uzak diyarların getirdiği özlem zamanlarında, içini kabartan aşk doluluklarında yazılır. Belki de dünyada yalnızlığı seçen mutsuz insanlar sandığımız kadar yararsız değillerdir. Çoğu zaman onlara mikrop gözüyle bakar hayatın tadına varamayan, kendini güzelliklerden mahrum etmiş vasıfsız yaratıklar olarak görürüz çünkü.
Artık biliyorum ki uzaklaştıkça kelimeler çoğalıyor, sevgiler değerleniyor, gözyaşları sürekli kullanıldığından önemsizleşiyor. Geride bıraktığın her dakika adına yazacak saatler bulabiliyorsun. Özlediğin her insan için kendi içinde ayrı bir yer oluşturabiliyorsun anılarından. Hafızan güçleniyor. Hatırlamak için çaba sarf ediyorsun. Daha güçlü biri yapıyor seni uğraşların. Resimlerin en değer verdiklerin kategorisinde ön sıralarda yerini alıyor. Seni anlayan ve seven bir kocan varsa mutlu ama tam tersiyse filozof olursun diyorlar. İki türlü de kazançlısın sanırım. Filozoflar prim yapıyor günümüzde. Yada filozof geçinenler. Her türlü bildiğini satman gerekiyor birilerine. Yoksa tutunamıyorsun. Kendini saklama devri geçti çoktan. Bildiklerin seni güçlendiriyor. Bilmediklerinse öğrenmenin yaşı yoktur a değil, ateş olsan cürümün kadar yer yakarsına getiriyor seni. Değerler azaldıkça azalıyor. Değer verilenlerde öyle. Ama bazı şeylerin de değeri gün geçtikçe artıyor. Belki de eskiden insanlar hayatın içlerine girmesine izin veriyorlardı. Hayatın içinde devinmeye. Şimdilerdeyse yaşamak onlara çok uzak…

5 yorum:

  1. Ne gusel anlatmissiniz degisik yerlerele ilgili bilgiler almak gusel oluyor..
    Sevgiler..

    YanıtlaSil
  2. Merhaba,
    Blogunuzu bulmam tesadüf eseri oldu. Kardeşime ödev araştırıyordum "Cezayir" konulu. kardeşim de sizin gibi Sosyal Antropolog ancak o idealist bir antropolog olduğu için kendi işini yapmak istedi ancak bu mümkün olmadı( Ankara Üniversitesi 1999) Şu anda Sosyal Bilgiler Öğretmenliğini okuyor. evet 2. fakülteyi okuyor. eminim benden önce o sizi bulsaydı çok mutlu olurdu. Size onun e-posta adresini versem iletişime geçmek isterseniz eğer...
    aysendukkanci@hotmail.com
    kendinize iyi bakın
    bu arada yazımınız çok güzel

    YanıtlaSil
  3. Merhaba ismini vermeyen arkadaşım;
    yazılarımı beğenmene sevindim.Yeni bir sosyal antropolog bulabilmek güzel bir duygu benim için.en kısa zamanda kardeşine bir mail atacağım.Bende kardeşin gibi idealist biriyim inan ve gerçekten türkiyede istediğim işi bulamamış da olsam emin ol döndüğümde yine deneyeceğim.Tekrar görüşmek üzere.
    Mutlu Kal.
    Sevgiler

    YanıtlaSil
  4. ilk zamanlar... ilk izlenimler...
    uzakta olma haliyle ilgili tüm hissiyatları içeriyor :)
    eline sağlık...

    YanıtlaSil
  5. Sacaklı;
    yaa o ilk zamanlar ve toyluk yazılarım. Bazılarını okuyorum da çok acemi geliyor ama onların da ayrı bir güzelliği var çünkü içinde çok güzel hatıralarımı barındırıyorlar. keşke yeniden o günlere dönebilme imkanım olsaydı. Bir şeyi 40 kere söylersen olur derler ya ben eskiye dönmek istiyorum diye 140 defa söyledim herhalde ama tık yok hala:(

    YanıtlaSil

Yorumlarınız ve paylaşımınız için teşekkürler. Mutlu kalın:)